ÜMİT ÜNAL / SOFRA SIRLARI
Sinemada kara komedi, film noir ve de sıra dışı çarpıcı öykülerinizle cesur hikâyeler anlattınız ve kült filmlere imza attınız. Bize anlattığınız hikâyeler de resimler de düş ile gerçek arasında ama son derece sarsıcı her şeyi ters yüz eden sıra dışı öyküler. Çok yönlü bir sinemacı olmanızdan kaynaklı Mahlûkat Bahçesi gibi içimizdeki canavarlarla bizi yüzleştiren ezber bozan bir sergi de açmıştınız.
Sofra Sırları (2017) filminiz tematik olarak yemek filmi diyebileceğimiz bir kara komedi. Daha önce Nar ( 2011) filminizde de "Hepimiz nar taneleri gibi birbirinden ayrıyız: Hem çok benzeriz, hem de çok farklıyız. Ama açılmamış bir bütün nar gibiyiz aynı zamanda." diyorsunuz. Sofra Sırları’nda da yemeklerle çok iyi bir bağ kurmuş eşine çok güzel sofralar hazırlayan seri katil Neslihan’ın hikâyesine bizi davet ediyorsunuz. Bu bağlamda insan ilişkileri ve yemekler arasında nasıl bir bağ kurabiliriz?
Yemek, beslenmek insanın bir canlı olarak hayatta kalabilmek için en önemli ihtiyacı. En basitinden en karmaşığına kadar tüm canlılar için geçerli bu. Doğar doğmaz, tüm memeliler gibi annemizin sütüne saldırıyoruz. Dünyada ilk dakikalarımız önce nefes almak için ağlamak, sonra besin ihtiyacını gidermekle geçiyor. Tekhücreli bir canlının bütün yaptığı beslenmek ve çoğalmak. Tabii biz tekhücreliler kadar "basit" varlıklar olmadığımız için, başka hayati ihtiyaçlarımız da var. Bütün hayati ihtiyaçlarımızı, etkinliklerimizi farklı anlamlarla, törenlerle süslediğimiz gibi; gibi yemek konusunun da çevresinde beslenme işlevinin dışında binbir anlam örmüşüz. Yemek hiçbir zaman basit bir beslenme, hayatta kalma fiili değil bizim için. Bir sofranın çevresinde tarihsel, sınıfsal, cinsel, ruhsal, estetik bir çok katman var. Yemek kitaplarını, yemek programlarını, sokak yiyeceklerinden, Michelin lokantalarına yemeğin pazarlanışını düşünün... Yemeğin malzemesini alıp getiren, pişiren, sofrada sunan, yiyen insanların arasındaki farkları düşünün. Bir lokantada müşteri, garson, aşçı, bulaşıkçı, temizlikçi, lokanta sahibi tek tek bir kap yemeğe baktıklarında ne kadar farklı şeyler görüyorlar, düşünün. Bir kap yemeğe 10 TL veren de var, 100 Dolar veren de. Açlık grevi yapanlar için yemeğin anlamını düşünün. Hastanede önemli bir ameliyat öncesi perhiz yemeği yiyen insan için yemeğin anlamı başka, ilk kez buluşan iki sevgili için yedikleri yemeğin anlamı başka. (Annem babamla ilk buluşmalarında yedikleri iki hurmanın çekirdeğini yıllarca saklamış, çocukken bir çekmecede, o günü anlatan bir mektubun içinde bulmuştum.)
Sofra Sırları’nda yemek yemek, yemek yapmak sofralar kurmak aşk, ilişki cinsellik ve ölümle ilişkilendirilmiş sanki. Bu bağlantıyı açıklayabilir misiniz?
Az önce söylediğim gibi, yemek cinsellikle ve insanın diğer hayati ihtiyaçlarıyla birebir bağlantılı. Biz diğer hayvanlar gibi cinselliği sadece üreme işleviyle yaşamıyoruz. Cinsellik bütün hayatımızı kapsıyor, yönlendiriyor. Hayatımızdaki her şeye cinsel bir mana da atfediyoruz. Yemek de bundan bağımsız değil. Cinsel işlevleri kısıtlanmış insanların yemek zevkinde teselli bulduğu, "kendini yemeğe verdiği" çok tekrar edilmiş bir fikir ama yanlış değildir bence. Sevişmenin, "sahip olmak"la, sahip olmanın yemekle karıştığı da vakidir. Dilimizde sevdiğimize "yerim seni" deriz. Çok da şaka sanmamak lazım bu sözü. Mecazi anlamda da olsa yeriz çünkü sevdiklerimizi. Düşmanlarımızı da... Eski savaşlarda, düşmanı öldürdükten sonra ciğerini oracıkta yeme adeti varmış. Greenaway'in Aşçı Hırsız Karısı ve Aşığı (The Cook, The Thief, His Wife, Her Lover) filminde, bir kadın, kıskançlık cinayetine kurban giden sevgilisini pişirir ve katil kocasına zorla yedirir. Marco Ferreri'nin filmi Büyük Tıkınma (La Grande Bouffe) filmi yemeği bir intihar, kendini zevkten yok etme aracı olarak gösterir. Shakespeare'in Titus Andronicus'u, düşmanının iki oğlunu öldürüp kıymalı börek halinde annelerine yedirir. Yemeğin cinayet ve intikam aracı, baştan çıkarma yolu, sevişme ikamesi gibi kullanıldığı bir çok başka roman, film örneği bulunabilir. Sofra Sırları'nı aklımda bütün bu örneklerle tasarladım diyebilirim.
Filmde vitrinler gibi sofralar da evliliği sergiliyor. Her gün tozu alınan işlevsiz objeler gibi kurulan sofralar, robot gibi her gün getirilen mezeler de aynı işlevi görüyor yani aynı işlevsizliği. Sofraların hafızamıza ve toplumsal ön kabullere nasıl bir etkisi var sizce?
Yemek bir yandan en tutucu, değişime en çok direnen, geçmişe en çok bağlı tarafımız. Saraybosna'ya gittiğimde kimi yemeklerinin adının hala Osmanlı döneminden Türkçe olarak kaldığını görmüştüm ve şaşırmıştım: "Yalan dolma", "Taze fasulya"... Aslında şaşıracak bir şey yok, yüzyıllar içinde kıyafetler değişiyor, dil değişiyor, teknoloji değişiyor, iktidar birkaç kere el değiştiriyor ama mutfağın hakimi değişmiyor. Kadınlar sığındıkları mutfakta annelerinden öğrendikleri yemeği yapmaya devam ediyorlar. Çocuklar annelerinin yemeklerini özlüyor. "Ağız tadı" en tutucu olduğumuz alan belki de. Bu yüzden yemeklerin adı da, tadı da aynı kalıyor. Aslında bir kap basit ev yemeği bile yüzyılların, geleneklerin, bulunduğu coğrafyanın, toplumun canlı bir tanığı. Bir yemekten, bir sofradan çıkarak, yemeklerin nasıl hazırlanıp sunulduğundan nasıl yendiğinden bir topluma, onun yaşayışına dair önemli bilgiler edinmek mümkün. Binyıllar önce yaşamış "ilkel" insanların yaşam biçimi, inanç sistemi, hatta dil bilgilerine mağaralarda bulunmuş yemek kalıntılarını inceleyerek ulaşabiliyoruz.
Çerkez tavuğunun ve filmdeki menünün özel bir anlamı var mıydı? Kahvaltı, rakı sofrası, Çerkez tavuğu, kuş üzümlü pilav, zeytinyağlı yaprak sarma, mantarlı mantı…
Sofra Sırları'nın ilk versiyonu, "Sultan Mutfakta", Londra'da yaşayan Sultan adında bir Türk kadının hikayesiydi. Orada yaşadım, Londra'da yaşayan Türklerle tanışma şansım oldu. Biraz da onların filmi olsun istiyordum. Bir İngiliz yapımcıyla çalıştım. Filmin çoğu İngilizce olacaktı, haliyle yurt dışı seyirciyi hedefliyordu. Bu yüzden de Türkiye dışında da bilinen ve sevilen yemekler arasından seçmek istedim. Baklava, sarma, mantı vs. Çok uğraştım ama filmi Londra'da çekemedim. Türkiye'ye uyarlayarak yeniden yazdım. Senaryoda kadının, kocasını öldürdüğü ilk cinayet farklıydı. Roald Dahl'ın "Lamb to the Slaughter" hikayesinden esinlenmiştim: Bu hikayede kendi halinde bir ev kadını, kocasını donmuş kuzu buduyla kafasına vurarak öldürür. Sonra pişirdiği kuzu budunu, yani cinayet aletini, eve gelip araştırma yapan polislere bir güzel yedirirek ortadan kaldırır. Fakat bu hikayenin telifi kapatılmıştı, uyarlama için almak imkansızdı. O yüzden yeni bir yemek, yeni bir cinayet yöntemi uydurdum. O da Çerkez Tavuğu ile boğulmasına seyirci kalmak oldu. Neslihan'ın ilk cinayeti teknik manada planlı bir cinayet değil aslında, sadece müdahele edip kocasını ölümden kurtarabilecekken, kurtarmıyor. Seyrediyor.
Çocukken taze fasulye yemeğindeki kılçık yüzünden dağılan bir aileye tanık olmuştum. Vitamini kabuğunda elbet ama soyulmamış bir domates kabuğu öldürmese de büyük bir aile kavgasına sebep olabiliyor. Sizin geçmişte böyle bir tanıklığınız oldu mu? Tane tane olmayan pilav yüzünden dağılan sofralar gördünüz mü?
Teyzem'i görenler hatırlayabilir, taze fasulye yüzünden çıkan bir kavga da, oradaki bir sahnede vardır. Üftade'nin kocasından ayrılması o kavga sonrasında olur. Sofra Sırları benim için Teyzem'deki konuların devamı bir anlamda. Belki de Üftade'nin intikamını almışımdır. (Gülüyor.) Domates kabuğu yüzünden çıkan kavgaya yıllar önce misafir olduğum bir yemekte şahit olmuştum ve dehşete kapılmıştım. Neslihan'ın kocasının ettiği "Tiksinti verdin bana," lafını da aynen o kavgadan, gerçek hayattaki o münasebetsiz kocadan çaldım. O "yuva" da dağıldı evet; ama domates kabuğu kavgasından çok sonra, bambaşka sebeplerle. Ülkemizde kadınlar bütün bu berbat tacizi içselleştiriyorlar, yıllarca "yuvam dağılmasın" kaygısıyla katlanıyorlar. Bir erkeğin "Bu pilav lapa olmuş", "Bu et çok sert" vb azarlarını suçlu gibi sessizce içine atan kadınları görünce öfkeye kapılıyorum. Bu zaten sofrayla sınırlı kalmıyor, o çiftin hayatınının her alanına yayılan bir gizli şiddetin yansıması oluyor. Sofra Sırları'ndaki koca, nefret etiğim birkaç erkeğin karışımı, hepsinden daha kötü ve zavallı bir adam. Onu traji-komik bir şekilde öldürerek bir manada hepsinden intikam aldım sanırım.
Bu filmdeki gibi sizce de yemek ya da mantı, dolma bir cinayet aracı olarak kullanılabilir mi? Soyutlaştırırsak estetik cinayet☺
Elbette. (Gülüyor.) Her şey cinayet için kullanılabilir. Aşk ve merhamet bile... Sofra Sırları ile hemen hemen aynı zamanlarda çekilen ve büyük şans eseri daha sonra gösterime çıkan P. T. Anderson'un harika Phantom Thread filminde benim zehirli mantar sahnesinin çok benzeri bir sahne var. Kadın zehirli mantar yedirdiği kocasına, onu şefkatle okşarken, ne yaptığını üstü kapalı bir şekilde söylüyor. Biraz Sofra Sırları'nda Neslihan'ın Meral'e gayet sakin bir şekilde "Seni de öldürdüm" dediği sahne gibi. Şans eseri diyorum çünkü kazara Sofra Sırları daha sonra gösterime çıksaydı kesin "çalıntı" suçlamasıyla karşılaşırdım. Tabii ki benim Phantom Thread'den haberim yoktu, Anderson bizim senaryonun bahsini bile duymuş olamazdı. Tam bir "duygu kesişmesi". Neyse sanatsal dedikodu kısmını geçersek, Phantom Thread "haute couture" moda dünyası üzerine kurulu bir film, benimki taşra kasabasında kara mizah atmosferi. Ama ikimiz de yemeği ve merhameti cinayet aracı olarak kullanmışız.
Film için bir aşçı ile anlaştınız mı ya da yemek tarifleri kimden alındı? Bu bağlamda filmin çıkış noktasından bahsedebilir miyiz?
Senaryodaki yemek tariflerini kendi tecrübelerimle (ve internet yardımıyla) ben yazdım. Ama bunları daha sonra düz tariflerden çıkarıp, reklam jingle mantığında kısa sözlerle değiştirdim. Handan'ın sıkıcı, sıradan hayatının arasına giren hayal dünyasını, kendini ünlü bir TV aşçısı olarak hayal ettiği bölümleri reklam estetiği içinde görmek istedim, pırıltılı, "seksi" yiyecek reklamları gibi hayal ettim. Daha önce reklam yönetmeni olarak çalıştığım dönemlerde bunlara benzer filmler yapmıştım, o görsel dili biliyorum. Bu hayal bölümlerinde yemek danışmanı olarak Şefika Günyel ile çalıştık. Kendisi stüdyo çekimlerinde bulundu, yemeklerin sunumlarını hazırladı. Sonrasında, Handan'ın evde kurduğu sofraları ve yemekleri filmin sanat yönetmeni Atilla Çelik hazırladı.
Filmin ilk tohumu yukarıda andığım Roald Dahl'ın kısa hikayesidir. Roald Dahl hikayeleriyle beni ilk kez Barış Pirhasan 1990'larda tanıştırmıştı, onun öncesinde sadece çocuk kitapları yazarı olarak biliyordum. Hikayenin "benden bir uzun film yap" diye aklıma düşüşü de İngiltere'de oldu. 11 Eylül sonrası işsiz kalmıştım. Evliydim ve iki küçük çocuğum vardı. Elbette dünyanın hali yüzünden ve bu kadar büyük bir krize yabancı bir ülkede, cebimde ancak bir- iki ay yetecek parayla yakalandığım için panik ve endişe içindeydim. Bütün gün yemek düşünüp akşamları aileye yemek yapıyordum. Bir öğleden sonra kendimi divanda oturup tereyağında kavrulup karamelize olan soğanları hayal ederken bulunca, "bir dur" dedim. Yemeğin, bir sığınak, mutfağın bir kaçış, bir teselli yeri oluşunu düşünmeye başladım. Sadece hayallerinde ve yaptığı yemeklerde teselli bulan yapayalnız bir karakter hayal ettim. Sofra Sırları böyle başladı.
Sizce sinema tarihinin en iyi yemek sahnesi?
Pek çok sahne geliyor gözümün önüne, yukarıda da birkaç filmi andım ama en iyi yemek sahnesi ödülü herhalde Louis Malle'in Andre ile Yemek (My Dinner with Andre) filmine gitmeli. Filmin neredeyse bütünü bir yemek sırasında, sofra başında, tek bir sahnede geçiyor.
İçinde güzel şölen sofraların olduğu en sevdiğiniz yemek temalı filmler ve yönetmenleri kimlerdir?
Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı )The Cook, The Thief, His Wife, Her Lover) - Greenaway.
Büyük Tıkınma (La Grande Bouffe) - Ferreri.
Ye, İç, Erkek, Kadın (Eat, Drink, Man, Woman) - Ang Lee.
Bu arada film değil bir roman ama bu konuda ilham verici bir kitap anmam şart: "Debt to Pleasure" (Türkçe'ye çevrilmemiş, Zevke Borçlu gibi mi çevirmek lazım, emin olamadım.) - John Lanchester. Burada da gurme yemek tarifleri ve menüler vererek, bu yemeklere bağlı seri cinayetler işleyen son derece seçkin, entelektüel bir karakter var.
Aşçı olsaydınız bize nasıl bir menü hazırlardınız?
Profesyonel aşçı değilim elbette ama arkadaşlarım, ailem iyi yemek yaptığımı söylerler. Biraz maceracıyım yemek konusunda. Tarif, ölçü, formül falan takmadan "hisssettiğim gibi" yemek yapıyorum. Filmlerim de biraz öyle. Çok büyük hayal kırıklıkları da yaşatmadım kimseye sanırım, yemeklerimi de filmlerimi de hala sevenler var. (Gülüyor). Hazırlamayı en sevdiğim sofra, meze gibi her şeyden biraz yiyebileceğiniz bir sofra. Bol sebze, peynir ve yoğurt içeren, meyve katkılarıyla tatlı-ekşi bolca karışan, bol baharat ve otlu, belki bir iki deniz ürünü ve mutlaka vegan seçenekleri de olan bir menü. Kırmızı etle başım pek hoş olmadı hayat boyu. İçki olarak da rakı ve beyaz şarap var.