Teyzem: Bu Yaşanmış Bir Hikayedir.
Teyzem’in gerçek hikayesi Bursa’da yaşanmıştı:
Teyzem çok genç yaşta evlenmiş ve bir yıl içinde kucağında çocuğuyla ailesinin yanına dönmüştü. Evde tutucu bir üvey baba ve hastalıklarıyla uğraşmayı bir tür şefkat arayışına, ilişki biçimine dönüştürmüş bir anne vardı. Annem, anneannem ve üvey dedemle çatışmaları yüzünden, ailesiyle ilişkilerini çok gevşek tutuyordu. Bu yüzden teyzemi ilk defa yedi yaşımda görmüştüm. Kendisini ev işlerine ve benden üç yaş küçük kızına adamış sessiz sedasız bir kadındı. Sessiz sedasızlığı sonraki yıllarda daha zehirli bir içe kapanmaya dönüştü ve teyzem, anneannemin feci bir tutkuyla koltuklar, sehpalar, büfeler, aynalar, kadife perdeler, cam biblolar vesaireyle tıka basa doldurduğu evde kimsenin dikkatini çekmeyen, varlığı yokluğu bir eşyalardan birine dönüştü. Ama ev eşyaları, hatıraları en yoğun çözünürlükte kaydeden araçlardır ve bir gün gelip tozlu yüzeylerinin altına depoladıkları hatıraları kusmaları kaçınılmazdır. Üvey baba yaşlandı ve etkinliğini yitirdi, anneanne felç geçirip yatağa bağlandı, ve ben 18-19 yaşıma geldiğimde bir gün Teyzem delirdi. Yıllarca perdeleri sıkı sıkı kapatılmış havasız yatak odalarında kızıyla birlikte uyumuştu. Bir yaz ailece deniz kıyısında bir yere gittiler, orada bir adama aşık oldu. Bu evli adamın durumdan haberi var mıydı yok muydu bilinmiyor. Teyzem çıkıp çıkıp bir takım arkadaşlar bulmaya, saçına başına, kıyafetine tuhaf bir özen göstermeye; anneannemin deyişiyle deli kız işi gibi giyinmeye başladı. Mahallede acayip dedikodular çıktığı zaman onu zapt-u rapt altına almaya, yıllar sonra uyanıp başkaldırıveren deli kızı dizginlemeye çalıştılar. Ama olmadı. Teyzem yıllardır içine attığı her şeyi kusmaya başlamıştı. Çocukken üvey babanın kendisini taciz ettiğini anlatıyordu. Bir takım “hatırlı aile dostları”nı, müteahhit bir takım tipleri filan üstüne saldıklarını anlatıyordu. Evlerinde her akşam büyük kavgalar çıkmaya, anneannenin değerli bibloları, tabakları uçmaya, sofralar dağılmaya, şişeler kırılmaya başladı. Bir akşam telefonla annemi İzmir’den Bursa’ya çağırdılar. Teyzem felçli anneannenin bakımını yapamayacak haldeydi. Hep birlikte Bursa’daki eve gittik ve kabus gibi bir iki hafta geçirdik. Evde herkes çoktan küllenmiş kötü anıları yeniden ateşleyen bu eski eşyadan nefret ediyordu. Kimse ne yapacağını bilmiyordu. Doktora gidildi, ilaçlar alındı ve sıkı uyuşturucular sayesinde deli kız biraz derinlere itilir gibi oldu. İzmir’e evimize döndük, ama on gün içinde bir başka haberle sarsıldık. Babamın okuluna telefon gelmişti. Teyzem evden kaçmış ve bir trafik kazası geçirmişti. Hastanedeydi. Babam ve annem akşam akşam Bursa’ya doğru yola çıktılar. Babam garajda onları geçirirken de kulağıma eğilip ölmüş, ölmüş! diye fısıldadı. Annemden gizlediği zehir gibi gerçekle beni yapayalnız bırakıp Bursa’ya gittiler.
O zamana kadar “dramatik” bir şey yazmamıştım. Ama olayın sarsıntısından kurtulabilmek için neredeyse bir savunma içgüdüsüyle teyzemin hikayesini yazdım. Teyzemin hikayesi aynı zamanda çevresinin geçirdiği değişimin de hikayesi olabilirdi. Bursa’nın bir kaplıca ve kayak sayfiyesinden tutucu ve kirli havalı bir sanayi şehrine dönüşmesi fonda yer alabilirdi.
Senaryonun ilk yazdığım hali 30-40 sayfalık tretmanla uzun öykü arası bir metindi. Atıf Yılmaz'ın yardımcı yönetmeni, arkadaşım Leyla Özalp okuduğunda bu tam senaryo sayılmaz üstünde çalışıp bunu senaryoya dönüştürmen gerek demişti. Ben de Adı Vasfiye'nin setine gitmeden önce bir ay gibi bir sürede senaryoyu yeniden yazdım. Gündüz şirkette çalışıyordum, boş vakitlerde Teyzem’le ilgili notlar alıyordum. Gece arkadaşım Raşit Çavaş’ın evine gidip onun daktilosunda senaryoyu temize çekiyordum. Çekimler başlayana dek, birkaç gece sabahlayarak senaryoyu bitirdim. Urla’daki sete gittiğimizde elimde Teyzem'in yeni bir versiyonu vardı. Bu versiyonu aynı zamanda Milliyet Gazetesi'nin senaryo yarışmasına yollamıştım. İlk senaryomun hayata geçmesinde benim için en büyük şans, Adı Vasfiye'nin setinde Müjde Ar’la şahsen tanışmamdı. İzmir Urla'da çalışıyorduk. Teyzem’in senaryosunu yanımda getirmiştim, Leyla’nın da büyük cesaretlendirmesiyle senaryoyu Müjde Ar'a verdim.
Heyecanla beklemeye başladım. Leyla da beni çok destekliyor ve Müjde Ar'a okuması için ısrar ediyordu, ancak Müjde Ar bir türlü okumuyordu; Bir sayfa okudum, iki sayfa okudum, güzel diyalog yazıyorsun filan diyordu. Sonunda ısrarlarımıza dayanamayarak, bir gece, gel şunu sen oku madem dedi. Urla’da kaldığımız otelde odasına gittim, Leyla da oradaydı. Filmin makyajcısı Sahra Hanım ikisinin de yüzüne patates maskesi yapmıştı. Bu sahneyi yıllarca gülümseyerek, sevgiyle andım: Müjde ve Leyla karşımda, yüzlerinde patates maskesiyle sabahlıklarıyla oturuyorlar; 20 yaşımdaki ben bir koltukta, sesim titreyerek senaryoyu okuyorum, arada diyalogların bazısını oynuyorum. Bir buçuk, iki saatte okudum bitirdim. Senaryo bittiğinde Müjde’nin gözleri yaşarmıştı, Ümit biz bu filmi mutlaka çekeceğiz dedi. Teyzem, o gece o odada doğdu denebilir. Odama döndüğümde mutluluktan uyuyamadım.
Türk Sineması’nda sonradan Teyzem'e benzer “fantastik unsur”lar içeren filmler çok yapıldı. Ama o ilklerden biriydi ve yapıldığı dönemde hem anlattığı şeyle, hem bakış açısı ve üslubuyla çok aykırı duran bir hikayeydi. Örneğin senaryoyu Atıf Abi de okumuştu ama beğenmemiş, çok karışık bulduğunu söylemişti. Filmin çekilmesi tümüyle Müjde Ar'ın isteği ve ısrarı sayesinde oldu. Müjde Ar destek olmasa o hikayeyi kolay kolay kimsenin çekmesi mümkün olmayacaktı.
Adı Vasfiye sonrasında Müjde Ar beni Ertem Eğilmez’le tanıştırdı. Ertem Eğilmez’le tanışmam da hayatımın dönüm noktalarından biridir. Ertem Eğilmez, Türk Sineması’nın bir döneminde çok etkin olmuş, çok önemli bir yapımcı, yazar ve yönetmendi. Kurucusu olduğu Arzu Film, 1970’li yılların ticari Türk sinemasına damga vurmuştur denebilir. Çocukluğumu anlatırken andığım yazlık sinemada seyrettiğimiz filmlerin çoğu Ertem Eğilmez'in elinden ya da şirketinden çıkmaydı.
Ertem Abi’nin evi herkesin gelip el öptüğü, tapınak gibi bir yerdi. Seven sevmeyen herkes gelip akıl danışırdı. Yıllarca Arzu Film’de birlikte çalıştığı insanların hepsi ziyarete gelirlerdi. Şener Şen, Müjde Ar, Adile Naşit, Münir Özkul, Ayşen Gruda... Hepsi gelirdi. Yavuz Turgul, Başar Sabuncu, Sinan Çetin gelirdi. Hepsini sinemaya kazandıran sonuçta Ertem Eğilmez’dir.
Ertem Eğilmez ticari sinema dünyasının içinde, kendi hikayelerini de anlatmayı deneyen bir yönetmendi. Yeni Foça’da yazlık sinemada, deliler gibi ağladığımız veya güldüğümüz, defalarca izlediğimiz; Hababam Sınıfı serisi, Adile Naşit ve Münir Özkul komedileri, Tarkan serisi zamanının en çok iş yapan filmleriydi. Hepsi, Ertem Abi’nin dişiyle tırnağıyla kurduğu bir dünyaya aitti. O filmleri yapabilmek için kendini yiyip bitirmiş, günde üç paket Gauloises içmiş ve şimdi ciğerlerinde amfizemle, bir deri bir kemik, evine ve bir koltuğa çakılıp kalmıştı. En ticari olduğu düşünülen filmlerinin içinde, son derece kişisel unsurlara; annesinin babasının ve kendisinin hikayelerine, yakın arkadaşlarıyla ilgili esprilere yer verirdi. Çok hastaydı ben tanıştığımda. Film yönetmeyi bırakmıştı. Fakat hala Müjde Ar ve Şener Şen’in akıl hocası, menajeri ve en yakın arkadaşıydı. Evine ilk kez Teyzem'i anlatmak için gitmiştim. Bana bir küçük tanrı gibi anlatılan adamın, iki büklüm, zorlukla yürüyen biri olduğunu görünce biraz hayal kırıklığına uğramıştım. Ama Ertem Abi konuşmaya başlayıp beni yörüngesine aldığında, kendimi yazdığım senaryonun inceliklerini filan anlatmayı bırakıp, doğrudan gerçek teyzemin, gerçek hikayesini anlatırken bulmuştum. Ertem Abi’de insanın bütün yapmacıklığını, bütün savunmasını yıkan ve bir anda en çıplak haliyle konuşma ve kaderiyle yüzleşmek zorunda bırakan tuhaf bir çekicilik vardı. Hayatta bu tür insanlarla karşılaşmamışsanız- ki ender bir deneyimdir- bu söylediğimi biraz zor anlarsınız.
Neyse, karşısında oturuyordum. Ellerimi nereye koyacağımı bilemiyordum. Biraz kekeleyerek Teyzem'in hikayesini anlatmaya başladım. Sonuna doğru biraz açıldım ama hepsi hepsi yarım saat içinde hikaye bitti. Ertem Abi beni dikkatle dinledi, dinlerken yüzünde önce utangaç bir gülümseme, sabırsız, sanki sözümü her an kesecek bir ifade; sonra da acayip bir durgunluk, bir dalgınlık belirdi. İçin için korktum. Senaryo fikrimi beğenmedi sanmıştım ama bu ifadeyi önümüzdeki bir yıl içinde tanıyacak ve bir şeyi beğenip gerçekten ilgi duyduğunda böyle baktığını öğrenecektim.
İlk buluşmamızdan sonra Ertem Abi de Teyzem'i okudu. Heyecanla gittim tekrar buluşmaya. Senaryomu çok beğendiğini söyledi ancak bazı değişiklikler yapmamı ve bir daha yazmamı istedi. Söylediği şeylerin kimini çok akla yakın buldum, kimi doğrudan saçma geldi ama yeni bir yazım kararıyla yanından ayrıldım. Birden kışın ortasında İstanbul’da işsiz güçsüz kalmıştım. İlk ve son defa eve döndüm, İzmir’e gittim. Kışı İzmir’de geçirdim sadece Teyzem'i yeniden yazmak için. Bir üçüncü versiyon ortaya çıkardım böylece. Müjde Ar'a okuduğum ilk halini de, Leyla'nın teşviki sayesinde Milliyet Gazetesi’nin senaryo yarışmasına yollamıştım. Nisan ayında o yarışma sonuçlandı; birinci oldum. 1986’nın parasıyla bir milyon lira ödül kazandım. Aldığım ödülün büyük bir kısmını borçlarını kapamaları için aileme verdim. Kalan kısmıyla İstanbul’da birkaç ay oldukça rahat bir hayatım oldu.
Ertem Eğilmez ve Müjde Ar, bu arada Halit Refiğ’le ve yapımcısı Fedai Öztürk’le görüşüyorlardı. Milliyet’in ödülünü almaya gittiğimde Ertem Eğilmez’le buluştum, senaryonun yeni halini çok sevdi. Sağlığım yerinde olsa da, ben çeksem dediğini hatırlıyorum. Sanırım samimiydi, belki de sadece beni teşvik etmek için söylemişti, bilemem.
Halit Refiğ’le de Ertem Eğilmez ve Müjde Ar tanıştırdı beni. İlk görüşte çok etkilendim kendisinden. Etkileyici ve derinlikli bir insandı, çok yüksek sesle konuşur, yüksek sesle güler, girdiği yeri hemen etki alanına alırdı. O dönemde Türker İnanoğlu’na bir dizi çok kötü aksiyon filmi çekmişti. 60'larda çok iyi filmlerle başlayan sinemasında bir düşüş vardı bana kalırsa. Yine de tanıştığım birçok yönetmen içinde, gerçekten birikim sahibi olanlardan biriydi.
Halit Refiğ, Müjde Ar için Kurtar Beni adında bir imamla bir fahişenin aşklarını anlatan bir senaryo tasarlamış ve yapımcı şirket Burç Film’le anlaşmıştı. Ertem Eğilmez ve Müjde Ar, o proje yerine Teyzem'in çekilmesi yönünde ısrarcı oldular. Böylece Burç Film’in yapımcılığında ve Halit Refiğ’in yönetmenliğinde, Teyzem'in çekilmesine karar verildi. Halit Abi yıllar sonra o ilk tasarladığı Kurtar Beni filmini de çekti. Müjde Ar yerine Gülşen Bubikoğlu oynuyordu. Anladığım kadarıyla Halit Abi çok da sevmeden ve biraz mecburiyetten girmişti Teyzem projesine. Ona biraz emrivaki gibi oldu. Yıllar sonra Müjde Ar'a şöyle demiş: Ben bu film yıllar içinde nasıl başarılı oldu, nasıl kült film oldu anlamıyorum... Herhalde kadın seyirci çok sevdiği için böyle oldu...
Teyzem en sevdiğim senaryolarımdan biridir. Bizim işimizde samimiyetin önemini anlamama neden olmuştur.
Sinemada bazı işler saf ve mükemmel zanaatkarlık özelliğiyle göz doldurur, beğenilir. Steven Spielberg ya da Christopher Nolan filmleri gibi. Ama bazı filmler bizi, zanaat manasında zayıf da olsalar, anlattıkları şeyin gücü ve samimiyetiyle çarparlar. Teyzem, benim sinemayı az bilirken, büyük bir acıyla baş etmek için yazdığım, seyirciyi ya da seyirciyi “tavlayacak” oyunları düşünmediğim bir senaryodur. Kötü yapım koşullarında çekilmesine rağmen, yıllar sonra hala sevgiyle hatırlanmasının sebebi anlattığı şeyin gücünde ve samimiyetindedir. Yıllarca o senaryonun samimiyetine yeniden yetişmeye çalıştım ama bu çok zor bir iş.
Teyzemin asıl hastalığı manik depresyondu sanırım. Ben hayaller ve halüsinasyonlar ekleyerek, paranoid şizofreni denebilecek farklı bir yere çektim. Gerçek teyzem halüsinasyonlardan söz etmiyordu. Ama çok konuşup, çok hakaret edebiliyor ve birden masayı devirebiliyordu örneğin. Büyük olasılıkla, kesin bilinmiyor elbette, intihar etti. Filmdeki gibi, sabahın altısında bir kamyonun altında kalmıştı. Bursa’nın bir yerel gazetesinde, kocaman bir kamyon resmi koymuşlar. Kamyonun bıyıklı şoförü, köşede de teyzemin başörtülü fotoğrafı. Kocaman başlık: Bir kadın ezildi. Gerçek başlık buydu, olduğu gibi o görüntüyü ve haberi kullandım. Aslında bütün hikayeyi de özetleyen bir şeydi: Bir kadın ezildi.
Yazarken temel duygularım öfke ve samimiyetti ama elbette çok şeyi değiştirdim. İnsan kendisini en çok etkileyen gerçek şeylerden söz ettiğinde bile, olaylara daha farklı bir düzen, daha “olması gerektiği gibi” bir hava vermek ister. Sonuçta gerçek hayattaki her şey hem filmdeki gibi oldu, hem de hiçbir şey filmdeki gibi değildi.
Alain Robbe-Grillet'in çok sevdiğim Ölümsüz'ünün etkisiyle gerçek hikayenin yanı sıra benim İstanbul’la ilişkimden de yola çıkmıştım. Film sadece bir adamın teyzesini hatırlayışının değil, İstanbul'la ilişkisinin de hikayesi olsun istiyordum. İstanbul’a geldiğimde çok sarsılmıştım, gerçek olaylar Bursa’da geçmesine rağmen, İstanbul tecrübelerimi katabilmek için de olayları İstanbul’a taşıdım. Anlatmak istediğim şeyler içinde filmde ortaya çıkmayan noktalardan biri, İstanbul-Teyze paralelliğiydi. Filmdeki çocuk; Umur, teyzesini de İstanbul’u da ilk defa altı-yedi yaşlarında görür. İstanbul, Umur’un aklında, Kapalıçarşı, vapurlar ve parlak renkli kartpostal resimlerle kalsın istiyordum. Teyzesini de çok güzel, neşeli, hayat dolu bir kadın olarak hatırlayacaktı. Ama kadın delirdikten sonra tekrar geldiklerinde, İstanbul’u daha gerçek ayrıntılarıyla görmeye, teyzesinin de delirmiş, ezilmiş halini görmeye başlayacaktı. Ama maalesef pek olamadı. Filmde bu duygu pek çıkmıyor.
Yazarken pek çok şey gerçek hayattan farklılaştı: Örneğin dayı ya da Niyazi karakteri de benim dayımdan çok farklıdır. Anne tarafından bir akrabamızın üç oğlu vardı, gençliklerinde kendi orkestralarında çalmışlardı. Uzun saçlı, İspanyol paçalı gençlerdi. Evlerine gittiğimizde, ben mesela o sırada “ajli jolikombi” olarak bildiğim Adieu Jolie Candy’yi2 isterdim, onu çalarlardı. Bursa’nın sanayileşme sürecinde değişmesiyle birlikte onlar da değişti. Biri ailesinden uzaklaşıp gitti. Diğer ikisi Bursa’da kaldılar ve manifaturacı, tuhafiyeci açtılar. İslami inanç temelinde geleneksel bir yaşam bir tarzı benimsediler. Namaz kılmaya başladılar. Teyzem'in krizlerinin en arttığı dönemlerde, sanki hiçbir olağanüstü durum yokmuş gibi akrabalara misafirliklere gidilip gelinirdi. Manifaturacılıkla uğraşanlardan birinin evine gittiğimizde, ezan okuyan saati bunu satıyoruz, çok da alıcısı var diyerek getirip bize göstermişti. 10 sene önce uzun saçlı gitar çalan bir adamın şimdi ezanlı saat satıyor olması bana çok acıklı gelmişti. Bu ayrıntıyı filmde de kullandım zaten. Dolayısıyla o üç kardeşi bir kişide birleştirip, dayı karakteri yaptım. Babasına isyan edip evden kaçar, yurtdışına gider. Sonra tutunamayıp döner, babanın istediğinden çok daha geleneksel biri olmuştur: Gurbet ellerde çok yalnız kalıyor insan... din kardeşlerim olmasa aç kalırdım. Günümüzde birçok entelektüelin kaderine bakınca sanki Niyazi’yi görüyorum. Gerçek dayım öyle biri değildi. Gerçek dedem de asker değildi ama filmdeki adamın emekli bir astsubay olmasının karaktere daha katkısı olacağını düşündüm.
Teyzemin gerçek hikayesinin çoğunu, küçük bir hatıra defterinden öğrenmiştim. Daha doğrusu annemin tuttuğu bir şiir defteri varmış, o şiir defterinin bütün boş kalan sayfalarını, köşelerini, kenarlarını, minicik bir yazıyla, teyzem de günlük gibi kullanmıştı. Ben de yıllar sonra gizli gizli okumuştum. O sözlerin bir kısmını senaryoda kullandım: Allahım ne kadar mutluyum, inşallah o da beni seviyordur gibi sözler. O 1960’lı yılların hatıra defterlerinin “kitsch” dünyasını kullanmak istiyordum. Aynı “kitsch” havada Ajda Pekkan’ın eski şarkılarını kullanmak istiyordum. Ajda Pekkan’ın 1960’ların başında yaptığı ilk albümünde Moda Yolu diye bir şarkısı vardır. Marc Arian'ın şarkısından uyarlama. Sözleri de çok komiktir: Bir kız vardı hatırla kolunda/ Jiklet çiğniyordun sen ağzında/ Kırmızı jaket ve pantolonla/ Moda Moda Moda yolu”nda. Günümüzde tümüyle bitmiş, ortadan kalkmış, aslında belki de hiç olmamış bir hayal dünyasının şarkılarıdır bence o albümdeki parçalar. Bu şarkıların filme çok tuhaf bir atmosfer katacağına inanıyordum. Bir de senaryonun yapısında, zaman içinde sürekli ileri geri atlamalar vardı. Senaryo teyzenin delirişi ile banyo aynasında sırtında yazı gördüğü sahne ile başlıyordu. Nasıl o hale geldi? sorusuyla devam edecekti. Sonra İstanbul’da genç Umur’u görüyorduk, vapura biniyordu. Eve gelip zamanında teyzesinin dinlediği bir sürü 45’lik plak buluyor, o plakların arasından, dandik eski bir pikaba Moda Yolu şarkısını koyuyordu. Şarkıyla birlikte, yavaş yavaş geçmişe dönüp, teyzesinin hikayesini duymaya başlıyorduk.
1960'larda, bir genç kızın “kitsch” dolu dünyasını hayal etmiştim; Hayat Mecmuası, üç renkli kötü baskı dergiler, hatıra defterleri ve onların saçma sapan illüstrasyonları, oradaki dil... Ama öyle bir kabuğun içinde de halüsinasyonlar, cinsel kabuslar ve korkunç bir karanlıkla çevresindeki renkli süslerden kaynaklanan zıtlık. Aklınıza geleni biliyorum, hemen söyleyeyim: David Lynch veya John Waters filmlerinin birini bile görmemiştim, isimlerini bile bilmiyordum... Senaryonun bu kuruluşu, dili, dünyası Halit Refiğ’in dünyasına ve diline çok yabancıydı. Filmde kullanmayı istediğim Ajda Pekkan şarkıları için Halit Refiğ, Ajda Pekkan dinleyenler delirmez. Belki Sezen Aksu olabilir dedi; ama Sezen Aksu’dan şarkı isteme konusunda ciddi bir adım atılmadı. Zaten Sezen Aksu o günler için hala yeni, çok gündemde olan biriydi. Ajda şarkılarıyla yaratmak istediğim atmosferi karşılamazdı. Sonuçta Atilla Özdemiroğlu'nun stüdyoda yaptığı müzikler, filmin müzikleri oldu.
İlginç ve oldukça öğretici bir yeniden yazım süreci yaşadık. Halit Refiğ, İbrahim Türk'ün kendisiyle yaptığı söyleşi kitabında Teyzem ve benden söz ettiği bölümde, beni oldukça cahil bir çocuk gibi anlatıyor: Başından ilginç bir hikaye geçmiş, bu da birilerinin ilgisini çekmiş, gel bunu yaz demişler, elinden tutup senaryo yazdırmışlar... Öyle değildi tabii ki. Senaryonun ben daha Müjde Ar ile tanışmadan önce yazdığım versiyonu Milliyet’in senaryo yarışmasında büyük ödülü almışı. Senaryo elbette 20 yaşında birinin ilk senaryosu olmanın bütün aksaklıklarını taşıyordu ama temelinde iyi bir film vardı. Ama o film, anlatmaya çalıştığı dünya ile, anlatım biçimi ile, Halit Refiğ sinemasından çok uzaktı. Birlikte çalıştığımız süreçte bir münasebetsizliğim varsa o da cahilden çok, belki çokbilmiş ve ukala olmamdır. Şu sahneyi anlatayım:
Senaryoyu ilk yazdığım sıralarda okuldan bir genç kız arkadaşım sohbet sırasında anlattı: Bunalımlı bir döneminde, aynadan kendisine bakarken arkasından bir cüce geçtiğini görmüş, korkuyla geri dönmüş elbette evde cüce falan yokmuş. Bu anıdan çok etkilenmiş, çok da korkmuştum. Üftade senaryoda bir tür halüsinasyon olarak, üç tane cücenin yatak odasının çeşitli yerlerinden çıkıp, kendisini kemirdiğini hayal eder. Ev ahalisi cüceleri görmez ama küçük Umur görür. Halit Refiğ’le senaryo üstündeki en büyük tartışmalarımızdan biri bu sahne olmuştu.
Sinema okurken, okulumuzda tatlı bir rekabet ortamı vardı; herhangi bir şeyden bahsedildiğinde, kenarda sessiz kalmak ayıp bir şeydi. Mutlaka gidip öğrenmek gerekirdi. Dolayısıyla üç cücenin ne manaya geldiğini çok iyi biliyordum. Halit Bey bu ne demek diye sorduğunda, sinir bir bilgiçlikle: Üç sayısı Freud’a göre erkek cinselliğini temsil eder. Yani ataerkil sistemde kadının kemirilişini, yenişini anlatmaya çalıştım. Buna da bir tek başkahraman, çocuk şahit oluyor. Diğer insanların hiçbiri cüceleri görmez. Bu de Oedipal bir duruma işaret ediyor ... demiştim. Ben anlatırken Halit Bey hiç aklımdan çıkmayan bir şey yapmıştı. Kalabalık kitaplığında, kitaplar üç sıra halinde dururdu. En arkadan İngilizce bir kitap çekti: 1960’lı yıllarda okumuş. Açtı, eliyle koymuş gibi, altı kurşunkalemle çizili bir satır buldu ve sen bunu demek istiyorsun yani dedi. Şimdi orijinal cümleyi tam hatırlamıyorum ama ataerkil toplumlarda üç sayısı erkek cinsel organını temsil eder gibi bir cümle gösterdi. Ben üç yaşındayken zaten onu okumuştu! O an çok büyük saygı duymuştum ona. Bu sahneyi bana kardeşim niye senaryonu teslim ettin o adama? diyen bir sürü geri zekalıya, Halit Bey’in aslında nasıl birikimli biri olduğunu kanıtlamak için sık sık anlatmışımdır. Ama bu sahneyi, kendi söyleşi kitabında sanki ben her şeyden habersiz bir cahilmişim ve o bana psikoloji kitapları vermiş de bir şeyler öğretmiş gibi anlatır. Bunu okuyunca bir hayli üzüldüm. Geçim derdiyle film çekmeye çabalarken 21 yaşında ukala bir çocuğu idare etmek, sonra da onun senaryom berbat oldu kaprislerini duymak elbette Halit Refiğ çapında bir yönetmeni üzmüştür, şimdi çok iyi anlıyorum. Yine de benim ona yıllar boyu gösterdiğim saygıya daha olgun bir karşılık beklerdim.
Sonuçta benim üç cüce filme giremeden çöplüğü boyladılar, yerlerine “daha anlaşılır” bir simge olarak genç kadının babasının üç değişik kılıktaki hali geldi. Mevcut filmde üvey babanın asker, bakkal ve namaz entarili kılıklı halleri Üftade’yi kemirirler. Simgesel manaları buyurun siz düşünün. Bence cüceler çok daha tuhaf, ürkütücü ve daha manalı olabilirdi. Üçlü baba figürü biraz fazla “Psikanalize Giriş” ya da “kör gözüm parmağına” oldu.
Bir de senaryonun ilk yazdığım halinde Serra Yılmaz’ın oynadığı görümce Şenay evden kaçıp dansöz oluyordu. Yazlıktaki dansöz sahnesinde Üftade, Erhan ve arkadaşlarının dansöz oynattığını görür. Oradaki dansöz evden kaçıp “kötü yola düşen” Serra olacaktı ve Üftade ile karşılıklı tuhaf tuhaf bakışacaklardı. Şenay hiç bir şey söylemeden kaçacaktı. Halit Bey istemedi ve oraya bir figüran dansöz koydu.
Kısa bir parantezle, Serra ile tanışma hikayemizi anlatmam şart burada. Serra Yılmaz, Müjde ile birlikte senaryoyu yazarken aklımda canlanan tek oyuncuydu. Perdede çok ilginç bir varlık gösterirdi, hemen dikkat çekerdi. Filmdeki “hain görümce” karakterini Serra’nın oynamasını istiyordum. Yapım aşamasında senaryo ona gitmiş ve okuyup beğenmiş. Çekimden biraz önce filmin asistanı Gül Erbil ile birlikte Serra’nın evinde bir partiye gittik. Serra ve Gül önceden anlaşmışlar, Gül bana kapıdan girer girmez diz çöküp Serra’ya tapman gerekiyormuş, yoksa bu filmde oynamayacakmış dedi. Serra’nın evine vardık, kapıyı o açtı ben hiç uzatmadan yere diz çöküp secdeye vardım ve Serra’ya “taptım”. Bu olayı yıllar içinde unutmuşum. 2001’de 9'u çekeceğimiz sırada, basın toplantısında bir gazeteci Serra’ya, siz bu kadar uluslararası, büyük işler yapıyorsunuz, neden bu bütçesiz ufak filmde oynamayı kabul ettiniz? diye sordu. Serra hiç düşünmeden cevap verdi: Senaryoyu beğendim ama daha önemlisi yıllar önce ilk tanıştığımızda Ümit, yerlere diz çöküp bana tapmıştı, asıl sebep bu. Serra, Teyzem’den itibaren en sevdiğim arkadaşlarımdan biri oldu.
Yeşilçam’ın Halit Bey’in de dahil olduğu belli bir kuşağı, sinemanın tekniğine ve yapım değerlerine çok önem vermezlerdi. Çünkü seyircinin teknik kaliteyi umursamadığını düşünüyorlardı. Tabii çok fazla para da yoktu, zorunlu bir tercih denebilirdi buna. Gerçekten de bir dönemin seyircisi sinematografik kaliteden çok hikayeyi izliyordu. İyi bir hikaye ve senaryo akışı varsa seyirciye yetiyordu. Teyzem'in yapım kalitesi o dönemin bir çok filmi gibi oldukça zayıftı. Örneğin Erhan karakteri bir sahnede gitar çalacak, sete bas gitar geliyor son anda. Kablosu yok bir de. Hem bas gitar hem kablosu yok! Yaşar Alptekin yazlık düğün sahnesinde çalar o gitarı. Bas gitar çalıyor, elektro gitar sesi çıkıyor. Buna benzer bin tane örnek verebilirim. Umur’un hiç büyümemesi gibi. Aynı çocuğa sadece uzun pantolon giydirip, bir de gözlük takarak büyütmeye çalıştık... O dönemin sinemasına özgü teknik özensizlikler yüzünden Teyzem, aynı sıralarda yapılan Muhsin Bey ya da Züğürt Ağa5 gibi filmlere göre çok daha eski durur. 1980’lerin ikinci yarısı Türk sinemasının en azından teknik manada kendini yenilemeye çalıştığı bir dönemdi. Reklam dünyasından, oranın teknik bilgisi ve donanımıyla sinemaya giren yönetmenler “Yeşilçam” filmlerine göre çok daha farklı görünen filmler yapmaya başlamışlardı. Teyzem bütün güzelliğine karşın o değişimi teknik manada yakalayamamış bir film, sesiyle rengiyle, yapım hatalarıyla daha çok 1970’lerin filmlerini andırır bana.
Teyzem'in gösterime çıktığı yıllarda, filmler önce sansür kuruluna giderdi. Hatta önce senaryosu gider, senaryo sansürden geçtikten sonra filmin kendisi de sansür kurulundan geçerse sinemalarda gösterime girerdi. Artık o kurullar yok ama sansür hala var, ancak yerel yetkililerin elinde. Aslında bu daha korkunç bir şey. Çünkü kararlar yerel idarecilerin elinde keyfi hale geldi. Herhangi bir vali, kaymakam, emniyet müdürü vb filmin gösterimini kendince nedenlerle (örf ve adetlerimiz, aile geleneklerine aykırı diyerek) tehlikeli bulabilir. Teyzem’in başı sansürle derde girmişti.
Sansür kuruluyla baş etmenin yolları da vardı. Yapımcı Danıştay’a başvuruyordu. Danıştay’dan geçerse, kurulu alt edebiliyordu. Teyzem'de Üftade’yi film boyunca taciz eden üç üvey baba figüründen astsubayın yer aldığı görüntüler (diğerleri namaz kıyafetli hali ve esnaf haliydi) sakıncalı bulundu. Aslında Halit Refiğ çok tedbirli davranmıştı, filmdeki oyuncunun üzerinde Türk astsubayı olduğuna dair bir işaret, ay yıldız bile yoktu. Yine de sansür kurulu onun göründüğü planların kesilmesini istedi. Yapımcı da filmi bir an önce gösterime sokabilmek için o planları kesti. Bu nedenle Halit Refiğ’le aralarında ciddi bir anlaşmazlık çıkmıştı, Halit Refiğ filmin son miksajına katılmamıştı. Filmin ses miksajı yönetmensiz yapıldı.
Bütün bunların haricinde, Halit Refiğ’in her şeye rağmen, hikayenin ruhunu çok iyi yakaladığını düşünüyorum. Sonuçta bunca sene sonra, hala en çok hatırlanan, en çok iz bırakmış işlerimden biridir. Bir yandan Halit Bey’in iyi anlamasının ve anlatmasının katkısı var, bir yandan hikayenin çok gerçek ve samimi olmasının payı var.
Yıllar içinde sinemada daha profesyonel bir yazar oldukça, elim oyunlara, numaralara alıştı; seyirciye daha fazla oyun yapmaya çalıştım. Fakat yıllar sonra 9'u yaparken, kendime neden yazdığım bazı şeylerin tamamen başarısız olduğunu sordum. Neden Teyzem yıllara dayanmıştı da mesela Amerikalı ya da Arkadaşım Şeytan dayanmamıştı? O zaman Teyzem'deki samimiyete geri dönmenin doğru olduğuna inandım. 9'u yaparken seyirciyi unutmuştum, kimseye numara yapmaya, zaten bildikleri bir oyun oynamaya çalışmıyordum.. Bence 9 da bu yüzden başarılı oldu.
Teyzem'i yazarken seyirciyi düşünerek kendimi kısıtlamamıştım; şurayı anlarlar, burayı anlamazlar, şurası hoşlarına gider, burası gitmez diye düşünmemiştim. Kimseyi etkilemeye çalışacak halim yoktu. Teyzemin ölümü canımı çok acıtmıştı, beni çok sarsmıştı. Arkasında hesap, oyun, formül olmadan yaptığım ve o gerçek acıyla hesaplaşmayı deneyen bir işti. Oradaki samimiyet sonradan sürüklendiğim “ticari” sinema dünyasında kaçırdığım ve yeniden yakalayabilmek için çok uğraştığım bir şeydi.
Bunca yıl sonra Teyzem'i yeniden yorumlamak, belki yeniden çekmek fikriyle uğraşıyorum son zamanlarda. Bir yandan filmi sevenlerin tepkisinden çekiniyorum, ilk film tüm kusurlarıyla eksikleriyle kabul gördü ve insanların aklında yer etti. Seyirci eski Türk filmlerinde büyümeyen çocukları, kablosuz elektro gitarları, kötü ses tasarımını, kötü oyunculuğu, ayrı bir rıza ve hoşgörü göstererek sineye çeker. Şimdi yapılacak bir yeniden çevrim ne kadar güzel olursa olsun, o ilk filmle kıyaslanmaktan kurtulamaz elbette. Ama diğer yandan kendi hayatımdan doğrudan etkilenmiş bu hikayeyi daha düzgün bir yapım kalitesiyle, kendi aklımdaki haliyle aktarmak fikri de çok çekici geliyor. Hatta biraz da kendimi mecbur hissediyorum buna. Benim dışımda bu hikayeyi gerçekten yaşamış insanlara bir tür borç ödeme, geçmişimle gerçekten yüzleşme mecburiyeti diyelim. Bu bir çok insanın sevdiği ve kendine malettiği bir hikaye, bir kült film olabilir; ama aynı zamanda benim hayatımın bir parçası.Teyzem'i yeniden çekmek benim için basit bir "remake" değil, yükünü yıllardır taşıdığım bir mecburiyet.
Teyzem'in gişe rakamlarını hatırlamıyorum ama o günün şartlarında yapımcıyı memnun eden, ortalamanın üstü bir gişe yaptığını söyleyebilirim. Sanırım asıl etkisini yıllar içinde televizyon kanallarında defalarca gösterildiği için yaptı. Sinemaya ilk çıktığı günlerde eleştirmenlerin çoğu çok kötü yazılar yazmışlardı. Beğenmemelerinin sebebi, Halit Refiğ’in siyasi manada farklı bir kutupta olmasıydı. Yıllarca “ulusal sinema kavgası” dediği bir fikir için uğraşmış ve o dönemin bütün sol eğilimli eleştirmenlerini karşısına almıştı. Halit Refiğ yapınca, yaptığı her film kötü olacakmış gibi, bütün eleştirmenler ağızbirliği edip filmi yerin dibine batırdılar. Benim en sevdiğim eleştirmen Fatih Özgüven’di o sıralar. Sadece Fatih, Yeni Gündem’de çok güzel bir yazı yazmıştı. Bir de İbrahim Altınsay’ın güzel bir yazısı vardır. Ama eleştirmenlere rağmen yıllar içinde Teyzem çok popüler bir film oldu. Şimdi çok genç olanlar belki kaçırdılar ve bilmiyorlar ama bir dönemin izleyicisini çok etkilenmiş bir filmdir. Tanışınca insanların hemen ilk hatırladıkları filmim hep o olmuştur.
İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Atıf Yılmaz Sineması adlı bir panele gitmiştim. Atıf Abi’nin, Türk insanının psikolojisi yoktur... Türk insanı iki boyutludur gibi çok sevdiği klişe lafları vardı. Yine onlardan birkaçını sıralamıştı. İzleyici öğrencilerden biri söz aldı ve Atıf Bey, Türk insanının psikolojisi yok diyorsunuz, ama sizin bizi en çok etkileyen filminiz Teyzem'di. Üstelik çok psikolojik ağırlıklı bir filmdi dedi. Atıf Abi gülerek: Yanlış hatırlıyorsunuz. Maalesef Ümit o senaryoyu ilk bana getirmişti, ama Halit çekti. Benim filmim değil dedi.
Teyzem'in afişinde Müjde Ar’ın İstanbul’da günbatımına karışan bir portresi önünde ben ayakta duruyorum. Filmdeki çocuğun büyümüş halini kim canlandırsın gibi bir şey konuşulduğunda Halit Refiğ hiç düşünmeden beni göstermişti. Filmin sonunda bir iki dakikalık korkunç bir oyunculukla perdeyi şenlendiriyorum. Ama afişte de yer almam yapımcının fikriydi. O zamanlar pek çok çizgi roman kapağını, film afişlerinin desenlerini çizen bir ressam, Şahin Karakoç bulunmuştu bu iş için. Benden bir vesikalık resmimi istediler bana ait olmayan, benim vücuduma hiç benzemeyen bir vücut üzerine kondurulan kafam kitsch bir Türk Filmi dünyasında yerini aldı. En yukarıda sanırım daha çok dikkat çekeceği düşünüldüğü için bu yaşanmış bir hikayedir yazıyordu. Afiş bu haliyle sonraki yıllarda yaşadığım Yeşilçam maceramı özetler: Teyzem'le başarılı bir giriş yaptıktan sonra kafamı, istedikleri gibi kullanmaları için Yeşilçam’a ödünç vermeye başlamıştım.
Gül Yaşartürk'le birlikte hazırladığımız "Işık Gölge Oyunları" kitabından alıntı.