Monday 29 October 2012

Yağmur - J. L. Borges


Nihayet ferahlıyor akşam aniden
Dışarda usul usul yağmur yağıyor
Yağıyor mu, yağmış mı? Yağmur daima
Geçmişte yaşanan bir şeydir zaten

İngilizce'den çeviren: Ümit Ünal 
(Borges'in şiirinin bu ilk kıtasını Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan 
"Işık Gölge Oyunları" kitabımın girişinde bu çeviriyle kullandım.)







Sunday 28 October 2012

Baba Olmak - Barış Pirhasan



















Baba olmanın yollarını arıyorum
Bir ara nerdeyse...
Olmadı ama, otuz yıl geçiverdi
Geçiverdi çocuklar yanımdan
Biyolojik baba, saçları dökülen eti gevşeyen
Kırık derin bir çizgi eklenen alnına
Alt bezleri, süt ve ezilmiş sebze
Rendelenmiş elma
Ninniler gibi hüzünlü
Baba
Herşeyi yapmış olmak neye yarar
Ne demek yani ben de ateşlenmiştim onunla
Öksürük şurubu, fitil, sanrılar
Büyütülmüş bir rüya
Gibi büyüdü gitti çocuklar
Ben baba
Baba olamadan
Kırmadan elime tutuşturulmuş kalemi
Bir mecaz cinayetin bile sahibi olamadan
Zaman geçti

Baba olmanın yollarını arıyorum
Bir kadın gerekir mi illa
Ya da mümkün mü bir kadın
Evde dolaşıp kafanın tüm çekmecelerini karıştırırken
Kafanı toplayıp baba olmak
Yarını ve parlak güneşi düşünerek girmek yatağa
Bir ailenin mimarı
Silahlı kuvvet komşular için
Ve onlara karşı
Sandıklarda banka cüzdanlarında korumak
Sıcak
Rutubetli yuvayı
Anne olmak varken
Kandırıp sonsuza kadar sana güvenmiş bir kadını
Çocukları kandırıp
Arkadaş olmak

Baba olmanın yollarını arıyorum
Israrla anneler günümü kutluyorlar
Kimi ciddi kimi alaylı
Ama hepsi emin
Kemik testlerimin hepsi haklı çıkartacak onları
Büyüttüğüm çocuk şeffaf
Ispatı olmayan bu çocuk
Akıl almaz oyunlar oynuyor babacığına
Uzun saçları, otuz iki dişi ve güçlü omuzlarıyla hazır babasından doğmaya
Saklıyorum onu
Ayışığına saklıyorum
Yeraltı sularına saklıyorum
Korku filmlerine saklıyorum
Otel odalarında saklıyorum
Kıyamet haberlerinin satıraralarına
Ters dönmüş güneşin siyah ışınlarına
Herkesin ortasındaki ıssızlıkta
Kaybolan türler gibi
Baba oğul
İmkansız bu dar sokakta
Son oyunlarımızı oynuyoruz


Saturday 13 October 2012

ECEGİLLER - Ece Ayhan



Samyeli de dalgınlıklarla bir çocukmuş
eğilip barışlıklar çizermiş evler üzerine
nasıl bir ağaçdıysak çocukken
tümleçleri özneleri nasıl unuttuysak denizde
turunç olmak istiyoruz yine turunçuz da.
1957

Tuesday 9 October 2012

15 Million Merits - Speech (Black Mirror Series)



"I haven't got a speech I didn't plan words I didn't even try to, I just knew I had to get here, to stand here and I knew I wanted you to listen, to really listen. Not just pull a face like you're listening like you do the rest of the time, a face that you're feeling instead of processing."

"You pull a face and poke it towards the stage, and we lah-di-dah, we sing and dance and tumble around. And all you see up here, it's not people, you don't see people up here it's all fodder. And the faker the fodder, the more you love it, because fake fodder's the only thing that works any more. Fake fodder is all we can stomach. Actually, not quite all; real pain, real viciousness, that, we can take."

"Yeah, stick a fat man up a pole and we'll laugh ourselves feral, because we've earned the right. We've done cell time and he's slacking, the scum, so ha-ha-ha at him! Because we're so out of our minds with desperation, we don't know any better. All we know is fake fodder and buying shit. That's how we speak to each other, how we express ourselves is buying shit."

"What, I have a dream? The peak of our dreams is a new app for our Dopple, it doesn't exist! It's not even there! We buy shit that's not even there. Show us something real and free and beautiful. You couldn't. Yeah? It'll break us. We're too numb for it. I might as well choke. It's only so much wonder we can bear. That's why when you find any wonder whatsoever; you dole it out in meagre portions."

"And only then until it's augmented, packaged, and plumped through 10,000 pre-assigned filters till it's nothing more than a meaningless series of lights, while we ride day in day out, going where? Powering what? All tiny cells and tiny screens and bigger cells and bigger screens and fuck you!"

"Fuck you, that's what it boils down to. It's Fuck you for sitting there and slowly making things worse. Fuck you and your spotlight and your sanctimonious faces. Fuck you all for thinking the one thing I came close to never meant anything. For oozing around it and crushing it into a bone, into a joke. One more ugly joke in a kingdom of millions. Fuck you for happening. Fuck you for me, for us, for everyone. Fuck you!"


Sunday 7 October 2012

Reality Check



Gerçeklik kontrolü: Dünyayla ve gerçeklikle bağlantıyı kontrol edip kendine gelmek. Her insanın, ama özellikle cennet vatanımızda yaşayan herkesin; sabah ve akşam olmak uzere günde en az iki kere "reality check" yapması şarttır. 
Derin bir nefes alıp hayatın en temel gerçeklerini saymak (Adım şu, yaşım bu, işim bu. Su 100 derecede kaynar. 2 kere 2, 4 eder, son 5-6 aydır kendim dahil kimseye yalan soylemedim. Kimseye borcum yok. Dört iyi arkadaşım var. vs.) nerde durduğumuzu bir gözetmek, kısa bir hesaplaşma yapmak çok zor değildir.

Kahvaltıdan sonra diş fırçalamak kadar kısa sürer. Ama ruh sağlığı için daha elzemdir.
Mesela, gelin dünya ahvali hakkında kısa bir “reality check” yapalım:
Dünyada batı-doğu yoktur. Zenginler ve fakirler vardır. Ezenler ve ezilenler, haklılar ve haksızlar, zalimler ve mazlumlar vardır.

Ve bunlar dünyanın her ülkesinde vardır. Batı diye örnek aldığımız, insan hakları konusunda örnek gösterdiğimiz ülkeler de her türlü haksızlığı, zulmü işlemiş, yer geldiğinde işleyen ülkelerdir.

Ama hasbelkader, insan aklının en özgürlükçü ürünleri de batıda çıkmıştır: İnsan hakları, akılcılık, özgür düşünceye saygı vs. Dünyanın her ülkesinde olduğu gibi, batı ülkelerinin kendi içinde de bu "batı kriterleri"ni karalamaya çalışanlar vardır.
İnsan hakları kavramı batıda doğmuştur. Fransız ihtilali sırasında, her insanın, sadece Fransız olanların değil herkesin, eşit haklarla doğduğu, bu dünya üzerinde bildiğimiz kadarıyla ilk kez dile getirilmiştir ve bu ilke evrenseldir. İnsan haklarına bağlı tüm kriterleri tabii ki evrensel saymak zorundayız. Bugün dünyanın herhangi bir ülkesinde bu kriterler ihlal ediliyor olabilir. Bunların hepsine karşı durmak zorundayız. Kendi ülkemizdekilere de.
“Batı” dediğimiz şey tek bir merkezden karar veren bir bütün değildir. Kendi içinde çatışan, savaşan bir sürü güçten oluşur.

Yaşadığımız ülkede nasıl cahiller, hırsızlar, haydutlar, zorbalar varsa bol miktarda "batı ülkeleri"nde de vardır onlardan. Ama burada nasıl akla, sağduyuya inananlar varsa, batıda da vardır. Bu insanların önce birbirlerini anlamaları sonra da güçlerini birleştirmeleri zorunludur.

Çatışma doğu ve batı arasında değildir. Çatışma akıl/akıldışı, zalim/mazlum, zengin/fakir, ezen/ezilen arasındadır.

Zorbalar, hırsızlar, yol kesip adam soyanlar işte bunu anlamamızı istemiyorlar. Batı olsun doğu olsun başka ülkelerde aynen benzerimiz insanların yaşadığını bilmemizi istemiyorlar. Birbirimizi anlamamızı ve güçbirliği yapmamızı istemiyorlar. Çünkü her ülkenin kendi içindeki “kapalı düzen” kapalı kalsın, düzen sürsün istiyorlar. O yüzden "batı" diyorlar, “doğu” diyorlar.

Sadece ülkeleri ayırmak yetmiyor. Bazen ülke içinde de o din bu din, o ırk bu ırk diyorlar. Mezhep diyorlar. Akla kara diyorlar.
Halbuki akın da karanın da iyileri kötüleri, zenginleri fakirleri, zalimleri mazlumları var.
Kötüler ve zalimler ak da olsalar kara da olsalar birbirlerini gayet iyi anlıyorlar ve çoğu zaman gayet güzel işbirliği yapıyorlar. En güzel işbirliğini de mazlumların, iyilerin, fakirlerin kafasını karıştırmak için yapıyorlar.
Bu hafta bir film festivali için Almanya'daydım. Üç Türk arkadaşla yürüyorduk. Uluslararası bir futbol maçı vardı. Bulunduğumuz ufak şehir polis ve futbol kalabalığı kaynıyordu. Futbol kalabalığının çoğunluğu “neo-nazi” denebilecek tiplerdi. Bir birahane kalabalığından “Almanya Almanlarındır, Yabancılar dışarı” diye bağırdılar bizim tarafa doğru. İşsiz güçsüz üç Alman genci birahaneden çıkıyorlardı. Biri bize baktı ve iki eliyle makineli tüfek işareti yapıp bizim Türk grubunu “taradı”sarhoş sarhoş sırıtarak.
Almanya'da milyonlarca zavallıya başlarına gelen işsizliğin, yoksulluğun, harcanan gençliklerinin sebebinin Almanya'daki Türkler olduğu öğretilmiş. Türklerden kurtulsalar iş bulacaklarını, mutlu olacaklarını ve belki maçı da hep alacaklarını sanıyorlar.
Tanıdık gelmiyor mu biraz?
Tabii ki Almanya sokaktaki neo nazi gençlerden ibaret değil. O akşam film gösterimi için sinema salonunda buluştuğumuz insanlarla, herhangi bir ülkedeki insanlar kadar yakındık ve aynı dilden konuşuyorduk. Türkiye'de çok mütevazi koşullarda yapılmış bir film üzerine daha önce Londra, Tel Aviv, Beyrut, Ankara, Antalya, Gaziantep, İstanbul ve daha bir sürü şehirde neler konuştuysak onları konuştuk. Herkes filmi anlamıştı, anlamaktan öte hissetmişti. Sokaktaki serseri gençlerin hiç bilemeyeceği bir dilden anlaştık. O akşam Türk ya da Alman değildik. Sinemaya inanan, hikayelerin gücüne inanan bir avuç insandık.
Bir gün dünyanın her yerinde birbirini anlayabilecek, güç birliği yapabilecek insanların sabah kalkıp bir “gerçeklik kontrolü” yaptığını hayal edin. Üstümüze üstümüze gelen karanlığı yırtacak bir güç oluşturabilir miydik? Evet diyenlere “naif”, “hayalci” diyenler çıkacak biliyorum. Neyse ki dünya naif hayalciler sayesinde ayakta kalıyor. 
(Bu yazı Boxer dergisi 2012 Ekim sayısında yayınlandı.)