Wednesday, 30 November 2011

UFUKLARA YASLANMIŞ, YORGUN DAĞLAR SIRAYLA



Birgün hepinizin hikayesini baştan anlatacağım. Bu bir tehdittir, vaad değil.

Siz, hanımlar beyler, saygıdeğer misafirler, güç seversiniz, sükunet seversiniz. Kimse size dokunmasın, kimse sizin rahatınızı bozmasın, böyle ebediyete kadar sizi sevenlerin yanında mır mır mış mış pinekleyin siz. Bilmediğiniz şu: Kapısında köle olduğunuz güç sahipleri de bir bok değil. Sizi kurtaramazlar. Takılın öyle, kuvvetlilerin gölgesinde hayatınızı yaşayın. Biliyor musunuz, ben de feci şekilde sizdenim, size benzerim...Sizlerin arasında yaşıyorum. Sizlerden biriyim. İşte bu da benim hikayem:

Burnum incecik saçlarına değdiğinde ve içtiği onca birayla sigaraya rağmen hala çocuk kalmış teninin o sıcak, sütlü tarçınlı kokusunu içime içime çektiğimde ben, onu hiç bir zaman unutamayacağımı anlamıştım. Ve o benim karşıma yirmi sene önce bile çıkmış olsaydı, şerefim üzerine yeminler ederim sayın bakan, sayın genel müdürüm ve sayın davetliler; insanın aklını başından alan saçlarının kokusuyla, yirmi sene önce bile karşıma çıkmış olsaydı; hayatta en çok korktuğum şeyin sırrımın ortaya çıkması olduğu o senelerde, kimse anlamasın diye kendime dünyayı zından ettiğim o senelerde bile karşıma çıkmış olsaydı; buyrun yeminler ediyorum, bir an bile tereddüt etmeden hükümet meydanına fırlar ve ulu atamızın huzurlarında haykırabilirdim:

Ben bir ibneyim ve bu çocuğu deliler gibi seviyorum! Buyrun şu anda da haykırıyorum: Ben bu çocuğu çok sevdim, hala da seviyorum.

Hepinize saygılarımı sunuyorum efendim ve n’olursunuz kimse üstüne alınmasın, kimse kızmasın, ben kendimden bahsediyorum, kendi hikayemi anlatıyorum. Kendim olan, 1938 doğumlu, devletimizin, yıllarca nice hizmetlerde bulunmuş sadık bir emekli memuru ve hep içinden okumuş- gizlice yazmış, meclislerde ağzı iyi laf yapar, içtimai ilişkilerinde uzun vadede başarısız ama ilk görüşte herkes tarafından sevilen ben, saygılarımı arzediyorum sayın başkan ve sayın başkan yardımcıları.

1938 yılının bitmek bilmez yağmurlar yağan bir gününde ailemin üçüncü ve sonuncu çocuğu olarak dünyaya geldim, babamın görevli bulunduğu uzak ve tabii ki şirin ilçemizde. Annem babam iki kızdan sonra nihayet bir oğul sahibi olduklarına pek sevinmişler. Sayın müsteşar ve sayın müfettişler kurulu, sizleri çocukluğumun sıkıcı tafsilatıyla boğmak istemiyorum ama o uzun günlerden aklımda kalanları özetle, maddeler halinde sıralamadan geçemeyeceğim:
1. İlçenin eteklerine kurulduğu ve akşam vaktinden önce heryeri karartan, ufuklara yaslanmış yorgun dağlar.
2. Bahçe içinde iki katlı evimizin yol yol boyalı ahşap tavanı.
3. Köylü bir kadının hediye ettiği annemin kesmeye kıyamadığı keklik ve nedense, hanımefendi rahmetlinin ruhu şad olsun, erkek olmasına rağmen Safiye Ayla adını verdiğim köpeğim.
4. Radyonun soluk ışıklı kadranındaki Bratislava yazısı ve ibre oraya getirildiğinde çıkan bağırtkan ses.
5. Hanımelleri arasında bana iki ay önce sünnet olduğu yeri kalkık olarak gösteren sonra da elleten sonra da benim henüz başı deri kaplı erkekliğimi elleyen en sevgili arkadaşım Doğan.
a) Kendisi de yıllar sonra babalarımız ve bendeniz gibi devlet hizmetine atılmıştır.
b) Bir içki sofrasında, yaklaşık otuz beş yıl sonra bana bir itirafta bulunmuştur ve bu bir sır olarak benimle birlikte mezara gidecektir.

Durun bir dakika, tabii ki o güzelim şarkıyı, o sakin sakin başlayıp o yükseklere tırmanan, o babamı bir dağ başında çadır kurmuş bir köylü güzeline sevdalanan cumhuriyet çocuğu olarak hayal ettiğim, sanki YABAN’ın o dertli ve ihtiraslı kahramanı gibi hayal ettiğim şarkı... Şöyle başlardı: ‘Ufuklara yaslanmış, yorgun dağlar sırayla.’ Bizim eve gelen, babamın katiplerinden biri, cümbüş eşliğinde söylemişti:

‘Ufuklara yaslanmış
Yorgun dağlar sırayla
Çadırımın üstüne doğmuş
Akşam yıldızı.
Çıplak
Ayaklarımın altında yorgun yayla.
Ey, edalı, gözleri mavili dağların kızı...’

Pardon, bu dağların kızı mevzuunda, ben gençliğimden beri dağların çocuğu bir haylaz oğlanı hayal ederdim. Ama şarkı şöyle devam ederdi:

‘Ne kadar narinsin,
Güzelsin bilsen.
Bak yorgun gözlerim,
Karşında hayran.
Belki....
(burada şarkı bir durur, sanki enstrümanlar şarkıya katılıyormuş gibi, şarkıcı yorgun bir iç çekerek ‘dirilirim’ derdi.)
Belki... dirilirim...
İçsem elinden.
Senin çam kokulu bir tasçık ayran...’

Çocukluğum aradaki bu nisbette güneşli günlere rağmen çook uzun bir kış mevsimiydi sayın bölüm şefleri ve pazarlama ve satış teşkilatımızın değerli üyeleri. Çocukluk günlerini hayatının en değerli, en özlenen zamanları olarak hatırlayanları hiç anlamamışımdır, hiç de anlayamayacağım. Ben büyüdüğüme her zaman memnun oldum. Babamın rakı kokulu akşam sofralarını, anlatıp durduğu saçma salak hatıraları, çocukluğumu koca bir kara bulut gibi kuşatan savaşı ve savaş bittiği gün babamın pencereden tabancasıyla sarkıp dağlara dağlara ateş edişini, ağzı her geçen gün sağ tarafına doğru yamulan ve evin içinde her geçen gün sessiz bir gölgeye dönüşen annemi, odalardan odalara kıkır kıkır dolanmaktan ve aralarında ayıp bir şeyler konuşmaktan başka şeyler bilmeyen ablalarımı; bunların hepsini geride bırakıp Istanbul’a yollandığım gün hayatımın en mutlu günlerinden biridir. Orada, evet mutlu bir hayat beklemiyordu beni, loş ve upuzun koridorlar, uzun etüd saatleri, onlardan da uzun ders saatleri, parasızlık, iç kapayıcı hafta sonları. Ama evden uzak ne varsa iyiydi, hoştu; aşk geldi beni orada buldu ve orada hayatın en büyük lanetiyle lanetlendiğimi anladım: Ben kendi cinsimi, erkekleri seviyordum, ama onlar beni adamdan saymıyorlardı.

Benden iki sınıf büyüktü. Sarışındı. Okulun iki sarışınından biriydi. Öbür sarışın, Hayri, şişman, yağlı ciltli, çopur suratlının tekiydi. Ama adı hala dilimi yakan ilk aşkım, incecikti ve ellerinde ışıklı bir kudret vardı. Yatakhanede ranza komşumdu. Şimşeklerin bütün boğazı boydan boya aydınlattığı, gök gürültüsünün yatakhanenin camlarını zangır zangır sarstığı bir gece onun yatağına kaçmıştım. Bunca yıl sonra o geceyi hatıramda biraz süsleyip püslüyor, hakikisinden daha mükemmel bir hale getiriyor olabilirim. Teni muhakkak, hatırladığım kadar yumuşak değildi ve elleri, ah o elleri, hayır kimsenin elleri aklımda kaldığım kadar maharetli olamaz. Evet, yıllar içinde o geceyi hiç değilse 50 bin kere yeniden yeniden yaşamış ve kafamda kura kura iyice kusursuz bir hale getirmiş olabilirim. Ama o gece ben o oldum, o bana karıştı ve bir daha hiç bir zaman ayrılmadı. Evet ertesi sabah yüzüme bile bakmadı, sonraları da bucak bucak kaçtı benden. Top oyunlarında beni takımına almadı, arkadaşlarıyla bir araya gelip arkamdan dalgasını geçti, falan filan. Ama benim ilk aşkımdı. Vücut ikliminin sultanıydı. Gençliğim, sonra bütün hayatım kadınlarda ve erkeklerde onu aramakla geçti.

Kadınlar. Hangi birini anlatayım? İyi eğitim almış, istikbali parlak, konuşkan, yüzüne bakılır hatta içine düşülür derecede yakışıklı bir genç adamı kadınlar sevmez mi? Severler. Kadınlarla aram hep iyi oldu. İlk görevim için gittiğim küçük ve şirin bir başka kasabamızda, bütün eşrafın ve memurun deli olduğu bir kıymetli orospu, peşimde deli divane olduydu. Bense onun bıçkın erkek kardeşine deliriyordum. Buluşmalarımız genellikle hanımın evinde gerçekleşiyordu, hanımın aynı zamanda satıcılığını üstlenen erkek kardeşiyle kapıda karşılaşmak ve iki üç çift laf edebilmek için kaç gece gereksiz yere uzattım aşk mesailerimizi... Orospular haricinde temiz aile kızlarının rüyalarını da süslerdim. Babalarıyla arkadaş olduğum kızlar kapı aralarından beni gözler, dedikodumu yaparlardı. Derken bu hanım kızlardan biri karım oldu. Anlatabiliyor muyum bilmem sayın idare amirlerim ve kısım şeflerim? Ruh durumum ne olursa olsun, sosyal durumum evliliği mecburi kılıyordu.

Evliliğim fırtınadan nasibini almamış, sakin bir akşam denizinde, ancak yelkenleri hafif hafif üfleyecek bir rüzgar eşliğinde, suyun üzerinde tüyden hafif adımlarla yürür gibi, karımla elele yaptığımız bir yolculuktu. Bana bir tek gün bile kötü bir söz söylememiştir. Doğru dürüst bir söz söylediğini de hatırlamıyorum açıkçası. Yatağımı sessizce paylaşır, kırk yılda bir uyanan hayvani isteklerime sessizce boyun eğer, biraz yavanca ama güzel yemek yapardı, mutfakta çalışırken bir kere bile ses çıkardığını, hani kimi kadınlar şarkı söyler ya, duymadım. Partimizin sayın kadın kolları başkanı ve değerli üyelerimiz, onun sessiz sakin, insanın avucundan kayıp giden eti, arzumu doyurmayı bırakın, açlığımı bastırmaya bile yetmiyordu. Ama sükuneti bozmak da istemedim onca yıl.

Birlikte bayram kutlamalarına, resmi yemeklere, iş yemeklerine gittik. Erdek’e, Kuşadası’na, Antalya’ya tatile gittik. Onu yanımda götürmek zorunda kaldığım ıssız Anadolu kasabalarında bir kere bile sıkıldım, anneme gideceğim, beni Istanbul’a götür filan demedi.

Çocuğumuz olmadı. İnsan bir çocuğu benim kadar istemiyorsa, olmaz diye düşünyordum ama gittiğimiz doktor “suçun” karımda olduğunu söyledi. Sonra da beni teselli etmek için “sizin gibi derin bir aşkla bağlı bir çift için, çocuk zaten ikinci planda kalır” dedi. Aşkın karımla yaşadığımız şey olmadığını adım gibi bildiğim halde sadece bir kere ondan ayrılmayı, onu bırakıp kendi gönlüme göre yaşamayı düşündüm. Bir akşam yemeğinde, her zamanki gibi sessizce karşımda otururken ağzının, o küçük dipsiz kuyunun, tıpkı yıllar önce annemin ağzı gibi sağa doğru yamulmaya başladığını ilk kez farkettiğimde... O ağzın yamuluşunu gördüğümde bir an hemen sofradan kalkmak, son akşam minibüsüyle en yakındaki il merkezine gitmek, geceyi bir otelde geçirip bankadaki bütün paramı çekmek, bir kısmını karıma yollayıp gerisiyle İstanbul’da bir ev tutmak ve herşeye en baştan başlamak istedim. Ama istemekle kaldım. İstediğimi belli bile etmedim.

Sz şimdi diyorsunuz ki, nerede bize anlatacağın kişi, nerede o aşık olduğun adam. Bu kadar şeyi bize boşuna mı anlattın?

Hayır boşuna anlatmadım. Bu kadar şeyi, size neden anlattım biliyor musunuz? İçinizden bir yazar kılıklı adam, gözlüklü, sinir tipli, şişmanca bir adam beni televizyonda görsün ve beni ufak bir hikayesine mevzuu olarak seçsin diye anlattım. Evet, sevgilimden bahsetmeyeceğim size, “Ufuklara yaslanmış, yorgun dağlar sırayla” şarkısından da daha fazla bahsetmeyeceğim. Evet o öldü, dağlara gitti öldü. Hayır başka tafsilat yok. Herşeyimi verdim size. O da bana kalsın. 

Hayatta en sevdiğim insandı. 24 yaşında çok güzel bir erkekti. Bunlar sizi alakadar etmez. Sadece geçen gün televizyona çıktım ve yüce millletimizle devletimizin bekaası için gerekirse demokrasiden bile fedakarlık edebileceğimizi büyük bir sarahatle anlattım. Evet, edebiliriz, mühim değil, ben burada yerimde durabilmek ve ilk defa televizyona çıkabilmek için ne gerekirse söylerim; sonra siz bilmezsiniz kendimi o yıllanmış televizyon ekranında ilk kez görüp ne kadar değiştiğime, ne kadar yaşlandığıma bakıp ağlarım, siz bilmezsiniz. Siz bilmezsiniz, biz, o şimdi beni düşünüp size bunları yazan adamla aynı şarkıları sevmişizdir, bilmezsiniz. Hayat böyle saçma sapan tesadüflerle doludur, sağcılar ve solcular, faşistler ve komünistler, liberal ve radikaller ve hatta aptallar ve akıllılar bir şarkıda birleşiverir. Gözyaşları içinde o sonsuz kardeşlik hissi bir an sadece bir saniye sürse bile...

                Şimdi hepinizin önünde bütün bunları anlatamadığımı, hiç bir zaman anlatamayacağımı ve ölüm gelip kapımı çaldığında sırrımı kendimle birlikte mezara götüreceğimi biliyorum. Biliyorum, bu, dünyanın en büyük acısıdır. Bu yüzden susuyorum ve siz nezih insanlarla dolu soframızda sessiz bir yıkıntıya dönüşerek rakı bardağımda loş bir köşeye büzülüyorum ve... kafamın içinden geçen bu cümleleri sonsuza kadar unutuyorum.. evet unutuyorum sayın efendim. Birgün hepinizin... hepimizin hikayesini baştan anlatacağım. Bu bir tehdittir, vaad değil. Sonsuz ve en samimi teşekkürlerimle. 

© Ümit Ünal 2011