23. Uluslararası İstanbul Kısa Film Festivali'nin açılış gecesinde yaptığım konuşmanın metni.
Bugün Türkiye'de birçok kısa film yarışması yapılıyor, birçok kuruluş kısa filme destek veriyor. Ama yaklaşık 25 yıl önce, benim de ilk kısa filmlerimi yaptığım dönemlerde, İFSAK'ın düzenlediği bir tek kısa film yarışması vardı. Kısa film, teknik koşulların da yetersizliğinden ötürü, çok kıyıda kalmış bir şeydi. O yıllarda, bir kısa filmi çekebilmek ve gösterime hazır hale getirebilmek bile bir başarıydı. Kısa film yarışmalarına çok az sayıda katılım olur, içeriğinden çok filmin teknik kalitesi ve arkasındaki emek ön plana geçerdi. Bugün, dijital teknolojinin gelişimi sayesinde bir küçük kamera ve ev bilgisayarı ile etkileyici kısa filmler üretmek ve bu filmlere gösterim alanı bulmak mümkün. Yapımcıya gerek yok, dağıtımcıya gerek yok, tanıtıma gerek yok, en güzeli de fazla paraya gerek yok. Kısa filmde söyleyecek ciddi bir sözünüz varsa, bunu ilginç bir yolla söyleyebiliyorsanız, filminizi yarışmalar ya da mesela internet üzerinden gösterime sunabilir ve çok kısa sürede binlerce kişiye ulaşabilirsiniz. Kahkaha atan bebek, hapşıran panda ya da konuşan kedileri kastetmiyorum tabii.
Ama tam bu aşamada asıl önemli noktaya geliyoruz:
Söyleyecek bir şeyiniz var mı?
Hayatta bazı şeyler var ki, kalabalıkta dile getirilemiyor. Mesela ben burda konuşmaya çalışırken bazı şeyleri söyleyemiyorum. Toplumsal kısıtlamalar var elbette ama tamamen özgür olsam da söyleyemezdim belki, çünkü bazı şeyler söze gelmiyor. Sırlar veya açık saçık hikayeleri kastetmiyorum. İçimizde hissettiğimiz ama kolay dile getiremediğimiz şeylerden bahsediyorum. Hayatımızı en derinden yönlendiren, bizi mutlu ya da perişan eden ama kolayca dile getiremediğimiz o kadar çok şey var ki...
Bence sanat işte bunları anlatmak ve anlamak için vardır. Bir sanatçı, iyi ve has sanatçı, bunları dile getirmek için işe başlar. Gerçek bir sanatçının, söyleyeceği gerçek bir sözü, bir meselesi vardır. Söyleyemezse ölür, gördüğü şeyi yazı, resim, müzik ya da film olarak paylaşması şarttır.
Ama bu ülkede çocukluktan başlayarak "Küçükler her işe karışmaz" diyerek yetiştirirler bizi. "Sen sus bakayım" en sık duyduğumuz laftır. Büyüdükçe "Aman kaçayım, neyime gerek"ler, "Ben bulaşmayayım abi"ler, "Salla başını, al maaşını" lafları başlar...
Ülkemizde suya sabuna dokunan bir söz söylemek, hele aykırı konularda aykırı ve yüksek sesle konuşmak ya ayıptır, ya günahtır, ya yasaktır. Her geçen gün "yeniden düzenlenen" tabular listemiz uzar gider, otosansür bir milli hasletimizdir.
O yüzden bu ülkede sanat yapmaya kalkan insanların çoğu, özellikle gençler, gerçek sözler söylemekten, kendi hayatları hakkında konuşmaktan, hayatlarıyla, geçmişleriyle, çevreleriyle hesaplaşmaktan çekinirler, korkarlar. Anne babalarından, abileri ablalarından, öğretmenlerinden öğrendikleri sözleri, "tutması garantili" kalıpları tekrarlarlar. Maalesef bir çok kısa film yönetmeni genç uzun metraj, klip, reklam ya da dizi çekebileceğini kanıtlamak ve bir an önce sisteme katılmak için film çeker. Televizyondan pompalanan şişme plastik estetik öyle içe işlemiştir ki, uzun metraj filmlerimizin de çoğu TV programı, reklam veya dizilere benzer.
Oysa kısa film gerçekten başlıbaşına bir tür olabilir. Özgür bir alan olabilir. Ticari sinemanın dışında, televizyonun, reklamın, sponsorlar dünyasının dışında, orada söylenemeyen şeylerin söylendiği bir yer olabilir. Bizi kuşatan duvarların dışında düşünmek için bir araç olabilir.
Bunun için gerçekten o duvarların dışında düşünmeye cesaret edebilecek insanlara ihtiyaç var. Öğretilen sınırları geçmeye cesaret edecek sanatçılara ihtiyaç var. Hayatta ve sanatta bize öğretilen sınırlar, aslında çok dayanıksızdır. Yeterli bir güçle üstüne basıp geçsek o sınırlar kaybolur gider.