Kameranın düğmesine basarsınız, uzun bir süre akar, göstereceğiniz ne varsa kesintisiz bir kayıt içinde canlanır. Düğmeye tekrar basıp kamerayı durdurduğunuzda elinizde, kaydedilmiş uzun ve sıkıcı bir yaşantı parçası olabilir. Ya da akıllardan çıkmayacak bir plan/sekans yaratmış olabilirsiniz.
Filmler kamera/stop komutları arasında kaydedilmiş planlardan oluşur. Heykeltraşın mermerdeki "fazlalıkları" ayıklaması gibi, çekilmiş planların "fazla" kısımlarını ayıklama işlemi yani kurgu, sinemanın temelidir. "Ayıklanmış" planlar bir araya gelir ve sahneleri oluştururlar. Kendi başına bütünsel bir fikir ifade eden sahneler toplamına da sekans denir, yazıdaki paragraflar gibi.
Ama bazı yönetmenler, planları kesmek ve ayıklamak yerine uzun, kesintisiz sekanslar çekmeyi tercih eder. Bazısı durgun sekanslar yaratırken, bazısı kamerayı hareket ettirerek yakın/genel ölçekler arasında dolaşır, ya da oyuncuyu ve nesneleri kameraya yaklaştırır, mekandan mekana geçer. Tek plandan oluşan sekansların benim için sihirli bir yanı vardır. Filmin yarattığı gerçeklik yanılsaması yoğunlaşır, kesmelerin doğurduğu "film icabı" hissi kaybolur, kesintisiz bir plan içinde film bizim gündelik hayatımıza benzer bir deneyim sunar. Bir yönetmen/seyirci olarak, iyi bir plan/sekans çekebilen yönetmenin hayal gücüne ve teknik becerisine hayranlığım artar elbette.
Size yıllar içinde hayran olduğum 5 plan/sekans'tan söz edeyim. Yalnız yazı spoiler içeriyor, eğer bu filmleri görmediyseniz, gördükten sonra okumanızı tavsiye ederim.
Yolcu üniversitede sinema okurken plan/sekans olayına ilk uyandığımız filmdi, finalindeki olağanüstü plan/sekans benim gördüğüm ya da dikkat ettiğim ilk örnekti. Film kendi hayatından kaçmaya, başkasının kılığına girmeye çalışan bir adamın kendini bulduğu cehennemde yaşadıklarını ve ölümünü anlatır. Jack Nicholson'un canlandırdığı gazeteci karakteri, İspanya'da bir otel odasında peşindeki adamların gelip onu öldürmesini bekler. Ölüm/cinayet anı için Antonioni olağanüstü bir metafor bulmuştur. Bize cinayeti sadece seslerle anlatır, kamerasını olaya çevirmez. Bunun yerine kamera kesintisiz bir harekette demir parmaklıklı otel penceresine yaklaşır. Yaklaşır yaklaşır ve tam ölüm anında birden demir parmaklıkların arasından süzülür gibi çıkar. Tüm film boyunca "özgürlük" arayan, kaderinden kaçan adam, ancak ölünce gerçekten özgür olabilmiştir. Kamera köy meydanında turlar. Katillerin geliş gidişlerini, polislerin ve maktulun yakınlarının gelişini vs izleriz. Sonra otele doğru döner, otelin pencerelerini tarayarak dolaşır ve karakterin öldüğü odanın penceresinde durur, parmaklıklar yerindedir, içeride bir ceset ve başında yakınları vardır. Bu sekansın neredeyse müziği andıran doğal sesleri, kusursuz kamera kullanımı, demir parmaklık buluşu... hepsi beni sinemanın sihirden ibaret olduğuna bir kez daha inandırmaya yeter.
Touch of Evil (Türkiye'de ne isimle gösterildi bilmiyorum, "Kötülüğün Teması" denebilir.) Orson Welles'in kara film denemesi. Türün gereklerini hikaye kuruluşu, oyunculuk, kamera kullanımı gibi her alanda başarıyla yerine getirir. Filmin üç dakika kesintisiz bir plandan oluşan açılışı, efsane olmuş bir plan sekanstır. Planın başında yakın çekim bir bomba görürüz. Bomba bir arabaya konur, araba Meksika- ABD sınırını geçmek üzere hareket eder. Neşeli, sarhoş, eğlenceden dönen insanlar arasından ilerler. Filmin baş kahramanı olacak "iyi polis" ve eşi arabayla yanyana gelir, uzaklaşırlar. Üç dakika boyunca başka da büyük bir olay olmayan bu sahneyi yüreğimiz ağzımızda seyrederiz: "Bomba patladı patlayacak". Orson Welles'in zekası ve yeteneğine bir kez daha şapka çıkarırız.
Robert Altman'ın Oyuncu filmi açgözlülük, kötülüğün zaferi, dünyanın adaletsizliği, vb bir çok şey hakkındadır. Ama bir yandan da sinema ve film yapmak hakkındadır. Film "Touch of Evil" dahil bir çok filmdeki plan sekanslara atıfta bulunan sekiz dakikalık bir plan sekansla açılır. Bir Hollywood stüdyosunun sabah telaşını olay ve kişilere yaklaşıp uzaklaşan bir kameradan, neredeyse bir belgesel havasında izleriz ve olay örgüsünün hemen hemen tüm kilit noktaları ve önemli karakterleri bir bir sunulur. Stüdyonun güvenlik müdürü bir yandan arkadaşına dert yanıp durmaktadır: "Nerde o eski filmler? 'Touch of Evil', 'The Rope'... Şimdi her film kes, kes, kes, öyle yapılıyor"... Bu sekansta Robert Altman'ın kendiyle, sinemayla, üslup denen şeyle dalga geçerken aynı zamanda ciddi bir hikaye kurmasına hayranım.
Bir iki Türk filminde sıkıldım diye bir arkadaşım beni "ağır filmden anlamıyorsun" diye suçlamıştı. "Ağır filmler"in atalarından biri olan bu filmin tutkulu bir hayranıyım. Bu final sahnesi, eğer dramatik temeli iyi kurulursa, hazırlığı iyi yapılırsa en uzun, en "ağır" sahnenin bile can sıkıcı olamayacağını kanıtlar. Film gönüllü bir sürgüne çıkmış bir Rus şair hakkındadır. Memleketinden uzakta, İtalya'da bir kaplıca kasabasında hastalık ve hasretle cebelleşen şair, herkesin deli gözüyle baktığı yaşlı bir adamla tanışır. Yaşlı adam, kaplıcanın en büyük havuzunu elinde bir mumla, mum sönmeden boydan boya geçebilen biri çıkarsa herşeyin çözüleceğine inanır. Ama bu adağını gerçekleştiremeden intihar eder. Şair onun inancını, adak hayalini üstlenir; bu uzun sekans boyunca sadece elinde bir mumla hasta bir adamın boş bir havuzu boydan boya geçmeye çalışmasını izleriz. Mum iki kez söner. Üçüncü denemeyi seyrederken o mum sönmesin diye ben de ellerimi siper yapmak istemiştim.
Yakın gelecekte geçen bu çok sevdiğim filmde Alfonso Cuaron'un başardığı şeylerden biri, bir bilim kurgu dünyasını günümüzün sıradan gerçeği gibi gösterebilmek. Bunu da en çok uzun plan/sekansların sağladığı gerçeklik yanılsamasına borçlu. Hikayesini uzun uzun özetlemeyeyim ama bu sekansta gizlice bir yerden bir yere giden bir grup "iyi" insan ormandaki çetelerin saldırısına uğruyor. Bu sahnenin ilk seyredişte bende yarattığı duygu saf dehşet olmuştu. İki yönlü bir dehşet: Birincisi hikayenin akışında, sahnenin kendisinin verdiği keskin dehşet, ikincisi de "bunu nasıl çekmiş?" sorusunun dehşeti. Sonradan filmle ilgili yazılar ve filmin dvd ekstralarında sahnenin çekimine dair bolca şey öğrendim. Özel inşa edilen arabayı, kurulan kamera düzeneğini, yaratılan dijital efektleri anladım. Diğer filmlerin, örneğin Yolcu'nun çekim sırasında "elle yapılmış" efektlerinin tersine bu sahnede bolca dijital efekt var, teknik olarak bu sekans "tek plan" değil zaten, kamera arabadan çıkmadan önce uzun plan bitiyor ama efektle tek plan etkisi sürdürülüyor. Yine de bu sekansın büyüsü kaybolmadı benim için.
Ümit Ünal
Bu yazı Ekşi Sinema sitesinde yayınlandı: http://eksisinema.com/sinemacilarin-gozunden-umit-unal-bes-plan-sekans/
Filmler kamera/stop komutları arasında kaydedilmiş planlardan oluşur. Heykeltraşın mermerdeki "fazlalıkları" ayıklaması gibi, çekilmiş planların "fazla" kısımlarını ayıklama işlemi yani kurgu, sinemanın temelidir. "Ayıklanmış" planlar bir araya gelir ve sahneleri oluştururlar. Kendi başına bütünsel bir fikir ifade eden sahneler toplamına da sekans denir, yazıdaki paragraflar gibi.
Ama bazı yönetmenler, planları kesmek ve ayıklamak yerine uzun, kesintisiz sekanslar çekmeyi tercih eder. Bazısı durgun sekanslar yaratırken, bazısı kamerayı hareket ettirerek yakın/genel ölçekler arasında dolaşır, ya da oyuncuyu ve nesneleri kameraya yaklaştırır, mekandan mekana geçer. Tek plandan oluşan sekansların benim için sihirli bir yanı vardır. Filmin yarattığı gerçeklik yanılsaması yoğunlaşır, kesmelerin doğurduğu "film icabı" hissi kaybolur, kesintisiz bir plan içinde film bizim gündelik hayatımıza benzer bir deneyim sunar. Bir yönetmen/seyirci olarak, iyi bir plan/sekans çekebilen yönetmenin hayal gücüne ve teknik becerisine hayranlığım artar elbette.
Size yıllar içinde hayran olduğum 5 plan/sekans'tan söz edeyim. Yalnız yazı spoiler içeriyor, eğer bu filmleri görmediyseniz, gördükten sonra okumanızı tavsiye ederim.
Yolcu (The Passenger), Michelangelo Antonioni
Yolcu üniversitede sinema okurken plan/sekans olayına ilk uyandığımız filmdi, finalindeki olağanüstü plan/sekans benim gördüğüm ya da dikkat ettiğim ilk örnekti. Film kendi hayatından kaçmaya, başkasının kılığına girmeye çalışan bir adamın kendini bulduğu cehennemde yaşadıklarını ve ölümünü anlatır. Jack Nicholson'un canlandırdığı gazeteci karakteri, İspanya'da bir otel odasında peşindeki adamların gelip onu öldürmesini bekler. Ölüm/cinayet anı için Antonioni olağanüstü bir metafor bulmuştur. Bize cinayeti sadece seslerle anlatır, kamerasını olaya çevirmez. Bunun yerine kamera kesintisiz bir harekette demir parmaklıklı otel penceresine yaklaşır. Yaklaşır yaklaşır ve tam ölüm anında birden demir parmaklıkların arasından süzülür gibi çıkar. Tüm film boyunca "özgürlük" arayan, kaderinden kaçan adam, ancak ölünce gerçekten özgür olabilmiştir. Kamera köy meydanında turlar. Katillerin geliş gidişlerini, polislerin ve maktulun yakınlarının gelişini vs izleriz. Sonra otele doğru döner, otelin pencerelerini tarayarak dolaşır ve karakterin öldüğü odanın penceresinde durur, parmaklıklar yerindedir, içeride bir ceset ve başında yakınları vardır. Bu sekansın neredeyse müziği andıran doğal sesleri, kusursuz kamera kullanımı, demir parmaklık buluşu... hepsi beni sinemanın sihirden ibaret olduğuna bir kez daha inandırmaya yeter.
Touch of Evil, Orson Welles
Touch of Evil (Türkiye'de ne isimle gösterildi bilmiyorum, "Kötülüğün Teması" denebilir.) Orson Welles'in kara film denemesi. Türün gereklerini hikaye kuruluşu, oyunculuk, kamera kullanımı gibi her alanda başarıyla yerine getirir. Filmin üç dakika kesintisiz bir plandan oluşan açılışı, efsane olmuş bir plan sekanstır. Planın başında yakın çekim bir bomba görürüz. Bomba bir arabaya konur, araba Meksika- ABD sınırını geçmek üzere hareket eder. Neşeli, sarhoş, eğlenceden dönen insanlar arasından ilerler. Filmin baş kahramanı olacak "iyi polis" ve eşi arabayla yanyana gelir, uzaklaşırlar. Üç dakika boyunca başka da büyük bir olay olmayan bu sahneyi yüreğimiz ağzımızda seyrederiz: "Bomba patladı patlayacak". Orson Welles'in zekası ve yeteneğine bir kez daha şapka çıkarırız.
Oyuncu (The Player) Robert Altman
Robert Altman'ın Oyuncu filmi açgözlülük, kötülüğün zaferi, dünyanın adaletsizliği, vb bir çok şey hakkındadır. Ama bir yandan da sinema ve film yapmak hakkındadır. Film "Touch of Evil" dahil bir çok filmdeki plan sekanslara atıfta bulunan sekiz dakikalık bir plan sekansla açılır. Bir Hollywood stüdyosunun sabah telaşını olay ve kişilere yaklaşıp uzaklaşan bir kameradan, neredeyse bir belgesel havasında izleriz ve olay örgüsünün hemen hemen tüm kilit noktaları ve önemli karakterleri bir bir sunulur. Stüdyonun güvenlik müdürü bir yandan arkadaşına dert yanıp durmaktadır: "Nerde o eski filmler? 'Touch of Evil', 'The Rope'... Şimdi her film kes, kes, kes, öyle yapılıyor"... Bu sekansta Robert Altman'ın kendiyle, sinemayla, üslup denen şeyle dalga geçerken aynı zamanda ciddi bir hikaye kurmasına hayranım.
Nostalghia, Tarkovsky
Bir iki Türk filminde sıkıldım diye bir arkadaşım beni "ağır filmden anlamıyorsun" diye suçlamıştı. "Ağır filmler"in atalarından biri olan bu filmin tutkulu bir hayranıyım. Bu final sahnesi, eğer dramatik temeli iyi kurulursa, hazırlığı iyi yapılırsa en uzun, en "ağır" sahnenin bile can sıkıcı olamayacağını kanıtlar. Film gönüllü bir sürgüne çıkmış bir Rus şair hakkındadır. Memleketinden uzakta, İtalya'da bir kaplıca kasabasında hastalık ve hasretle cebelleşen şair, herkesin deli gözüyle baktığı yaşlı bir adamla tanışır. Yaşlı adam, kaplıcanın en büyük havuzunu elinde bir mumla, mum sönmeden boydan boya geçebilen biri çıkarsa herşeyin çözüleceğine inanır. Ama bu adağını gerçekleştiremeden intihar eder. Şair onun inancını, adak hayalini üstlenir; bu uzun sekans boyunca sadece elinde bir mumla hasta bir adamın boş bir havuzu boydan boya geçmeye çalışmasını izleriz. Mum iki kez söner. Üçüncü denemeyi seyrederken o mum sönmesin diye ben de ellerimi siper yapmak istemiştim.
Son Umut (Children of Men), Alfonso Cuaron
Yakın gelecekte geçen bu çok sevdiğim filmde Alfonso Cuaron'un başardığı şeylerden biri, bir bilim kurgu dünyasını günümüzün sıradan gerçeği gibi gösterebilmek. Bunu da en çok uzun plan/sekansların sağladığı gerçeklik yanılsamasına borçlu. Hikayesini uzun uzun özetlemeyeyim ama bu sekansta gizlice bir yerden bir yere giden bir grup "iyi" insan ormandaki çetelerin saldırısına uğruyor. Bu sahnenin ilk seyredişte bende yarattığı duygu saf dehşet olmuştu. İki yönlü bir dehşet: Birincisi hikayenin akışında, sahnenin kendisinin verdiği keskin dehşet, ikincisi de "bunu nasıl çekmiş?" sorusunun dehşeti. Sonradan filmle ilgili yazılar ve filmin dvd ekstralarında sahnenin çekimine dair bolca şey öğrendim. Özel inşa edilen arabayı, kurulan kamera düzeneğini, yaratılan dijital efektleri anladım. Diğer filmlerin, örneğin Yolcu'nun çekim sırasında "elle yapılmış" efektlerinin tersine bu sahnede bolca dijital efekt var, teknik olarak bu sekans "tek plan" değil zaten, kamera arabadan çıkmadan önce uzun plan bitiyor ama efektle tek plan etkisi sürdürülüyor. Yine de bu sekansın büyüsü kaybolmadı benim için.
Ümit Ünal
Bu yazı Ekşi Sinema sitesinde yayınlandı: http://eksisinema.com/sinemacilarin-gozunden-umit-unal-bes-plan-sekans/