Wednesday, 3 October 2018

Varlık - Eylül 2018 sayısından. Röportaj: İsmail Doruk.




Varlık dergisi olarak bu ayki sinema ve edebiyat köşesinde sizinle söyleşi yapmak istedik. İlk olarak sinemaya girişinizi ve senaristlikten yönetmenliğe geçişinizi anlatır mısınız?

1981-85 yılları arasında İzmir 9 Eylül Üniversitesi'nde sinema okudum. Sinemaya okulda yaptığım kısa filmlerle başladım denebilir. İlk senaryom Teyzem'i de kendi hayatımdan esinlenerek okuldayken yazdım. Profesyonel manada ilk işim 1986'da, Atıf Yılmaz'ın Adı Vasfiye filminde reji asistanlığıydı. Teyzem'i sette Müjde Ar'a sonrasında da Ertem Eğilmez'e okutmayı başardım. Onların beğenmesi ve desteklemesi sonucunda Teyzem 1986'da Halit Refiğ'in yönetmenliğinde filme çekildi. Başarılı olunca ardından peşpeşe diğer senaryolar geldi. Yönetmenliğe geçiş, sinemaya yazar olarak girmekten çok daha zor oldu, uzun zaman aldı. İlk filmim 9'u kendi kısıtlı imkanlarımla ancak 2001'de çekebildim.

Yeşilçam’dan bu yana sinema üretmeyi sürdürüyorsunuz. O dönemle şimdiki dönemi kıyasladığınızda film yapmak ile ilgili neler değişti ve bu değişim Türk sinemasını nasıl etkiledi?

1985'te girdiğim sinema dünyası ile bugünün sineması arasında deyimin tüm ağırlığıyla dağlar kadar fark var. O günlerde Yeşilçam, kendi yağıyla kavrulan, ufak ama Barış Pirhasan'ın deyişiyle “vahşi” bir endüstriydi. Ticari filmler şimdiki büyük gişe rakamlarına asla ulaşamıyordu. Bağımsız sinemamız yoktu, henüz fikri bile yoktu. Elbette yurt dışında saygınlık kazanmış yönetmenlerimiz vardı ama bunlar iç piyasanın vahşi koşullarını değiştiremiyordu. Yeşilçam 1990'ların başında öldü ama ticari Yeşilçam zihniyeti şimdi TV dünyasında yaşıyor. Sinemanın üretim biçimleri Yeşilçam'dan çok farklı artık. Bu ölüme üzülüyorum diyemem, ömrünü tamamlamış bir yapıydı ve bitti. Ama diğer yandan, bir tür gönül bağıyla kendimi borçlu hissettiğim bir Yeşilçam var. Atıf Yılmaz, Ertem Eğilmez, Halit Refiğ gibi ustalarla birebir tanışıp çalışabildiğim için kendimi çok şanslı sayıyorum. Sonraları yönetmen olarak yaptığım sinemanın onların sinemasıyla ilgisi yok ama temel teknik bilgileri, ekonomik çalışmayı o ustaların yanında öğrendim. Onlardan sadece teknik bilgi değil, çalışma hayatına dair insani ipuçları da edindim.

Sinemaya senaryo yazarlığı ile başladınız ve çoğunlukla kendi senaryolarınızı çekiyorsunuz. Bu durum size gelen senaryolarda gördüğünüz eksiklerden mi kaynaklanıyor yoksa tamamen kendi hikayelerinizi çekmek istemenizden mi?

İkincisi. Kendimi “hikayeci” olarak tarif ediyorum. Kafam sürekli karakterler, diyaloglar, tuhaf dramatik anlar, durumlar üretip duruyor. Sinema yapamadığım zaman hikayeler, romanlar yazdım ve yine kendi dertlerimi anlattım. Ya da çizdim ve yine “hikayeli” resimler yaptım. O yüzden başkalarının hikayelerini anlatmak çok çekici gelmiyor, öncelikle kafamın içinde gün ışığına çıkmak için bekleşen hikayelerden kurtulmam gerek. Ama yapımcılardan teklif geldiğinde elbette okuyorum ve değerlendiriyorum. Bir başkasının hikayesini kendi dünyama yakın bulursam çekiyorum. Gölgesizler ve Ses filmlerim öyle gerçekleşti.

Son dönemlerde Türk sinemasının senaryo sorunundan bahsedildiğini sıkça duyuyoruz; okuduğunuz senaryolarda en sık rastladığınız kusurlar nelerdir bir senarist kendini nasıl geliştirmelidir bunun bir formülü var mı sizce?

Türk sinemasının en temel eksiği yaslanacak bir dramatik geleneğin olmaması. Edebiyatımızda birbirinden beslenen, ya da birbirine karşı çıkarak, isyan ederek var olan kuşaklardan bahsedilebilir ama sinemamızda büyük bir gelenek boşluğu var. Biz çok özel bir iki örnek dışında kendi özgün dilini yaratamamış anonim bir sinemadan; minimalist, kişisel, hikaye karşıtı bir “sanat” sinemasına atladık. Arada ciddi bir kopukluk yaşandı. Birkaç sıradışı iyi örnek dışında “sanat sinemamız”ın neredeyse karikatürize kalmasının, seyirciden kopmasının temel sebebi bu.
Bir sinemacı kendisini sadece sinemayla sınırlamamalı, edebiyatı, tiyatroyu da çok iyi öğrenmeli, takip etmeli. Kendini ülkenin ve dünyanın sanatında bir perspektife yerleştirebilmeli. Dünyada neler olduğunu elbette bilmeli ama bu ülkenin yetiştirdiği sanatçıları ve sadece günün meşhurlarını değil eski büyükleri de dahil ederek değerlendirebilmeli. Sinemayı sadece sinemadan öğrenerek yetişen, referansları sadece filmler olan yönetmenler genellikle yüzeysel, teknik insanlar oluyorlar.

Filmlerinizi hikaye anlatma üzerine kurduğunuzu görüyoruz, bazı filmler ise bir atmosfer yansıtma üzerine odaklanıyor, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz ve böyle bir ayrıma nasıl bakıyorsunuz?

Böyle bir ayrım var elbette. Amerikan sineması tamamen hikaye anlatmaya yönelik kuralları olan bir sinema, köklerini Anglo-Sakson edebiyat ve tiyatro geleneğinde bulmuş. Avrupa'da ise geleneksel dramatik hikaye karşıtı, daha çok atmosfere, karakter çözümlemelerine yaslanan, dramatik kurallara başkaldıran bir alternatif doğmuş. Ben daha önce de söylediğim gibi, hikayeciyim. Sevdiğim,anladığım ve yapabildiğim sinema hikaye sineması. Ama Hollywood gibi kurallara, formüllere bel bağlamıyorum, içimden gelen hikayeleri aklıma nasıl eserse öyle anlatmaya çalışıyorum.

Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler adlı romanını başarılı bir biçimde sinemaya uyarladınız. Gölgesizler filmini çekme sürecini anlatır mısınız? Sizi cezbeden şey neydi?
Gölgesizler'i film yapmak aslında yapımcı ve oyuncu Hakan Karahan'ın hayaliydi. Hakan beni çevirmen arkadaşım Lucy Wood aracılığıyla buldu ve filmi çekmeyi önerdi. Daha önce Hasan Ali Toptaş okumamıştım. Gölgesizler'i ilk okuduğumda çarpıldım ama sinemaya uyarlanması çok zor bir metindi. Çok katmanlı, farklı bakış açılarına, yorumlara açık, uzun bir şiir gibiydi bence. İlk tanışmamızda Hakan Karahan'a bu romanın ancak bir katmanından serbest bir uyarlama yapabileceğimi söyledim. Filmi çekerken verdiğim her röportajda da bunun benim Gölgesizler “cover”ım olduğunu, yani bu romandan çıkabilecek yorumlardan sadece biri olduğunu, başka bir yazar/yönetmenin bambaşka bir film çekebileceğini söyledim. Hasan Ali'nin metnini büyük bir saygıyla ele aldım ama romanda yakaladığım politik katmanı ve olay örgüsünü öne çıkararak yeniden yazdım. Senaryoda bulduğum çözümlerin, edebiyat uyarlamaları açısından oldukça ilginç ve özel olduğunu düşünüyorum, bu zamanla anlaşılır umarım. Sonuçta ortaya çıkan film, romanın sıkı hayranlarını memnun etmedi. Şahsen çok sevdiğim yanları var, elimden kaçırdığım ve hiç sevmediğim yerleri var. Kendi filmografim içinde ayrıksı bir yere oturdu, diğer filmlerimden farklı bir yerde duruyor.

Uyarlamadan söz açılmışken, ülkemizdeki edebiyat sinema ilişkisini yeterli buluyor musunuz ve uyarlamalarda sizce eserin özünün tam yansıtılması mı önemli, eserdeki hikayeye yönetmenin bakış açısını eklemesi mi?

İyi uyarlama filmler için ölçüt, kaynak aldığı edebiyat yapıtını unutturabilmek olmalı. Sonuçta sinema ve edebiyat apayrı sanatlar. Kullandıkları araçlar başka, dilleri başka. Bir romandaki parlak bir cümle, binlerce okurun kafasında apayrı imgeler canlandırır. Bir filmin bunları tek tek yansıtabilmesi imkansız. Yönetmen ancak o romandan anladığı temel bilgiyi kullanarak, kendi bakış açısına göre bir film yapabilir. Kendi bakış açısını katmak, zaten kaçınılmaz bir durum, tersi imkansız. Ama bu bakış açısı romanın kendisini aratmayacak bir derinliğe, özgünlüğe varabiliyor mu, mühim olan o.

Sinema edebiyat ilişkisini iyi bilen birisi olarak sizce şiirin sinemaya bir katkısı var mı?
Zorda kaldığım, sıkıldığım dönemlerde dua okur gibi içimden tekrar ettiğim şiirler var. Şiir bize hayat hakkında başka türlü anlatılamayacak, başka hiçbir yerde bulunamayacak sırlar fısıldar. Büyük şiirler dev “hayat bilgisi” kitapları gibidir. Bir de, şiir bize dilin sınırlarını zorlamayı öğretir. Şiir dilin eğilip büküldüğü, zorlandığı, şairin başka kimsede olmayan kendi sesini bulduğu yerlerde başlar. Aynen sinemada da, sadece düzgün sinema dili kullanarak iyi yönetmen olunmaz, sinema dilini zorlamak kendi sesini bulmak gerek. Bunun yolu bence iyi bir şiir okuru olmaktan geçer.

Gündelik hayatınızda edebiyatla ilişkiniz nasıl; sürekli takip ettiğiniz yazarlar ve dergiler var mı; ne tür kitaplar ilginizi çeker?

En çok kurmaca okuyorum. Roman, hikaye, oyun. Kimi sevdiğim yazarları tekrar okuyorum. Sait Faik'in, Leyla Erbil'in, Bilge Karasu'nun kimi hikayeleri neredeyse ezberimdedir. Bazen popüler bilim kitapları, özyaşam öyküleri, söyleşi kitapları da ilgimi çekiyor.

Birbirine bağlantılı kısa filmlerden oluşan Anlat İstanbul ve konusu yemek olan sanırım ilk Türk filmi Sofra Sırları gibi özgün işlere imza attınız. Bu tür projelerde gişe beklentisi bir engel olarak çıkıyor mu ve bunu nasıl aşıyorsunuz?

Genelde çok kısıtlı bütçelerle film çektim. Bazen de bütçesiz, herkesin gönüllü çalıştığı işler yaptım. 9, Ara, Nar gibi filmlerimde kimse para kazanmadı ama ekipçe gerçekten zevk aldığımız ve yıllar sonra bile gurur duyduğumuz işler yaptık. Sofra Sırları da piyasadaki diğer filmlere göre çok küçük bütçeli bir işti. Büyük gişe beklentisiyle girişilmiş bir iş değildi zaten. Filmlerim gişe rakamlarıyla anılmadı hiç, izleyicisini uzun vadede bulan filmler yaptım. Ama her biri de bir şekilde kendi masrafını çıkardı, filmlerim yüzünden kimse batmadı. Gişe, satış gibi işler yapımcının gücüne, girişkenliğine, ticari zekasına bağlı şeyler. Bir yönetmen bunlarla kafasını yormamalı, yorsa da bir şey fark etmiyor zaten.

Son olarak üzerinde çalıştığınız bir proje var mı, sıradaki eserinizden bahseder misiniz?

Farklı yapımcılarla konuştuğum farklı projeler var. Ama ülkenin gündemi, ekonominin göstergeleri sürekli hareketli olunca şirketlerin karar vermesi de zorlaşıyor. Bir yandan da yine 9, Ara gibi bütçesiz bir senaryo yazıyorum. Diğer işler olmazsa sıfır bütçeyle onu çekeceğim.



Saturday, 28 April 2018

İzlekler Dergisi'nden bir alıntı.


İzlekler dergisinin Mayıs 2018'de çıkacak ilk sayısında Özkan Eroğlu ile bir söyleşi yaptık.

Söyleşiden bir alıntı:


Son filminiz “Sofra Sırları”nı izlediğimde sinemayı tiyatroya yedirmeye uğraşan bir zihin gördüm. Bundan çok etkilendim. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Türk sinemasında en büyük eksikliklerden birinin, dramatik gelenekle kurulması gereken “bağ” olduğunu düşünüyorum. Amerika’da İngiltere’de İngilizce çekilmiş bir filme baktığınızda bir aksiyon filminde bile ikili konuşmaların, diyalogların güzel bir şekilde işlediğini ve güzel bir sahne kurulduğunu görürsünüz. Çünkü özellikle İngiltere’de çok büyük bir tiyatro geleneği var. Amerikan sineması da Anglosakson sineması da o gelenekten besleniyor. Türk sinemasında o dramatik gelenek çok eksik. 1970’lerdeki filmlere baktığınızda görüyorsunuz; bir sahne kurmaktan aciz filmlerin çoğu. Filmlerin çoğu fotoğrafla ve kısa kısa tepkisel sahnelerle ilerliyor. Bütünlüklü bir sahne kuran, sekans haline getiren sadece Metin Erksan var. O da birkaç filminde yapabiliyor. 

Biz dramatik gelenekten tamamen kopuk, bağımsız sinema çerçevesinde bir minimalist sinemaya atladık. Bağımsız sinemanın temsilcilerine baktığımızda, filmleri dramatik gelenekten kopuk, daha çok fotoğraf ve atmosfer üzerine. Onu çok güzel yapanlar ve yapamayanlar var. Daha çok da yapamayanlar var ama. Benim derdim daha çok aradaki dramatik köprüyü kurmak. Benim kafam o şekilde işliyor.

Tuesday, 10 April 2018

“BANA GÖRE KIYAMET” - Ayraç Dergisi Röportajı - Sedat Palut


Senaryo Atölyesinde bahsettiğiniz bir projeydi, Bana Göre Kıyamet. Daha önce senaryo olarak yazmıştınız. Böyle bir hikayeyi senaryoda ya da romanda ifade etme fikri nasıl ortaya çıktı, hikayenin çıkış noktası nedir?

Ülkemizin son yıllardaki ahvalinden ilham aldım diyebilirim. Türkiye, başka hiçbir ülkenin almadığı kadar göç aldı. Buradan Avrupa'ya geçmeye çalışan ya da geçemeyip burada kalan insanların hikayelerinden, onların çevresinde oluşan, ırkçı, yabancı düşmanı tutumlardan çok etkilendim. Öte yandan dünyada insan eliyle bir kıyamet koparıldığını, insanlığın kendi sonunu getirecek tehlikeli yollara sadece açgözlülüğü yüzünden atıldığını görüyorum. Havayı, toprağı, suyu geri dönüşsüz bir şekilde kirletiyoruz. Dünyanın dengesini bozuyoruz. Yiyeceklerin temel yapısıyla oynuyoruz, yediğimiz hayvanları ve hayvansal ürünleri kitlesel şekilde üretmeye çalışırken zehir haline getiriyoruz. Diğer yandan da ölçüsüz bir zenginlik, ün ve para tutkusu, insanları uyuşturan bir popüler kültür dünyası... Hepsi kafamın içinde bir araya geldi yaşadığımız “yavaş kıyamet”i anlatmak istedim. Bunu da sinemanın ve edebiyatın çok kullandığı vampir metaforu üzerinden yapmak istedim. Önce senaryo olarak yazmıştım ama bir iki yapımcıyla deneyip filmi yapamayınca roman olarak yazmaya giriştim. Çünkü hikaye beni çarpıyordu ve hangi biçimde olursa olsun bir an önce anlatmak istiyordum.


9 filminizi izlemiştim. Filmdeki gibi çok anlatıcının yer aldığı bir dil kullanıyorsunuz bu romanda. Bunu kullanmanızdaki amaç nedir? Edebiyatta ve filmde bu tarzı zor ve kolay kılan unsurlar nedir sizce?

Aslında yazdığım senaryonun da romanın da 9 ile bir bağı var. 9'da bir sorgu odasında, bir cinayet sorgusundan yola çıkarak, bir ülke panoraması anlatmayı hedeflemiştim. Bana Göre Kıyamet'te de benzer bir hedef var. Bir kasaba anlatıyorum ama buradaki karakterler de pek çok örneğini görebileceğimiz, geneiş kesimleri simgeliyorlar. Çoklu anlatıcı edebiyatın, tiyatronun, sinemanın çok kullandığı bir teknik. Hikayeye farklı perspektiflerden bakma fırsatı veriyor. Herşeyi bilen ve gören bir “tanrı yazar” yerine, kahramanların kendileri, kendi bakış açılarından konuşuyorlar bu eserlerde. Okur hikayenin bütününü farklı gözlerden görerek algılıyor ve kendi kafasında tamamlıyor. Bu benim çok sevdiğim bir teknik. Zor kısmı her karakter için özel bir dil oluşturmak ve kendine özgü konuşmasını sağlamak. 

Maya’nın bir sözü var: “Bize her yer gurbet oldu,”diye. Aslında Bahar’da gurbette, İstanbul’da. Serpe’ye gelince anlıyoruz bunu. Bu gurbetlik duygusunun Bahar’ı Maya’ya yaklaştırdığını söylemek mümkün müdür?

Tam da bunun için yazdım o lafı. Maya ve Bahar her anlamda birbirlerinden çok farklılar. Biri film ve TV yıldızı, çok ünlü ve zengin. Diğeri elinden her şeyi alınmış bir mülteci. (Aslında öyle de değil ama hikayeyi ele vermeyeyim.) Bahar, Maya'ya karşı çok güçlü bir çekim hissediyor. Bunu çözmeye çalışırken aslında onları bağlayan ve birbirine çeken duygunun “evsizlik” yersiz yurtsuzluk olduğunu anlıyor. Aslında acıyarak baktığı bir mülteci kız kadar gurbette o da, ona da “her yer gurbet”.

Ara filminizdeki karakterler Özal sonrası dönemdeki değişimin yansımasıydı bir açıdan. Romandaki karakterlerin içsel seslerinde de bunu görebiliyoruz aslında. Modern insanın gurbet algısı üzerine ne söyleyebilirsiniz?

Ara'da anlatmaya çalıştığım şey bizim kuşaktan, 60'lar sonu, 70'ler doğumlu insanların düştüğü bir tür manevi boşluktu. Biz herkesin yoksul olduğu bir “Eski Türkiye”de büyüdük. Sonra 80'lerin ortasından itibaren Türkiye ciddi bir sınıf atlama duygusu yaşadı. İçi doldurulmamış, hazmedilmemiş bir zenginlik arzusu ülkeyi sardı. Bir şekilde “yırtan”, sınıf atlayan kuşağımdan insanlar belli bir yaşa geldiklerinde hayatlarında koca bir kara delik olduğunu farkettiler. “Manevi boşluk” derken illa dini inancı kastetmiyorum ama bizi hayata bağlayacak, hayatımıza bir mana verecek para, eşya, mal, mülk haricindeki şeyleri kastediyorum. İşte onlar eksikti bir çoğumuzun hayatında. Ben sanırım okuyarak, yazarak, çizerek, edebiyat ve sinemaya bağlanarak bir şekilde kurtardım. Ama kurtaramayan, o eksikliği sonuna kadar yaşayan insanların hikayesini anlatmak istedim Ara'da. 

Romanda “mazi mikrobu” diye bir ifade var. Kötü hatırası olan yer anlamında. Romanda aslında tüm karakterlerin yaşadıkları yerlerde çok da mutlu olmadığını, yaşadıkları yerin mazi mikrobu taşıdığını söyleyebiliriz. Şehir insanının mazi mikrobu daha mı fazladır, ne söylersiniz bu konuda?

Geçtiğimiz her yerde iz bırakıyoruz ister istemez. İnsan 15 milyon nüfuslu, bir ucundan bir ucuna 2-3 saatte gidilen dev bir şehirde yaşıyor olabilir ama aslında ömrünün çoğu yine bir köy ya da kasaba büyüklüğünde alanlarda geçiyor. Benim hayatımın 30 küsur yılı Beyoğlu ve çevresinde geçti. İstiklal Caddesi'nin her köşesinde benim için “mazi mikrobu” olduğunu söyleyebilirim. Eminim bir çok insan için benzer yerler, semtler, sokaklar vardır. 

Bahar karakteri sanki İstanbul’dan Sonbaharını yaşıyormuş gibi geliyor ve Serpe’de İlkbaharını yaşıyor. Böyle sembolik bir okuma yapmak mümkün mü?

Bahar gözden düşmüş bir yıldız. En başarılı olduğu dönemde işini kaybediyor. Aynı zamanda çok kişiyle olmuş olmasına rağmen gerçekten sarsıcı bir aşk yaşamamış biri. Maya'da en sarsıcı aşkını yaşıyor. Serpe'de o günekadar bildiği her şeyi unutup yeni bir hayata başlıyor.

Kitabınızdaki çizimler oldukça güzel. Yakın dönemde sergiler açtığınızı ve açacağınızı biliyorum. Bu çizimler bana son dönemdeki popüler olan grafik romanları hatırlattı. Kullandığınız dilin bu türe yakın olduğunu düşünüyorum. Senaryo da yazan birisi olarak grafik roman yazma gibi bir düşünceniz var mı?

Uzun zamandır desenler çiziyordum. İlk kez 2016 baharında “Mahlukat Bahçesi” adında bir sergi açtım. Bu yıl da, son iki yıldır biriken desenlerle yeni bir sergi açma düşüncesi var. Kitabı yazarken bir yandan yine bir takım desenler çiziyordum. Bunlar bilinen anlamda karakterleri tarif eden, mekanları tasvir eden, hikayeye eşlik eden illustrasyonlar değil. Ama kitabın havasını anlamak için okura fikir verir diye düşündüm. Grafik roman dev bir emek isteyen bir iş. O boyutta bir işe ayıracak zamanım ve enerjim olursa, neden olmasın, denemek isterim. 

Kitabı okurken kendisini çok da bu dünyaya ait hissetmeyen Zehra karakterini Türk izleyicisine benzettim. Malumdur, Türk insanı kahramanlarla özdeşlik kurmayı sever. Dizi kahramanları için neler yapıldığını biliyoruz bu ülkede. Ne dersiniz bu konuda?

Zehra, aklı çocuk kalmış bir genç kız. Sarı Melek dizisiyle ünlenmiş Bahar'a taparcasına hayranlığı, gerçek Bahar'la Sarı Melek'i ayıramaması, milyonlarca insanda gördüğümüz körlemesine hayranlığa benziyor biraz. Ama genel seyircinin Zehra'dan çok daha sağduyulu olduğunu, abartılı hayranlık gösterilerinin biraz ortak bir şaka gibi paylaşıldığını düşünmek istiyorum. 

Kitaptaki vampir olgusu… Türk edebiyatında çok da yer almayan bir durum… Ve Vampiri duygularıyla anlatıyorsunuz, bu konuda ne söylemek istersiniz?

Yıllar önce Anne Rice'ın aynı adlı romanından uyarlanan “Interview with the Vampire”(Vampirle Görüşme – Neil Jordan) filmini gördüğümde çok etkilenmiştim. Anne Rice ilk defa hikayeyi bir vampirin gözünden anlatmayı deniyordu. Vampirlerin de iyileri, kötüleri vardı. Baş karakter vampirle özdeşlik kurmamız, onu anlamamız bekleniyordu. Sonraki yıllar içinde bu minvalde çok iş üretildi. Benim romanın bu türe kattığı şey şu olabilir: Vampirlerin sonunun geldiği bir dönemi anlatıyorum. İnsanoğlu kendini yok ederken öncelikle vampirleri yok ediyor. Vampirler zayıf düşmüş, kirli insan kanını ememez hale gelmiş, bu yüzden insanlardan kaçıyor, gizleniyorlar. Bu arada roman güneş ışığında duramamak, haçtan korkmak vs tüm vampir dünyası klişelerini görmezden geliyor, bildiğimiz varsaydığımızın ötesinde bir vampir figürü olabileceğini varsayıyor.

Attila İlhan bir açıklamasında, yeni kuşağın daha çok görsel bir malzeme içeren metinler okumak istiyor, mealinde bir söz sarf etmişti. Sizin de romanınız bu anlamda akıcı ve görsel unsurlar içeriyor. Bunun sizin tarzınız olduğunu söylemek mümkün mü, yoksa bu romanın dili için mi bu şekilde yazıldı?

Sinema eğitimi aldım ve hayatımın en önemli kısmını sinema düşünerek, yaparak geçirdim. Aklım bir sinemacı gibi işliyor. Çoğu yazar dille düşünür, dilin hazzıyla yazar. Bense önce görüntülerle düşünüyorum sonra bunları dilde ifade etmeye, edebi bir hale getirmeye çalışıyorum. Bir karakterin duygularını uzun uzun anlatmak yerine bunu dramatik bir durum ya da aksiyon içinde, diyaloglarla vermeyi tercih ediyorum. Bu da aslında senaryo yazarlığından gelen bir mesleki deformasyon. 

Kitapta bir yabancı düşmanlığından söz edebiliriz, dünya da yükselen bir milliyetçilik söz konusu. AB ülkelerinin mültecilere ve Müslümanlara nasıl davrandığı ortada. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Dünya dev bir değişim döneminde. Kaynaklar yeniden paylaşılacak, sınırlar yeniden çizilecek. Aslında her şeye iyi tarafından bakmaya çalışan iyimser bir insan olmaya çalışıyorum, ağzımı hayra açmak isterdim ama dünyanın hali beni karanlık düşüncelere sevk ediyor: Ufukta küresel çapta büyük bir savaş olduğunu, savaşsız çözülemeyecek bir paylaşım krizi içinde olduğumuzu sanıyorum. Çok büyük bir yıkım yaşanacak ve korkarım bizim kuşağımız ya da bizim çocuklarımız bunu görecek. Sonra yeni bir dünya kurulacak. Yaşadığımız bütün olumsuzluklar bu savaşın tamtam sesleri aslında. Umarım yanılıyorumdur. 

Sektörün içinden birisi olarak size dizilerle ilgili bir şey sormak istiyorum. Malum her sene çok sayıda dizi ekranlarda dönüyor, nicelik olarak bir artış söz konusu ama buna rağmen bunun niteliksel bir artışa dönüşmediğini görüyoruz? Bununla birlikte dünyada en çok dizi ihraç eden devletler arasında yer alıyoruz, bu çelişkiyi nasıl açıklarız? Dizi sektörü için ne söyleyebilirsiniz?

Dünyanın her yerinde hikayelerden çok şey beklemeyen; onları avutacak, sarsıp kafalarını karıştırmadan uyutacak, tanıdık hikayeler isteyen insanlar var. “Soap Opera” dedikleri bu seri üretim ürünler 1950'lerden beri benzer kitleleri avutuyor. Demek ki dünyanın her yerindeki bu ortalama seyirciye, Arjantinli ya da Yunanlı, Hırvat ya da Arap olsun, seslenebilecek bir hikaye anlatımına ve teknik düzeye ulaşmışız. Bir zamanların Brezilya dizileri furyasının yerini Türk dizileri alıyor. Ama şu da acı bir gerçek. Bu ülkenin birikimi dünya çapında yönetmenler, dünya çapında yazarlar yetiştirmeye de müsait. Son 10-15 yılda alınan dünya çapında ödüller ve okur/izleyici ilgisi de bunun kanıtı. Bu toprağın birikiminin ve yeteneğinin “soap opera” düzeyinde harcanması ve ancak orada en yaygın karşılığını bulması bana traji-komik geliyor.  

İlk birkaç romanınızı piyasada bulmak güç, bunların yeni basımı olacak mı?

Olması için uğraşıyorum, umarım olacak. 

Yeni projeleriniz neler?

Dediğim gibi baharda bir desen sergisi olacak. Yeni şekillenen bir kitap fikri var. Yapımcılarla görüştüğüm film projeleri var. Bunlar hangi sırayla gerçekleşir, ne zaman seyirci/okuyucu önüne gelir bilemiyorum henüz.


Ayraç Dergisi 102. Sayı'da yayınlanmıştır. 


Monday, 5 February 2018

"Hakikat rahatsız eder." - Cumhuriyet Söyleşisi - Emrah Kolukısa.

Şu günlerde her yerde Ümit Ünal adını görüyoruz sanki. Yeni romanınız "Bana Göre Kıyamet" raflara çıktı ama 10 gün kadar sonra da yeni filminiz "Sofra Sırları" geliyor. Bir yandan İstanbul Modern'de devam eden retrospektifiniz var... Güzel bir hareketlilik... Romanla filmin bu kadar yakın çıkışı planladığınız bir şey miydi?

Değildi, tamamen rastlantı, planlasam da başaramazdım herhalde. “Sofra Sırları” neredeyse on yıllık bir proje. Roman da üç yılın ürünü. İstanbul Modern Sinema'daki retrospektif ise bir ay kadar önce belli oldu. Benim için de tamamen sürprizdi. 2011'den beri uzun metraj film çekmedim. Son roman da 2001'deydi. Arada tabii durmadım, hep yazdım çizdim, kimi fikirler yolunu buldu, kimi gerçekleşemedi, uzun bekleme süreçleri oldu. Elbette ciddi bir birikim de oluştu.

16-17 yıl aradan sonra gelen ilk roman... Gerçi sinemacı olarak çok daha üretkensiniz ama edebiyat alanında daha seyrek geliyor ürünler. Vakitle, yoğunlukla ilgili bir durum mu bu?

Edebiyat tam bir yoğunlaşma, o işe kapanma gerektiriyor, yan bir uğraş ya da bir hobi olamıyor. Sinema, yönetmenlik hayatımdaki diğer işlerin önüne geçti. Her zaman okudum, notlar almaya, bir takım edebi fikirler geliştirmeye hep devam ettim ama geçen yıla kadar, yazıya yoğunlaşma fırsatını yaratamadım. İki yıldır Büyükada'da yaşıyorum, yarı münzevi bir hayatım var, yazıp çizmek hayatımın en önemli kısmı.

"Bana Göre Kıyamet" içinde fantastik unsurlar da barındıran ve romantizmin hatta yer yer erotizmin ön planda olduğu bir roman. Ne zamandır üzerinde çalışıyordunuz?

Genelde romanlar sinemaya uyarlanır ama bu, senaryodan doğmuş bir roman: Bu hikayeyi 2013-14 arasında senaryo olarak yazdım. Ismarlama değildi, yapım koşullarını düşünmeden, içimden geldiği gibi yazınca, ortaya çıkan senaryo ticari sinema taleplerine aykırı ama büyük bütçeli bir iş oldu. Kısa sürede o günün koşullarında çekemeyeceğimi anladım. Ama hikaye beni çok etkiliyordu, bir şekilde insanlara ulaştırmak istiyordum. Romana dönüşebileceğini düşündüm ve biraz çalıştım üzerinde. Derken araya “Sofra Sırları” girdi, kitap uzun süre bekledi. Everest Yayınları'ndan Eyüp Tosun benimle bir röportaj yapmıştı, “Yarım kalmış bir romanım var” demişim bir yerinde. Kitabı bitirirsem basmayı teklif ettiler yayınevinden. Bunun üzerine bir anda heveslenip bir yıl gibi bir sürede bitirdim.

Romanın baş kişisi Bahar ünlü bir sinema ve TV yıldızı. Muhalif bir bildiriye imza attığı için sektörden dışlanıyor. Tam da günümüzde yaşadığımız ortamın bir yansıması aslında. Toplumdaki bu tuhaf bölünme ve muhaliflere karşı yürütülen cadı avı için ne söyleyeceksiniz?

Hakikat denen şey hep rahatsız edicidir, kolay kabul görmez. Tarihin bazı dönemlerinde, bazı toplumlarda, hakikat dışlanmış. Bilim, sanat, gazetecilik... hakikate ulaşmaya çalışan alanların hepsi baskı altına alınmış, bazen yok edilmiş. Ama bu toplumlar fikir özgürlüğü yok edilirse bedeli ne olur, görmüşler. Çok büyük toplumsal acılardan geçip ders almışlar ve hakikati arayan sanatçılara, bilim insanlarına gerekli özgürlük alanını açmayı bilmişler. Biz henüz o dersi alamamış bir toplumuz. Gidecek çok yolumuz var.

Romana eşlik eden çizimler de size ait. Aslında David Lynch gibi, Peter Greenaway gibi ressamlık yönü de olan bir çok sinemacı var ve sizin ressamlığınız da biraz akla onları getiriyor. Ama resim çizmek ne anlam ifade ediyor sizin için? Bir kaçış mı, farklı bir ifade yolu mu?...

Her ikisi birden. Film yapmak büyük disiplin, bedensel ve zihinsel çaba gerektiren bir süreç. Yazmak da masa başında yapılıyor gibi görünse de çok ağır işçilik. Oysa çizerken düşünmeyi bırakıyorum neredeyse, boyanın akışına bırakıyorum kendimi, çoğu zaman ne çizeceğimi bile bilmeden başlıyorum bir resme, A3 boyunda beyaz bir yüzeyde kendimi kaybediyorum. Film çekerken, yazarken kaybolamıyorum, dilim aklımı, aklım dilimi hep dizginliyor bir şekilde. Resimlerde, filmle ya da yazıyla dile getiremediğim şeyler vücut buluyor.

Başkalarının kitaplarına da çizimler yaptığınız oluyor arada bir... Onların talepleri doğrultusunda mı yapıyorsunuz bunu, yoksa özellikle bir araya gelmek istediğiniz yazarlar mı var?

Çocukluktan beri bir şeyler çiziyorum ama kitap resimlemek çok yeni bir uğraş benim için. Şimdilik üç kitap resimledim: Kendi kitabıma desenler, en azından bir kapak çizme fikri en baştan beri vardı zaten. Mehmet Yaşin'in “Abuk” şiir kitabı birlikte geliştirdiğimiz bir çalışma oldu. Mehmet benim Mahlukat Bahçesi sergimin oluşumunu izlemiş ve beğenmişti. Birbirimize ilham verdik, şiirler resimlerden, resimler şiirlerden beslendi. Hasan Ali Toptaş'ın “Gecenin Gecesi” kitabını resimlememi ise yayınevi önerdi. Everest'ten arkadaşlar benim desenleri biliyorlardı, Hasan Ali'nin hikayeleriyle örtüşebileceğini söylediler. Kitaplar resimlemeye devam etmek istiyorum, heyecanlı bir iş. Bir de çocuk kitabı fikrim var.

Sizin en güçlü yönlerinizden biri de senaryo... Senaryo yazmakla, roman yazmak arasında büyük bir uçurum var mı sizce?

Senaryo ve roman bambaşka düşünce ve gözlem gerektiren, apayrı disiplinler. Hikayenin temelini oluşturma, olay örgüsü kurma, karakter geliştirme aşamaları benzeyebilir. Ama uygulamada sinemanın ve edebiyatın dili, anlatımı izleyici/okuyucuyla kurduğu bağ ve yarattığı etki çok çok farklı. Sinemada tek bir bakışla, bir manzarayla anlattığınız bir duyguyu geçirebilmek için, romanda sayfalar yazmak gerekebilir. Tam tersi de mümkün: Üç paragraflık bir kısa hikayeyi anlatmak için de sinemada koca 90 dakikayı kullanırsınız bazen. Ben ikisi arasında gidip geldim hep. Filmlerim biraz edebi, tüm yazdıklarım da oldukça sinemasal sanırım.

Bu kadar üretken bir döneminizdeyken hemen soralım, sırada ne var? Film, sergi, kitap... Ne üzerinde çalışıyorsunuz?

Yeni film fikirleri gelişiyor, yapımcılarla görüşüyorum. Son iki senedir biriken yeni desenleri sergilemek için Mahlukat Bahçesi sergisini de düzenleyen İstanbul Concept ile görüştük. Her şey yolunda giderse baharda ufak bir kişisel sergi olacak umarım. Bir yandan, önceki kitaplarımın yeniden yayınlanması hayalim var. Bazen de buradaki her şeyi bırakıp biraz uzaklara gitme hayalleri kuruyorum. Hangisi öne geçecek bilemiyorum. Hayat boyu, iki-üç aydan fazlasını öngören planlar yapamadım.


Friday, 2 February 2018

Altyazı - İntikam Yemeği - Söyleşi: Ayça Çiftçi - Berke Göl

İlgisiz ve sevgisiz kocasıyla, yabancısı olduğu bir taşra kasabasında eve kapanıp kalmış Neslihan'ın ikinci bir hayatı vardır. Gerçek hayattaki evini kuşatmış kasvetin tam zıttı bir ferahlıkta, bembeyaz apaydınlık bir stüdyoda, izleyicilerin karşısında bakımlı mı bakımlı bir televizyon sunucusudur. Film ilerledikçe, Neslihan'ın gerçeklikten kaçıp sığındığı bu fantezi mekanının içine gerçeklik sızmaya başlar. Stüdyodaki seyircilerle paylaşılan sofra sırları yerini evlilik sırlarına bırakır. Neslihan'ın yüzündeki televizyon performansı gülümsemenin yerini donuk bir ifade alır. Anlatacak garip mi garip bir hikayesi vardır. Ümit Ünal'la söyleşimiz Sofra Sırları'nın senaryosunun yıllar içinde geçirdiği dönüşümden filmin mekan seçimlerine, türler arası geçişlerden oyunculuk performanslarına, en nihayetinde de gerçeküstü mahluklara uzanıyor. 


Söyleşilerinizde, Sofra Sırları’nın senaryosunun ilk versiyonunu Londra’da yaşadığınız dönemde kaleme aldığınızı söylüyorsunuz. Projenin o yıllarda hayata geçememesinin nedeni nedir?

Malum, her zamanki bütçeyle ilgili nedenler. İngiltere'de film çekmek Türkiye ya da Avrupa'nın herhangi bir ülkesinde film çekmeye benzemiyor. Eurimage gibi Avrupa kurumlarına dahil değil, kendi finanslama sistemi var ve buraya göre her şey çok pahalı. Filmin orada öngörülen bütçesi burada gerçekleşen bütçenin neredeyse on katıydı. Bir yapımcı senaryoyu çok sevdi ve opsiyon anlaşması yaptık. Senaryo orada sürekli “geliştirilen” bir şey, İngilizce halinin yedi farklı taslağını yazmışım. Daha da yazacaktım ama sonlara doğru senaryo benim çekmek istediğim film olmaktan çıkmaya başlamıştı, para da henüz bulunamamıştı. Bilmiyorum, belki de ben fazla sabırsız davrandım, sözleşmemiz bittiğinde yolları ayırdık.

Aradan geçen süre içinde senaryo hangi aşamalardan geçti? Öyküyü Türkiye bağlamına uyarlarken yaptığınız en önemli değişiklikler neler oldu?

Temel hikaye her yerde geçebilecek bir hikaye. Ama ayrıntıları çok farklıydı. Senaryonun yarısından çoğu İngilizceydi, cinayetleri soruşturan komiser, polisler vb İngilizdi. Koca karakterinin aşk yaşadığı alt kat komşu da İngilizdi. İngilizceye ve oranın kültürüne özgü bir çok espri vardı. Bunlar çevrilemeyecek, Türkiye'ye uyarlanamayacak şeylerdi, tümü değişti, yerelleştirerek yeniden yazdım. İngiltere'deki versiyonda ilk cinayetin esin kaynağı Roald Dahl'ın Lamb to the Slaughter hikayesiydi. Bu kısa hikayede bir ev kadını cinayet aleti kuzu budunu pişirip, gelen polislere yedirir. Bu hikayenin hakları satışa kapalı olduğu için alamadık. Ben de özgün bir cinayet hikayesi uydurdum ve bu halini daha çok sevdim. Sonuçta temeli aynı kalsa da, farklı bir senaryo, başka bir film oldu. Bu yüzden Sultan Mutfakta olan eski adını da değiştirdim.

Sofra Sırları’nda eve hapsolmuş bir kadının, absürd bir senaryo içinde “özgürleşmesine” şahit oluyoruz. Önüne çıkan tüm engelleri aşan, kocasından komşularına, çiçekçi çocuktan polise herkesi alt eden bir kadın Neslihan. Bu karakterin şekillenme sürecine dair neler söylemek istersiniz?

Being There filminde Peter Sellers, dünyadan habersiz ama biraz şansının biraz da saflığının yardımıyla karşısına çıkan her beladan sıyrılan bir karakteri canlandırır. Neslihan için ilham kaynaklarımdan biri oydu. Ama yazdıkça biraz daha ne yaptığını bilen, tuzak kuran bir kadın haline geldi. Yıllarca baskı altında ezilmiş, sesi kısılmış Neslihan'ın kafasının içinde çok daha canlı, akıllı, bakımlı ve esprili bir kadın yaşıyor. En berbat şartlarda ayakta kalmasının sırrı, dünyayı o kadının gözlerinden görmesi. Sonra sanki hayallerindeki o müthiş kadın kafasından çıkıp her şeyi ele geçiriyor. Filmi sinema salonunda seyirciyle şimdilik iki kez izleyebildim. Çevresindeki herkes o kadar sahte ve bozulmuş ki, Neslihan cinayet işleyip onları ortadan kaldırdığında sinemada ufak alkışlar, kahkahalar kopuyor. Özellikle kadın seyirciler kendi intikamları alınmış gibi hissediyorlar sanki.

Filmin en güçlü yönlerinden biri de Demet Evgar’ın filmi baştan sona sürükleyen oyunculuğu. Bir yandan kendi hayal dünyasında sürekli bir ‘performans’ hâlinde olan, bir yandan da gerçek dünyada bambaşka bir performans sergileyen bir karakteri canlandırıyor. TV dünyasının pırıltısıyla kendi hayatının karanlığı arasında gidip gelen bu karakter konusunda, karakterin deadpan denilebilecek mizahi yönü konusunda nasıl bir çalışma yürüttünüz Demet Evgar’la?

Ben filmlerimi öncelikle senaryoda kurmaya, tam manasıyla “bitmiş” bir senaryoyla yola çıkmaya çalışıyorum. Senaryolarımda karakterler ayrıntısıyla hazırdır. İyi bir oyuncu yazdığım metni dikkatle okursa, kafasında fazla soru uyanmadan karakterini hayal edebilir. Demet hem tecrübeli hem de sezgileri çok güçlü, çok iyi bir oyuncu. Senaryoyu, karakterin ikili dünyasını çok iyi anlamış ve çalışmış olarak geldi zaten. Onun Neslihan'ın evlilik fotoğrafı için denediği bir saç şeklini gösterip “Bak özenmiş, saçını böyle yapmış, yazık” deyişini unutmuyorum. Merhamet duygusu, yazdığımız, can verdiğimiz karakterlere duyduğumuz merhamet, işimizin esasıdır.

Oyuncularla çalışma tarzım, önce onların kendi başlarına ne yaptıklarını, senaryodan ne anladıklarını görmek sonra bana sağladıkları malzeme üzerinde ayrıntıları çalışmak. Bazı oyuncularda bu malzemeden atılacak ya da eklenecek çok şey olur. Bu filmde çok zorlanmadık, oyuncu kadrosundaki herkese tek tek teşekkür borçluyum. Mesela Fatih Al, canlandırdığı karaktere, benim daha önce aklıma gelmeyen çok hoş detaylar kattı. Alican Yücesoy komiser karakterine bir çekicilik ve hassasiyet getirdi. Elit Andaç Çam karikatürize olabilecek bir karakterin çok inandırıcı olmasını sağladı. Fırat Altunmeşe bıçak sırtı bir rolü sinemadaki ilk işinde çok güzel çözdü. Ferit Aktuğ ve Emrah Kolukısa aynı anda hem komik, hem ürkütücü hem de acıklı bir ikili oldular. Tiyatrodan tanıdığım Burcu Şeyben ve Burcu Halaçoğlu (Büyük Burcu ve Küçük Burcu diyorduk onlara) finale yakın bir sahnede gerçekten parladılar.

Bugüne kadar yaptığınız filmlerde korku, gerilim, fantastik gibi farklı janrları denediniz. Sofra Sırları da bir yanıyla dram, gerilim ve absürd komediyi iç içe geçiren bir tür filmi olarak görülebilir. Hem bu film özelinde hem de genel olarak, hikâyeyi yazma sürecinizde farklı türler senaryoya hangi aşamada, nasıl dahil oluyor?

Bugüne kadar “psikolojik gerilim” türündeki Ses haricinde hiç tür filmi yapmadım. Yazdığım ve çektiğim tüm filmlerde neredeyse her türden izler bulunur. En dramatik ya da gerilimli anlarda saçma bir şaka patlar mesela. Hayatın da böyle olduğuna inanıyorum. Tür filmlerinin mekanik kuralları ve sınırları var, Hitchcock ya da Billy Wilder gibi devlerin elinde heyecan verici baş yapıtlar doğabiliyor ama daha beceriksiz ellerde, çoğu zaman o mekanik yapı kendini belli ediyor. Ben kuralları umursamadan türleri karıştırmayı ve bunu kargaşaya ve yabancılığa yol açmadan, yeni bir tat denemesi gibi sunmaya çalışıyorum. Mutfakta yemek yaparken de böyleyim. Hiç tarife bakarak ölçüyle yemek yapmadım, hep göz kararı, el ayarı. Bütün arkadaşlarım da genellikle memnun kalır yediklerinden. Bazen kıvam tutmadığı olur elbette, ya da maceraya açık olmayan birileri diyelim tatlı-ekşi bir yemeği hiç beğenmeyebilir. Bu işlerin garantisi yok.

Daha önce tamamı ya da büyük kısmı tek mekânda geçen 9, Ara ve Nar gibi filmlere imza atmıştınız. Sofra Sırları da büyük ölçüde evin içinde, az sayıda karakter arasında geçiyor. Sizin için öyküyü belirli bir mekânla sınırlandırılmanın nasıl bir cazibesi var?

9, Ara ve Nar'daki mekan tercihlerini belirleyen fikir, bütçeyi düşük tutabilmekti. Sofra Sırları'nda bütçe kaygısı değil, hikayenin doğal yapısı sınırlı bir mekan kullamımını getirdi. Neslihan sonuçta eve kapatılmış, kapanmış bir kadın. Tümüyle kontrol edebildiğim mekanlarda az sayıda oyuncu arasında “manalı” diyaloglar çekmeyi seviyorum. Elbette büyük bütçeler bulsam dağ başlarında, deniz diplerinde, ormanda, çölde geçen, içinde bol animasyon efekti ve kamera hareketi olan sahneler de çekmek isterim. Ama çok param da olsa bir odada, bir oyuncunun yüzüne, diyalogların ve oyunculuğun detaylarına odaklanarak çalışmanın zevkini ararım sanırım.

Dış mekânlar çok fazla görünmese de, öykünün geçtiği deniz kenarındaki taşra kasabasının filme hâkim olan çıkışsızlık hissi üzerinde önemli bir etkisi var. Filmin lokasyon seçiminden biraz bahseder misiniz?

Filmdeki karakterlerin hiçbiri oranın yerlisi değil, hepsi bir şekilde geçici yaşıyor orada. İlk senaryoda mekan Londra'daki Türklerin yoğun yaşadığı bir mahalleydi. Yabancı bir metropolde bir ada gibi kendi içine kapalı yaşayan bir küçük topluluğu anlatıyordum. Bunu İstanbul'a uyarlamak zor göründü, hep Anadolu'da bir taşra şehri hayal ettim. Aklımda fotoğraflardan bayıldığım Amasya vardı. Orada mekan araştırmaları da yaptık. Ama bütçemiz çok sınırlıydı, daha yakın yerlere baktık. Eski bir Rum kasabası olan Tirilye hem ilginç mekanlar ve resimler sunuyordu, hem de İstanbul'a ulaşımı çok daha kolaydı. Bahsettiğiniz “çıkışsızlık”, izolasyon halini yakalamak için çok uygundu. Senaryoda ve çekim planlarında hiç olmayan kar da tam zamanında yağarak filmin atmosferine çok yardımcı oldu.

Yakın dönem sinemamızda İstanbul’un bir umut mekânı olarak görülmesine çok fazla rastlamıyoruz. Oysa Sofra Sırları’nda İstanbul Neslihan’ın kurtuluşuyla özdeşleşiyor. Filmin kent ve taşra arasında kurduğu bu ikilik üzerine neler söylemek istersiniz?

İzmir'de büyüdüm ve üniversite hayatım boyunca İstanbul'a gelmeyi hayal ettim. Neslihan İstanbul'un yerlisi ve bildiği İstanbul'u özlüyor. Bense bir “taşralı”ydım, biz İstanbul'u bilmeden özleriz. İzmir'de bir çocukken benim için İstanbul başka bir hayat demekti, sinema demekti, gelecek demekti. Buradaki ilk on yılımı bir hayal dünyasında yaşar gibi yaşadım. Sonraları, İstanbul'dan uzaklaşmaya çalıştığım zamanlar da oldu, İngiltere'de yaşamaya çalıştığım dönem gibi. Belki yine giderim uzağa, İstanbul yirmi yaşımda geldiğim ve yeni bir hayat bulduğum şehir değil artık. Ülke de o ülke değil. Ama gençliğimin umut ve vaat dolu İstanbul'unu, onun sokaklarında yaşadığım heyecanı unutmama imkan yok. Neslihan da aslında çocukluğunun ve ilk gençliğinin İstanbul'una dönüyor, kocasının ona İstiklal'de “tutti-frutti” dondurma ısmarladığı günlere.

Son dönemde sinemanın yanı sıra çizdiğiniz desenlerle de gündemdesiniz. Ayrıca yeni romanınız ‘Bana Göre Kıyamet’ de geçtiğimiz ay yayımlandı. Farklı alanlar arasında gidip gelmek sanatsal üretiminizi nasıl etkiliyor?

Roman ve film tuhaf bir şekilde bir ay arayla üstüste geldi, sanki hepsini aynı anda yapmışım gibi görünüyor. Ama şu anki “bolluk” uzun yılların üretimi aslında. Sofra Sırları'nın on yılı aşan geçmişi var, Bana Göre Kıyamet de üç yıllık bir emeğin ürünü. Hayat boyu durmadan farklı alanlarda bir şeyler yaptım. Film çekemediğim zamanlarda yazdım, yazdığım bir senaryo film olamıyorsa romana çevirdim, bunların yanında da hep çizdim. 2016'da ilk kez bir desen sergisi açtım. Kendi kitabım dahil üç kitap resimledim. Bunca aralıksız çabanın sebebini ben de tam bilmiyorum. Yıllar önce Altyazı'nın 100. özel sayısı için bir desen yollamıştım. Açtığım Mahlukat Bahçesi sergisindeki gerçeküstü mahlukların atası sayılabilecek, kuş kafalı, kafasından yumurtlayan bir canavardı bu. Altına da şöyle yazmıştım: “İçimde böyle bir şey var. Onu beslemek, susturmak, onu herkesten gizlemek için yazdım, çizdim, film çektim.” Neden boş durmaya, boş kağıt görmeye dayanamadığımı ancak bu desendeki gibi bir tür içsel mecburiyet hissiyle açıklayabiliyorum. Elbette geçimimi sağlamak için de yazdım çizdim ama çoğu yaptığım şey beş kuruş gelir getirmiyor, yine de yapıyorum. Kafam durduk yerde sürekli hikayeler, görüntüler yumurtluyor bunları kağıda döküp paylaşmazsam patlayacak gibi hissediyorum.


Altyazı dergisinin Şubat 2018'de yayınlanan 180. sayısından. 



Sofra Sırları - Müjde Işıl - Arka Pencere, Şubat 2018


Demet Evgar'ın deli sakinliği, sabırlı coşkusu, masumane acımasızlığı o kadar sahici ki. 
80’lerin ortasında senarist kimliğiyle tanıştığımız, 2000’lerin başında da 9 ile yönetmenliğe adım atan Ümit Ünal, sinemamız için özgün ve yaratıcı fikirlerin sesi olageldi. Genelde gerilim üzerine bol diyaloglu isyanlar, izolasyonlar ve gizemler inşa etti. Kahramanları çoğunlukla kimliğini arayan ve muktedir ile sorun yaşayan kişilerdi. Sonuçta (Kaptan Feza’yı biraz daha dışında tutabiliriz) özgün ve farklı bir dil arayan seyirciye hitap etmeyi tercih etti. Ünal’ın yeni filmi Sofra Sırları ile kendine ters düşmeden ve geçmişteki ayak izlerini silmeden (erkek tahakkümü üzerinden Teyzem, 9, Nar ile akrabalık kurarak), genel seyirciyi avucunun içine alıp pek şık bir kara komedi armağan ediyor anaakım sinemamıza.

Aslında kara komedi, sinemacılarımıza genelde uzak ya da zor gelen bir tür. Reha Erdem’in Kaç Para Kaç’ı, Taylan Biraderler’in Vavien’i nadiren çıkan örnekler. Peki neden bu kadar zorlanıyor sinemacılarımız? İşin ‘kara’ kısmını doldurmak mı daha zor, yoksa mizah kısmını mı? Yoksa ikisini birlikte harmanlayabilmek mi? Sinemamızın başlıca sorununun senaryo olduğunu hepimiz kabul ediyoruz. Mizah konusunda ne kadar alt seviyelerde süründüğümüzü de… Dolayısıyla iki tarafı da yapılamamış bir şeyi harmanlama imkanı olmuyor. Salt basit komediye alışmış genel seyirciye işin ‘kara’ kısmını sevdirebilmek de zor. Çünkü ‘kafam dağılsın’dan öte bir çaba gerektiriyor. Sinemacı için de ‘seyirci yuttu mu işimiz kolay’ kurnazlığına yatmayan, tam tersine zekaya hürmet gösteren bir çabaya karşılık geliyor bu durum.

Ümit Ünal, Sofra Sırları’nda bu zor işin altından alnının akıyla çıkıyor; alengirli numaralara başvurmadan kara mizahı kolaymış gibi göstermeyi başarıyor. İstanbul’da doğup büyüdüğü halde kocasının işi nedeniyle taşrada yaşamak durumunda kalan Neslihan’ın ‘uyanış ve özgürleşme’ öyküsünü izliyoruz filmde. Kendini ünlü bir yemek programı sunucusu olarak hayal eden Neslihan; kocası, arkadaşları, hemcinsleri, konu-komşu dahil neredeyse tüm çevresinin kendisinden akıllıca bir hamle beklemediği, elinin hamuruyla mutfağında takılan; özellikle kocasının ‘alık’ olarak küçümsediği bir kadın. Hayatını öyle yaşamaktan şikayeti olmayan ya da öyle görünmeyi tercih eden bir ev hanımı. Ta ki kocasının başka bir kadın için kendisini terk edeceğini öğrenene dek… İçindeki isyan duygusu uyanan, tetiklenen Neslihan’ın bir intikamcıya dönüşmesi bu şekilde başlıyor. Kocasının sersem arkadaşları, himayesine aldığı genç aşığı, külyutmaz komiser, kocasının kendisini aldattığı kadın… Hepsi de Neslihan’dan nasibini alıyor bir şekilde. Bu nasip, onun en maharetli olduğu yemekten geliyor.

Sofra Sırları'nda İtalyan komedisinin sıcaklığı da var, İngiliz mizahının mesafesi ve ince zekası da.

Ümit Ünal, filmlerinde hassas konulara odaklanmayı, bamteline basmayı sever. Mizahı da bu ciddi konular arasında nefes molası olarak yerleştirir ama baskın olmaması için de özen gösterir. Sofra Sırları bu açıdan diğer filmlerinden ayrılıyor. Ünal komediyi yükseltiyor, yüceltiyor bu filmde. Üstelik bunu, arthouse seyircisinin alıştığı tarzının sınırlarını genişleterek, anaakımı kodlayarak gerçekleştiriyor. Sofra Sırları'nda İtalyan komedisinin sıcaklığı da var, İngiliz mizahının mesafesi ve ince zekası da, Fransız usulü femme fatale'lik de (Demet Evgar'ın Neslihan'ı, Peter Sellers komedisini özümsemiş bir femme fatale)... Ama hepsinden çok, erkek egemen geleneklerle, mahalle baskısıyla, erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer ve kadının yeri evinin mutfağı gibi klişelerle dalgasını geçiyor. Neslihan özelinde kadınları, erkek dünyasının figüranı olmaktan çıkararak iktidar merkezi olarak konumluyor. Çok eskilere gidersek, Üftade'nin intikamı olarak değerlendirmek de mümkün Neslihan'ın yolculuğunu.

İş sadece incelikli ve keskin senaryoda bitmiyor tabi. Demet Evgar'ın deli sakinliği, sabırlı coşkusu, masumane acımasızlığı o kadar sahici ki. Yerine kim oynayabilir diye düşündüğünüzde alternatifinin olmadığını net olarak öngörüyorsunuz. Erkekliklerine halel gelmeyeceğinden emin ama ava giderken avlanan karakterlerde Fatih Al ve Alican Yücesoy da gayet başarılı. Hatta Yücesoy yer yer Evgar'dan rol çalıyor. Filmin genel olarak kapalı alanı mesken tutması ve karalık tonları, Neslihan'ın hapis hayatıyla bütünleşiyor. Ferzan Özpetek'in rengarenk, müzikli, muhabbetli kutsal mutfağı ve yemekleri, Ümit Ünal'ın terminatörü haline geliyor ve müthiş bir ironi yaratıyor.

Sofra Sırları, pırıl pırıl bir anaakım sinema örneği olarak ulusal festivallerde jürinin kapsama alanına giremedi ne yazık ki. Geçen sene festivallerde hem halkın hem de sinema yazarlarının beğenisini buluşturabilen Sofra Sırları umarız gişede karşılığını alır.

Arka Pencere dergisinin Şubat 2018 sayısından. 


Saturday, 20 January 2018

Vatan Kitap - “Bana Göre Kıyamet” Röportajı - Cemre Nur Meleke


Işık Gölge Oyunları kitabınızın ardından Bana Göre Kıyamet’i yazmaya nasıl karar verdiniz?

2014 yılında “Memleket” adında bir senaryo yazdım. Ismarlama değil, tamamen o sırada “içimden gelen ses”e uyarak. Fakat senaryo içeriği ve üslubu itibariyle ticari sinemanın koşullarına o an için uygun değildi, filmi hemen yapamayacağımı anladım. Böylece hikâyeyi romana dönüştürmeye başladım. Çünkü bu hikâyenin güncel ve anlatılması gereken bir hikâye olduğunu düşünüyordum. Daha sonra Everest Yayınları’ndan kitaplarımı basmaya dair bir teklif geldi. O heyecanla bir yıl içinde romanı bitirdim.

Peki senaryoyla romanınız aynı mı? Değişiklikler oldu mu?

Hikâyenin özeti aynı denebilir ama detaylar çok değişti. Romanda olup da senaryoda olmayan çok karakter var. Elbette en başta anlatım dili değişti, kitaba dönüşebilmesi için yeni bir anlatım kurmam gerekiyordu.

Özellikle romanın ismi ilgi çekici. Neden bu ismi seçtiniz?

Roman, bir aşk hikâyesinin yanı sıra insanlığın ne kadar bozulduğunu da anlatıyor. Kıyametin aniden kopmayacağını, zaten uzun zamandır kopmakta olduğunu söylüyor. Ünlü bir film ve TV yıldızı olan Bahar kaybolmuş. Kitap boyunca Bahar ve onu tanıyanlar, bize kendi kıyametlerini anlatıyor.

Kitabınızda çizimler de size ait ve oldukça ilgi çekici. Sizin için ne ifade ediyor?

Çocukluğumdan beri resim hayatımda hep var. 2016’da “Mahlukat Bahçesi” adında bir sergi açtım, oldukça ilgi gördü. 2017’de Hasan Ali Toptaş ve Mehmet Yaşin'in iki kitabını resimledim. Bunlardan cesaret toplayıp kendi romanımla da desenlerimi birleştirdim. Aslında bu kitap özelinde desenden çok dijital kolaj demek daha doğru. Suluboya desenleri, photoshop'ta kolaj gibi işliyorum.

Roman okurken gülümsemek ve romanın içine girmek de çok önemli. Siz bunu kitaplarınızda ve filmlerinizde başarıyorsunuz.

Evet, benim yaptığım her işte bir mizah dozu var. Hiçbir zaman gerçek bir komedi yazarı olmadım. Komedi çok zor bir tür. Ama hayata bakışımda en baskın unsur kara mizah. Bu filmlerime ve kitaplarıma da yansıyor.

Romandaki olay örgüsü, karakterlerin dilinden olayların aktarılması, 9 filminize çok benziyor. Siz bu çok anlatıcılı tarzı seviyorsunuz.

Eğer bu hikâyenin filmini çekmiş olsaydım 9'daki gibi farklı anlatıcılar olacaktı. Sanki çok ünlü bir film yıldızı olan Bahar'ın kayboluşu üzerine bir belgesel yapılıyormuş gibi olacaktı. Hikâyeyi edebiyat diline aktarırken başka bir anlatım tarzı bulmam gerekiyordu. Ana anlatıcı karakterin dilini ve üslubunu bulduğumda bu romanı yazabileceğimi anladım.

Kitabınızda işlediğiniz diğer bir konu da mülteciler meselesi. Bu konuyu neden ele almak istediniz?

Çok kısa zamanda Dünya’nın en çok mülteci alan ülkesiyiz herhalde. Her yerdeler ve çok büyük sorunlar yaşıyorlar. Görmezden gelmek imkânsız. Bir şekilde hepimizi etkileyen bir durum.

Romanınızda beni en çok etkileyen ve benim gibi gezgin ruhlu insanları da etkileyeceğini düşündüğüm “yersizlik” kavramından bahsediyorsunuz. Maya “Bize her yer gurbet oldu” diyor.

İlk senaryodan beri değişmeyen bir cümle o. İki baş karakter, Bahar ve mülteci Maya arasındaki ortak duygu, bir yere ait olamama duygusu, sonsuz bir memleket hasreti. Bahar, çok zengin ve ünlü ama hayat boyu kendisini hep evsiz hissediyor.

Romanda vampir olgusuna farklı bir açıdan değinmişsiniz. Vampiri kötü bir karakter olarak nitelemekten ziyade okuyucuyu kitabın sonunda şaşırtıyorsunuz.

Benim için hayatta tek bir doğru, tek bir iyi, tek bir kötü yok. Romanda da öyle, her karakterin belli iyilikleri ve kötülükleri var. Metafizik inançlarım yok, vampirlere inanmam ama edebiyat, ya varsa deyip onun üzerine zihinsel ve duygusal bir egzersiz yapma ve bununla bir dert anlatma işi. Vampir hikayelerinin çoğunda, vampirler kötü, sapkın, katildir. Ama ya vampirler de kurbansa? İnsanların öncelikle insanlığa, doğaya, dünyaya yaptığı kötülükler vampirleri de çaresiz bıraktıysa? Hikâyenin temel buluşu bu.

Aşkın cinsiyetsizliğine de bir vurgu olabilir mi?

Ben klasik vampir figürünü bu romanda tersine çevirmek istedim. Vampir öldüren, yok eden değil, neredeyse özgürleştiren biri burada.

Sizin kimi filmlerinizde LGBTI bireyler var ama filmlerin konusu, ana meselesi lezbiyen/gay olmak değil. Kitabınızda da Maya ve Bahar’ın aşkı bir sorun olarak nitelendirilmiyor.

Türkiye’de filmlerde, romanlarda gay/lezbiyen karakterler ya karikatürize birer yan unsur olarak yer alıyor. Ya da gay/lezbiyen olduğu için başı derde giren karakterler olarak işleniyor. Ben bu durumu kendi işlerimde değiştirmeye çalışıyorum. LGBTI bireyleri hikayelerin merkezine koymaya, hikâyelerine dışarıdan değil içeriden bakmaya, onları bir derinlik içinde çizmeye uğraşıyorum.

Ben romanınızı bir çırpıda okudum. Roman yazarken akıcı olmak önemli değil mi?


David Mamet “Bütün kuralları unutun, sıkıcı olmayın yeter.” diyor. Bile isteye sıkıcı olan sanatçıları anlamıyorum. Mesela Kafka, yazdıklarının yayınlanacağını düşünmeden yazıyordu. Ama bir şekilde okura ulaşmak isteyen, acil bir şeyler anlatmak isteyen hikayeler, romanlar yazdı. Eğer film çekiyorsan, yazıyorsan bir şekilde bunların algılanacağını, okuyucuya, seyirciye ulaşacağını biliyorsun. Zaten yazmanın başka bir anlamı yok, birileri için yazıyorsun. Can sıkıntısını, ciddi bir derdi anlatmak için okuyucunun da bunalması gerekmiyor. Dolayısıyla yaptığım her işte izleyiciyi, okuyucuyu kendimle eşit görerek bir ortaklık kurmaya çalışıyorum. Bir derdim var, onu insanlara anlatmak istiyorum.

Sunday, 7 January 2018

Sofra Sırları hakkında Hayal Perdesi dergisinden bir röportaj.



  • 2013 yılında görüştüğümüzde Sultan Mutfakta isimli Londra’da geçen bir senaryoyu Türkiye’ye uyarladığınızdan bahsetmiştiniz. 2017 yılında Sofra Sırları seyirciyle buluştu. Biraz süreçten bahseder misiniz?

Evet, Sofra Sırları'nın ilk yazdığım versiyonu Londra'da Türklerin yoğun yaşadığı bir mahallede geçiyordu. 2006'da Londra Türk Filmleri Festivali'ni düzenleyen Vedide Kaymak aracılığıyla İngiliz bir yapımcıyla tanıştım ve onunla birlikte senaryoyu orada hayata geçirmeye çalıştık. Filmin yarısından çoğu İngilizce olacaktı, İngiliz oyuncular da yer alacaktı. Yaklaşık iki yıl projenin o hali üzerinde çalıştık ve senaryonun sanırım yedi farklı yazımı çıktı ortaya. Maalesef sonraki aşamalarda projeyi yürütemedik ve o yapımcıyla çalışmayı bıraktık. Yine de filmin Londra versiyonu üzerinde ısrarcı oldum ve buralı yapımcılarla uzun süreli görüşmelerim oldu ama hiçbirinde proje ayağa kalkamadı. Sonunda hikayeyi Türkiye'ye uyarlamayı ve bu şekilde çekmeyi düşündüm. Yeni bir versiyon yazdım. Derken 2014'te şu anki yapımcılarım Sinan Yabgu Ünal ve Servan Güney ile yollarımız kesişti.

  • Kara komedi ülkemizde pek teveccüh gören bir tür değil. Sizi riskli görülebilecek bu alana yönelten temel sebep nedir?

Açıkçası ben yaptığım hiçbir filmi (Ses hariç) tek bir türe ait görmüyorum. Filmlerim genellikle drama ağırlıklı ama hepsinde bir kara mizah dozu bulunur. Sofra Sırları'nın en yakın olduğu tür kara komedi belki ama benim niyetlerim ve filmin seyircide yarattığı duygu sadece bununla sınırlı değil. Bence kara komedi sevsin sevmesin herkesin, kendisinden birşeyler bulabileceği bir hikaye var bu filmde. Bugüne kadar sadece festivallerde ve eş dost gösterimlerinde seyirciyle buluştu ama seyirciden yüzyüze ve sosyal medyada aldığımız tepkiler bu dediğimi doğruluyor. Malatya Film Festivali'nde gösterimden sonra soru-cevap sırasında 18 yaşında olduğunu söyleyen genç bir kadın kalktı ve dedi ki: “Ben de bu filmdeki karakter gibi hayallerimle yaşıyorum ve benim gibi milyonlarca kadın var Anadolu'da, eminim hepsi kendilerinden bir şeyler bulacak bu filmde.”. Orada bulunan oyuncular, ekipten arkadaşlar, hepimizin gözleri doldu, bir an için ne diyeceğimizi bilemedik. Festivalin sonunda, seyirci oylarıyla belirlenen Kemal Sunal Halk Ödülü'nü aldık.

  • Televizyonların gündüz kuşağı genellikle toplumsal analizlere malzeme olur, bireyde neye karşılık düştüğü geri planda kalır. Neslihan’ın iç dünyası, Türk mutfağının inceliklerinin yanı sıra yemek programlarından kesitlerle betimleniyor. Neslihan karakterini nasıl tasarladınız?

Neslihan'ı kapalı bir ortamda, hayal dünyasında yaşayan tek tesellisi yemek yapmak olan biri gibi hayal ettim. Kendisini TV programlarındaki ünlü aşçılarla özdeşleştiriyor ve hayatındaki her şeyi o dünyadan bakarak, toz pembe görüyor. Yıllarca kendisini çok iyi bir kocası, çok güzel bir hayatı olduğuna inandırmış. Ama bu dünya birgün aniden yıkılıveriyor.

  • Flaubert, Madame Bovary benim demişti. Önceki röportajlarınızın birinde siz de Neslihan benim, diyorsunuz. Karakterlerinizle nasıl bir bağ kuruyorsunuz?

Aslında bence her yazarın en önemli malzemesi kendi hayatı, kendi deneyimleridir. Bizimle ilgisi yokmuş gibi görünen karakterleri yazarken de kendimizden, kendi korkularımızdan, sevinçlerimizden, kendi yaşadıklarımızdan yola çıkarız. 9 ile ilgili bir röportajda da oradaki her bir karakterin ağzından aslında kendi dertlerimi anlattığımı söylemiştim. Bu her filmim için aynı diyebilirim. Sofra Sırları'nın Neslihan'ı, hayatımın bir döneminde, İngiltere'de yaşamaya çalışırken düştüğüm yalnızlık, hayattan kopukluk halinden çıktı diyebilirim. Ben de o dönemde kendimi Neslihan gibi yemek yapmaya ve televizyon seyretmeye vermiştim.

  • Hem Nar’da hem Sofra Sırları’nda kadınların hayatlarının kontrolünü ele aldığı hikâyeler anlatıyorsunuz. Her iki filmde, ezilmiş kadın karakterler intikamını alıyor. Bu anlatılar, kadınların kurtuluşuna dair bir temenniyi mi dile getiriyor, yoksa ideolojik bir söylem mi taşıyor?

Benim yaptığım filmlerin hiçbirinde doğrudan ideolojik söylemler yok. Ama ilk senaryomdan beri kafamı meşgul eden belli temalar, dertler var. Sadece Nar'la değil, taa 1986'da çekilen Teyzem'le ya da 2001'de çektiğim 9'la, Sofra Sırları arasında bence tematik bağlar, akrabalıklar var. Benzer dertlerden yola çıkan hikayeler bunlar.

  • Kadın karakterler sinemada genellikle şablonlar üzerinden temsil edilir. Sofra Sırları’nın başardığı gibi, yerleşik kalıpların dışına çıkmanın anahtarı sizce nedir? Senarist gözüyle cevap verir misiniz?

Seyirciyi kestirme yoldan elde etmek isteyen yazarlar ve yönetmenler herkesin bir bakışta tanıdığı klişe karakterleri filmlerine yerleştirerek, işin kolayına kaçar. Bazısı tembelliğinden bazısı da tecrübesi ve birikimi kısıtlı olduğu için klişe, tek boyutlu, sadece hikayedeki bir amaca hizmet eden figürler yaratır. Ben hasbelkader ilk senaryomdan beri elimden geldiği kadar “çok boyutlu”, derinliği olan karakterler yazmaya çalıştım. Yani iyi ya da kötü etiketlerine hemen girmeyen, belirli olaylara aynı belirli tepkileri vermeyen, gerçek hayattaki insanlara benzeyen, seyirciyi bazen şaşırtan ve kızdıran ama sonuçta “Evet ya, gerçekte de böyle olur bu” dedirten, iyi işlenmiş karakterler yaratmaya uğraştım. Elbette ben de yıllar içinde bazı işlerimde klişe tuzaklarına düşmüşümdür ama temelde çabam o yerleşik kalıplardan kaçmak oldu.

  • Filmdeki iç mekânların tamamı için dekor kullandınız. Sinemamızda yaygınlaşan doğal mekân, doğal ışık, hatta doğal oyuncu kullanma eğilimine karşılık bu tercihinizin sebebi nedir?

Filmi 2017 Ocak ayında çektik. Kışın günler kısa, hava durumu hiçbir zaman öngörülemiyor. Gerçek mekan kullansaydık ışık atmosferini istediğimiz gibi kontrol edemeyecektik, filmin çekimi çok uzayabilirdi. Dekorda çekmek gece gündüze, hava durumuna bağlı kalmadan her şeyi rahat kontrol edebilme fırsatı verdi. Şunu da belirtmem gerek, filmi seyreden hiç kimse, biz söyleyene kadar dekorda çektiğimizi anlamadı. Sanat yönetmeni Atilla Çelik ve görüntü yönetmeni Türksoy Gölebeyi ile iç mekanlarda çok doğal, sahici bir görünüm yakalamayı başardık. Hatta kara kış koşullarında gerçek mekanlarda bu kadar doğal görünen bir ışığı ve atmosferi zor yakalardık diye düşünüyorum.

  • Dekor tasarımında sanat grubu ile nasıl bir çalışma yürüttünüz?

Öncelikle filmin geçtiği kasabaya karar vermemiz ve evi seçmemiz gerekiyordu. Tirilye, mimarisi ve atmosferiyle, İstanbul'a yakınlığı ve kolay ulaşımı sebebiyle tercih ettiğimiz kasaba oldu. Sanat yönetmeni Atilla Çelik Tirilye'de bulduğumuz apartmanı iyice inceledi, çizimlerini yaptı sonra o cephe görünümüne ve senaryodaki ihtiyaçlara göre sıfırdan bir iç mekan tasarladı. Kullandığımız TV stüdyosu ve Neslihan'ın hayalindeki mutfağı da yine Atilla çizdi ve yarattı.

  • Demet Evgar’ı bu sene farklı işlerde seyrettik. Sofra Sırları ona çok yönlü bir karakter sunuyor ve kariyerinin etkileyici performanslardan biri ortaya çıkıyor. Başrol kadar yardımcı oyuncuların performansları da dikkat çekiyor. Oyuncu yönetiminizden bahseder misiniz? Esnek misiniz, yoksa kesin kurallarınız mı var? Sette ve hazırlık sürecinde oyunculardan nasıl beklentileriniz oluyor?

Ben bir yönetmenin çalıştığı insanlara yaratıcı bir alan açması gerektiğine inanıyorum. Emrinizde çalışan insanlara sadece kendi fikirlerinizi dikte eder ve bununla sınırlarsanız, sizi memnun edince işleri biter. Halbuki ekipteki bir yaratıcı insanın üst sınırı yönetmen olmamalı, kendi yaratıcı potansiyelini tamamen kullanması lazım. Bu görüntü yönetmeni için de, kostümcü için de, sanat yönetmeni için de, oyuncu için de geçerli. Yani çalıştığım herkesle belli bir esneklik içinde çalışıyorum. Fikirlerini alıyorum, gerekirse senaryoda değişiklik bile yapıyorum. Ama benden farklı bir fikri olan, setten önce söylemeli, hazırlık sırasında fikirlere değişikliklere açığım ama sette artık kimseden bir itiraz, “şöyle de yapsak olur mu?” gibi bir söz duymaya dayanamıyorum. Bir de senaryoları da kendim yazdığım için diyaloglarda mutlaka çok iyi ezber istiyorum, aynen yazdığım gibi oynanması konusunda ısrar ediyorum. Hikayenin kendi kafamda gördüğüm hali konusunda çok ısrarcıyım. Onu elde edebildiysem, gelecek farklı fikirleri değerlendiriyorum.

  • Sofra Sırları Adana ve Malatya film festivallerinde yarıştı. En İyi Film, En İyi Senaryo ve En İyi Kadın Oyuncu dallarında iddialı bir adaydı. Fakat her iki jüriden filme ödül çıkmadı. 2011 yılında da Nar, Altın Portakal’da benzer şekilde görmezden gelinmişti. Bu konuda yorum yapmak ister misiniz?

Festivaller konusunda yorum yapmaktan yoruldum. Açıkçası filmlerimin kontrolü tamamen kendi elimde olsa yerli festivallere sadece yarışma dışı katılırdım. 20 yaşımdan beri Türkiye'nin en saygın yarışmalarında bir çok ödül aldım. Artık bu konuda bir açlığım yok. Sanatta neyin gerçekten iyi olduğunun kararını zaman veriyor. Meslekte uzun süre geçirince, parlayıp moda olan bir çok filmin solup unutulduğunu görebiliyor insan. Benim için en büyük mutluluk, Teyzem gibi üzerinden 30 küsur sene geçmiş senaryolarımın, 9 ya da Ara gibi 10-15 sene geçmiş filmlerimin hala izleniyor ve konuşuluyor, inceleniyor olması. Sofra Sırları henüz çok yeni ama az önce bahsettiğim Malatyalı genç seyircinin haklı çıkacağını biliyorum. Varsın bugünün jürileri kerameti kendinden menkul kararlar alsın, Sofra Sırları 15-20 sene sonra da anılan ve seyredilen, üzerine yazılıp çizilen bir film olacak.

  • Dört yıl önceki röportajda bir de kod adı Memleket olan bir projenizden bahsetmiştiniz. Hayata geçecek mi? Yeni projeleriniz neler?

Memleket filme çekilmesi bugünün şartlarında zor, büyükçe bütçe isteyen bir senaryoydu, dört yıl içinde bir romana dönüştü. Hikayeyi roman olarak yeniden yorumlayarak yazdım. İsmi Bana Göre Kıyamet. 2018 Ocak ayında Everest Yayınları'ndan çıkacak. Belki birgün, şartlar elverirse filme de çekerim.

Ocak 2018'de, Hayal Perdesi dergisinin 62. sayısında yayınlandı.