Ümit Ünal’ın 2002’de İstanbul Film Festival’inde gösterilen ve çok ses getiren ilk filminin üzerinden neredeyse on yıl geçti. Bu düşük bütçeli ya da Ünal’ın o günlerdeki deyişiyle, no-budget-film’in gösterimi de tıpkı adı gibi kısa oldu, ama dramaturjinin ustalığı gibi gözden kaçacak gibi değildi. Tamamı dijital kamerayla çekilen ilk Türk filmi olan “9”, altı polis sorgusundan oluşan olağanüstü montajıyla gerilimi yüksek bir whodunnit çalışmasıydı: İstanbul’da, ilk bakışta sakin görünen bir kenar mahallede yabancı bir genç kız öldürülür. Sorgulamalar ilerledikçe, olayla ilgisi olabilecek mahalle sakinleri de gitgide içindekileri kusmaya, nefretlerini, gizli arzularını, antipatilerini dile getirmeye başlarlar. Kullanılan dijital aracın kısıtlı oluşu, filmin konusunu mükemmel bir şekilde görselleştirir: Cehalet ve dargörüşlülük, gizli kalmış takıntılar ve geçmişin karanlık olayları mahallenin sosyal iklimini ortaya koyar. Polislere gelince, ki sorgular onların perspektifinden –tanıklar dosdoğru kameraya bakmaktadırlar– filme alınmaktadır, iyi muamele etmekten uzaktır: Zanlılardan birini psikolojik şiddet yoluyla itirafa zorlarlar, ancak filmin sonunda, o da satır arasında sunulan ve katili işaret eden kesin kanıt, başka bir öykü anlatmaktadır.
Bununla birlikte “9”, bir metropol olan İstanbul’un ve heterojen İstanbullular’ın bir portresini de sunmaktadır; filmin kahramanları belirli sosyal çevreleri temsil eder: Oğluna duyduğu sevgiden gözü başka hiçbir şeyi görmez olan ve oğlunu çoktandır kontrol altına tutamadığını bir türlü görmek istemeyen sıradan, halktan bir kadın. Ona karşı koyamayan ve hiçbir şeyden hoşnut olmayan aylak oğlu ile kendini beğenmiş tavırları ve erkekler arasında dayanışmaya yönelik kurnazca çağrılarıyla polisin sempatisini kazanmaya çalışan arkadaşı. Geçmişte çok daha kötü sorgular atlatmış ve artık çoktandır kendi içine kapanmış olan bir komünist yaşlı kırtasiyeci, uzunca bir süre Amerika’da yaşamış olan ve cinayet kurbanını tanıyan ayyaş “Amerikalı” ve son olarak da işgüzar bir dürüstlükle çifte yaşamını gizlemeye çalışan aile babası bir fotoğrafçı. Cinayete kurban giden genç kadın, tanıkların anlattıkları ve ifadelerin arasına yerleştirilen fotoğrafçının amatör videosuyla belirginlik kazanır. Genç kadın, efsaneleriyle ünlü her şehirde karşımıza çıkan, hayallerinin peşinden koşarken yitip gitmiş başarısız insanları, kıyıda kalmış yabancıları temsil etmektedir.
Büyükşehir, insanın hayallerini koruyabileceği bir yer değildir – senaryosunu Ümit Ünal’ın yazdığı, yolları sürekli olarak kesişen aynı kahramanlarla beş farklı rejisörün çektiği, dolaylı olarak birbirine bağlı beş bölümden oluşan “Anlat İstanbul” da aynı şeyden söz eder. Film, bugüne taşıdığı masal motiflerini belli belirsiz takip eder. Kapalı yapısı ve kurgusuyla “9”un aksine “Anlat İstanbul”, özellikle de Beyoğlu sokaklarına bir saygı duruşu gibidir. Kamera, İstiklal Caddesi’ndeki renkli insan kalabalıklarının yarattığı keşmekeşin içine dalar, isteri halinde yanıp sönen neon reklamlara, tarihî binaların çökmüş temellerine, banliyöde bir villanın gözden ıraklığına odaklanmaktan keyif alır. Yüzeysel olarak bakıldığında “Anlat İstanbul”, “9”un mükemmel bir karşı savı gibidir. Alttan alta benzerlikler de vardır kuşkusuz: Ekibiyle birlikte Ümit Ünal, İstanbul’u yine farklı insanların bir araya geldiği bir yer olarak betimlemiştir ve kahramanlarını karakterize eden aşırı sosyal talep, hiç sona ermeyen kentsel uyarı bombardımanının adeta bir efekti gibidir. “9”un sade biçimini ve tasarımını sevenler, “Anlat İstanbul”da hayal kırıklığına uğradılar; filmin gösterildiği dönemde, bölümlerin fazla karmaşık ve rastlantısal olduğu, bölümlerarası bağlantıların tam olarak ikna edici gelmediği, şehrin görüntüleriyse yalnızca çarpıcı bakış açılarına göre seçildiği söylendi. Oysa bugün, Ünal’ın altı filmi kapsayan çalışmalarına topluca bakıldığında, filmlerin birbirine göndermede bulunduğu, birbirini tamamladığı ve sıklıkla da aynı konulara dönüş yaptığı görülebilir.
Örneğin Ümit Ünal’ın filmlerinde tekrar tekrar portresini çizdiği, ataerkil düzeni temsil eden bıyıklı erkek tipi gibi. İstanbullu genç entelektüel meslektaşlarım kimi zaman kendi sosyal tabakalarının sinemada yansıtılmadığından şikâyet etseler de, bu erkek tipinin hâlâ her yerde hazır ve nazır bulunduğunu ve bunun da anlatılması gerektiği beyan eden Ümit Ünal, 2007 tarihli “Ara”da genç eleştirmenlerin tam da bu talebini yerine getirdi aslında. 1965 doğumlu Ümit Ünal, kendi kuşağı hakkında düşünen ve bunun sonuçlarını filme dönüştüren az sayıdaki genç yönetmenden biri: “Ara”da, bir olayın geçtiği tek yer –bu sınırlı kullanım da yine “9”u hatırlatıyor–, Beyoğlu’nda eski bir binada, sahibesi tarafından film şirketlerine kiralanan ve ancak bir kısmı özel kullanıma ayrılan büyük dairedir. İki çift, on yıllık bir zaman diliminden sonra, hep birlikte ya da farklı ikili gruplar halinde, orada buluşurlar; tartışmaları ve çatışmaları, ihanetleri, aldatmacaları ve ümitsizlikleri, ilişkileri ve krizleri, hayatın getirdiği hayal kırıklıklarının üstesinden gelmeye çalışan kırk yaş insanı için son derece tipiktir. Kuşkuşuz bu filmde, cinsel rollere ilişkin klişelerin yaşanan gerçeklikle çatışması, yani insanın değişme olasılığı –ama magandalık ölçütü şiddet olmadan– da söz konusudur.
Bununla birlikte şiddet, Ümit Ünal’ın, Hasan Ali Toptaş’ın romanından uyarladığı bir sonraki filmi “Gölgesizler”in ana motifini oluşturur. Hangi zamanda nerde geçtiği belli olmayan bir köyde yaşanan korkunç bir ensest masalıdır bu: Köye bir yabancının gelmesiyle birlikte korkunç sırlar da gün ışığına çıkar. Baskın erkek kültürünün yerine, simgesel olarak, kayıp bir kadını hamile bırakan bir ayı geçmiştir. Öykünün kolayca değiştirilebilir diğer parçaları, Kafkaesk bir bürokrasi cangılının içine gömülen belediye başkanı ile her felaketten sorumlu tutulan, toplumun dışına itilmiş bir entelektüeldir. Kirli, bulanık renkler ve yalnızca yoğun bir kırmızının –yüzyıllardır akan kanı temsilen– patladığı donuk ışık, bıyıklı erkeklere rağmen evrensel bir öykü anlatan filmin estetik parametreleridir. Burada da yine “9”la benzerlikler vardır, bu defa dramaturjiye ve stilistiğe ilişkin benzerlikler; “Ara”yı da fotoğraflayan Ünal’ın kameramanı Gökhan Atılmış bu filmde monokromi elde etmek için renk filtreleriyle çalışmış – ki bu strateji de “9”da zaten uygulanmıştı.
Ümit Ünal’ın pek çok yeteneği var: Ustalıklı diyaloglar yazabiliyor ve oyuncularını en ufak ayrıntılara varıncaya değin yönlendirebiliyor. Son derece düşük bütçelerle iyi filmler çekebiliyor, ayrıca farklı türlerin kurallarına da hâkim. “Anlat İstanbul”un ölçüsüz isterisinde ya da psikolojik gerilim filmi “Ses”in (2009) simgeselliğinde kendini gösteren güçlü yönleri zaman zaman ona engel oluyormuş ya da birbirleriyle rekabet ediyorlarmış gibi görünüyor. “Ses”in konusu da, rollere özgü klişelerle çatışan kimlikler ve İstanbul’daki yaşamların çeşitliliği –ki bu noktada Ünal kendine sadık kalıyor–; ama “Ses” –estetik açıdan da– daha dağınık.
Ümit Ünal küçük, kapalı formun ustası, klostrofobik kurgunun büyücüsü, zarif yapıların üstün yetenekli mucidi. Yine de zaman zaman, bir an önce buradan çıkması gerektiğini düşünüyor sanki – sonuçta sınırları belli uzamlarının olağanüstü alacakaranlığına geri döndüğü sürece, bundan dolayı onu kim suçlayabilir ki?
Çeviren: Şebnem Sunar