Saturday 6 August 2011

"Kuyruk"tan bir bölüm: ESKİDEN BÖYLE DEĞİLDİ













ESKİDEN BÖYLE DEĞİLDİ
Eskiden yazlar daha sıcak ve kurak, kışlar daha ılık ve yağışlıydı. Ben küçüktüm. Dünya da bugünkünden küçüktü. Yani, üç tarafı dağlarla çevrili çamurlu bir kasaba, çevresi dikenli tellerle çevrili lojmanlar, astsubay gazinosu ve seneye başlayacağımız bir okuldan ibaretti. Bir de Seher vardı.

Dağların bittiği yerde deniz başlardı. Güneş erkenden kayalık tepelerin ardına iniverir, çarçabuk akşam olurdu. Seher'in annesi ev kadınıydı. Babası benim babam gibi astsubaydı, bizim eve bitişik, yeni yapılmış bir lojmanda otururlardı. Hayatın basit gerçekleri vardı: İncir ağaçlarının dibinde cinler, karadutun dibinde eşek arıları yaşardı. Lodos ya da poyraz olurdu. Ya da imbat eserdi. Bazen de DENİZ KALDI denirdi.

Sebzeler bahçelerden gelirdi. Domates acı acı kokar, zeytinyağı insanın genzini yakardı. Akşamsefaları akşam açar, Ellemeküserimler ellersen küserdi. EYEMBAHUR diye birşey vardı. İnsan mayosuna metal birşey bağlamadan, ya da boynuna diyelim bir çivi asmadan denize girerse bakkal Halimanım'ın çopur oğlu gibi saçı, kaşı, kirpiği her şeyi bembeyaz olurdu. Halimanım'ın oğlu hem çopur hem de deliydi. Kimsenin sokağa çıkmadığı bir öğlen vakti, serin gölgeli odamızda öğlen uykusundayken; sokağın ortasında güneşin alnında dikilen çopur, pencereden bakan ben yalnız çocuğa kalkmış kamışını göstermişti. Seher'e de göstermişti. Seher babasına söylemişti. Seher'in babası Halimanım'a bağırmıştı.

Seher'in babası beni damat diye çağırırdı. Babamla bira içip yemek yerlerken Seher'e ve bana bakıp gülerlerdi. Seher de gülerdi. Seher sünnet olunca benim şeyimin de çopur oğlan kadar büyüyebileceğini söyledi. Annem deniz kıyısında mayomu değiştirirken benimkini uzaktan görmüştü Seher. Ben buna kızdım. Çünkü ben onu çıplak görmemiştim.

Kıyı kumluk değildi ama denize girip beş on adım yürüyünce nefis, sapsarı kumlar başlardı. Güneş dipteki kumların üzerinde sürekli hareket eden cam kenarı gibi parlak çizgiler çizerdi. Seher ille de denize dalıp dipte öpüşmek istiyordu. Ben sıkılıyordum. Kıyıdakiler anlayacak ve bize gülecekler diye korkuyordum.

Birbirimizden birkaç metre uzakta, belimize kadar suda dikiliyor, bir, ki üüç diye sayıp suya dalıyor, yüzüp yüzüp dipte buluşuyorduk, tokalaşıyorduk.

Seher kristal kirpikli kara boncuk gözleriyle yavru bir deniz kızı gibi elimi sıkı sıkı sallıyordu. Öyle tatlı görünüyordu ki kendimi tutamıyordum,

AYLAVYUU

diye bağırıyordum, bir sürü kabarcık çıkıyordu, suyun altında ne dediğim anlaşılmadığı için çok mutlu oluyordum. Seher beni kendine doğru çekip dudaklarını dudaklarıma yaklaştırmak istiyordu. O öpüşmek ister ben tek bildiğim İngilizce cümleyi bağırırken manasızca boğuşuyorduk dipte. Bir keresinde Seher'in öpüşme çabaları sonuç vermiş ve dudaklarımız birbirine değmişti. Alçıdan yapılıp rengarenk boyanmış duvar süsü balıklar gibi dudaklarımız birbirine yapışık, nefesimiz tükenene kadar suyun dibinde kalmıştık.

Bu öpüşme dedikleri şey doğrusu pek de hoşuma gitmemişti. Neden filmlerdeki bütün kadınlarla adamlar bir kere öpüşebilmek için mahvoluyorlardı?

Birlikte sinemaya giderdik. Anneler bizi deniz kıyısındaki eski bir Rum evinin küçümen bahçesinden bozma yazlık sinemaya bırakır, kendileri kıyıda oturur başka mahallelerden kadınlarla saatlerce sohbet ederlerdi. Sinemanın büfesinde satılan lolipopların markası yoktu. Sunal Kokteyl ya da Cincibir gazozları içilir, leblebi şekeri ve çekirdek yenirdi.

Perdenin hemen yanında bir kapı, doğrudan sokağa açılırdı. Yoldan gelen geçenlerle birlikte denizin karanlıkta parlayan dalgaları da filme karışırdı.

Filmler hep önce komik bir girişle başlardı. Başroldeki genç adam ve kadın birbirlerine aşık oluncaya kadar tatlı tatlı aksilikler yapar, birbirlerini sinir ederlerdi.

Sonra yoksul ama dürüstlükte ısrarlı aile babasına bir haksızlık yapılır, erkek kahraman aldatıldığını sanarak kıza şakadan değil sahiden kötü davranır, kız sırtını erkeğe dönerek yüzü kameraya dönük ağlar, isyanlar edilir, öfke ve çaresizlik gözyaşlarına dökülürdü.

Bazen genç kızların içkilerine çaktırmadan ilaçlar konur, bazen nedense her filmde başka bir zengine ait olan merdivenli lüks bir evde mini etekli kadınlarla uzun saçlı adamların, pek de ne yaptıklarını bilmeden dansettikleri partiler verilirdi.

Bazen haksızlığa uğrayan aile babası, ailesi ve dostu düşmanıyla birlikte sinemadaki herkesi de göz yaşlarına boğan upuzun ve acıklı bir bitiş tiradı atmak zorunda kalırdı.

Sonra, bin bir mücadeleden sonra haksızlık eden zengin kötü adam cezasını bulur ve herkesin gözü önünde rezil olur, bazen de ölürdü. Bir tanesi çıkan yangında kuyruğunu kaybetmiş, hepimizin içi rahat etmişti.

Sevenler araya fitne sokan kötü sarışın kadının veya mavi gözlü klark kuyruklu adamın yalanını anlar, gönüller bir olur, titrek son yazısı darbukalı bir müzikle çıkardı.

Bu filmlerin ışıkları kötü, kopyaları çizik çizik ve yer yer atlamalı, kurguları içler acısı, sesleri komikti; ama kimsenin umrunda değildi bu. Münir Özkul-Adile Naşit'li, çok çocuklu büyük aile filmlerine hem ağlar hem gülerdik. (Adile Naşit kuyruğunu tıpkı komşumuz Kadriyanım gibi fıldır fıldır çeviriyordu kızdığı ya da korktuğu zaman...)

Sözde Osmanlı zamanlarında geçen yanlışlıklar komedisi Süt Kardeşler'i sıkılmadan her yaz bir kere daha seyrederdik. Bazen çocuk kahraman Yumurcak'ın acılarına ortak olur, üvey anne adayının kuyruğunu kapıya kıstırdığında yerlere yatarak gülerdik.

Daha da komiği Hababam Sınıfı dizisiydi. Seher de ben de sınıflarımızın en uslu, tertipli öğrencileriydik belki ama Hababam Sınıfı'nın hiç biri çocuk olmayan öğrencilerinin azgın yaramazlıklarına bayılırdık. Her yaz yenisi çevrilsin de gelsin diye dualar ederdik. Eskilerden biri gelse de yine giderdik. Bazen çok korkutucu bir Tarkan filmi oynardı. Tarkan vandalların vampir imparatorunu kuyruğundan tuttuğu gibi çivili kuyuya atar, sarışın saçları memelerinin uçlarını ancak kapatan büyücü Goşa'yı uçurumdan yuvarlardı. Goşa hemen yanıp önce yaşlı bir kadına sonra da kupkuru bir iskelete dönüşürdü.

Yazlık sinemanın küçücük, döküntülü beyaz kireçle boyanmış duvarında ne oynarsa oynasın, ister üzücü, ister gülünç, isterse korkutucu sahneler geçsin, Seher hep benim elimi tutardı. Korktuğu zaman da iyice sıkardı. Terli avuçlarımız filmin sonunda birbirine kaynamış gibi olurdu.

Seher anlaşılmaz bir kızdı (sonraları aşık olduğum herkesi anlaşılmaz bulacaktım ama o sırada aşk-anlaşılmazlık durumlarından haberim yoktu) elimi tutmaya, deniz dibinde öpüşmeye utanmıyordu da, kuyruklarımızın biribirine değmesinden utanıyordu. Filmin en heyecanlı yerinde bazen kendini unutur, ince, titrek kuyruğunu kuyruğuma dolardı. Ben en çok bunu severdim. Öpüşmek filan değil, böyle kuyruk kuyruğa oturalım isterdim. Tüylerin altından, ince kıkırdaksı dokunun uyumsuz bir kayganlıkla dokunuşu, kendine uygun bir oyuk arayışı. Sevişmek, herkes bu kadar gözünde büyüttüğüne göre işte böyle zevkli birşey olmalıydı. Sonsuza kadar sürsün isterdim bu dokunuş ama farkına varır varmaz Seher kuyruğunu çekiverirdi.

Birlikte çay bahçesinde otururduk. Seher'in anne babası benimkilerle bir masada. Biz Seher'le bahçenin duvarında tüner, denize avuç avuç çakıl taşı atardık. Ufak çakıl taşları suya düşerken bir ağızdan kısacık bir çığlık atarlardı: Şapşupşipşop. Bahçenin cızırtılı hoparlörlerinden hep aynı tıngırtı, hep aynı şarkılar duyulur ve bir takım adamlarla kızlar hep ama hep birbirlerine kavuşmak isterler, hep birbirlerinin arkasından beddua üstüne beddua yağdırırlardı.

BENİ YAKTIN SEN DE YANASIN
KUYRUĞU KOPASI ELLERİN KIZI

Güneş batınca hafif bir esinti çıkar ve kadınlar el örgüsü hırkalarına sarınırlardı. Derken birden ışıklar yanar ve ayrı ayrı masalarda birbirlerini süzerek öylece oturan insanların üzerinde, tellere gevşek biçimde asılmış, boyası dökülmüş renkli ampüller pırıl pırıl sallanmaya başlardı.

Çaybahçesinde sık sık düğün olurdu. Davulunun üzerinde süslü harflerle KIM yazan bir orkestra önce yabancı ve SLOW parçalarla bir giriş yapar, sonra hep aynı sırayı izleyerek önce Türkçe parçalara sonra da oyun havalarına geçerdi. Düğün eğer birileri sarhoş olup rezalet çıkarmazsa hep aynı şekilde biterdi:

BU AKŞAMKİ düğünümüz burada sona ermektedir, orkestramız genç çifte ömür boyu mutluluk ve sağlık diler.

Evlenen genç çift ve yakın aile efradı değişse de davetliler ve eğlence programı hep aynıydı. Bazen de sünnet düğünü olurdu. Çalınan parçaların sırası değişmezdi ama araya sünnet çocuğunun kuyruğunun ucu kırılmadan önce oynaması için bir HARMANDALI sıkıştırırlardı. O küçük dünyanın tek danslı manslı eğlencesi bu düğünlerdi işte...

Dünya küçüktü ama üzerinde bizim dilimizi konuşmayan insanları barındıracak kadar da büyüktü. KIM orkestrasının yabancı dildeki repertuarı her gece aynıydı.

SİMPATİ

NAYTSİN VAYT SATİN

SİTÜSABE KOMBİEN JÖTEE MÖ

OOL HENGAP İN YORGRİNAYS

HEY AMİGO KESSA BATA

Ama Seher'le ben bir tek şarkıya tapıyorduk:

AJLİ JÖLİ KOMBİ.

Uzun saçlı, uzun favorili, sarkık bıyıklı, püsküllü kuyruklu, İspanyol paça pantolonlu solistin, üzerinde

FARFİSA

yazan bir orgu vardı. Farfisa'dan Ajli Jöli Kombi'nin insanın içini burkan ilk notaları duyulunca her düğünde, her sünnette Seher'le hemen dansa kalkar, birbirimize sarılır, hipnotize olmuş deney maymunları gibi orta yerde sallanırdık. Ajli Jöli Kombi, bildiğim tek İngilizce şey olan AYLAVYU gibi bir şey demektir sanıyordum. Ancak deniz altında ağzımdan sayısız kabarcık çıkararak söyleyebileceğim şeylerin, kuyruk alafranga bir adam tarafından herkesin gözü önünde Farfisa eşliğinde dile getiriliyor olması, hınzırca bir zevk veriyordu bana.

Büyüyecek ve o çay bahçesinde evlenecektik. O zaman herkesin önünde öpüşmemiz için bir engel kalmayacaktı. O zaman sinemada kuyruğumu bütün film boyunca kuyruğuna dolayacaktım. Düğünümüzde Ajli Jöli Kombi çalacaktı.

Seher kimbilir hangi büyüğünde gördüğü bir duruşu taklit ederek başını omzuma yaslıyor gözlerini romantik romantik kapıyordu. Kuyruğumu çaktırmadan beline doğru doluyordum. Ajli Seherciğim, hem de jöli, ve de hatta kombi.

Deniz dibinde öpüştüğümüz yazın ortasına doğru, mahalleye yepyeni bir sayfiyeci aile taşındı. Dikenli tellerin ardında, lojmanların karşısındaki sokaktan eski bir evi satın alıp tamir ettirmişlerdi. Bir tek oğulları vardı: Doğukan...

Doğukan benden ve Seher'den iki yaş büyüktü. Kızıl saçlıydı. Acayip birşey, kokulu silgi gibi çok güzel birşey kokuyordu. Türkçe'yi bizim gibi konuşamıyordu, kızdığı zaman anlamadığımız kelimeler bağırıyordu, çünkü Doğukan'ın anne babası Almanya'da işçiydi. Mercedes arabaları, arabanın içinde bir yere fişini takıp çalıştırdıkları küçük bir televizyonları vardı. Televizyon başlıbaşına ilginç bir şeydi tabii ama Doğukan benim, Seher'in ve bütün mahalle çocuklarının hoşuna gidecek bir sürü başka oyuncağın da sahibi ve efendisiydi.

ROBOT.
(Kaldırıma koyunca yürüyüp yürüyüp
düşmeden kenardan dönen cinsten.)

BÜYÜTEÇ

MASKE
(Gerçekten tüylü, goril suratı şeklinde.)

KUYRUK KURAN

Daha neler neler... Geldikleri ilk gün Doğukan kimseyle ilgilenmez göründü, oyuncaklarını umursamaz bir edayla evin önüne getirip sanki bir defiledeymiş gibi şöyle bir gösterip içeri taşıyordu. Hepimiz evlerin önüne çıkıp, anneler birbirleriyle tanışırken, uzaktan Doğukan ve oyuncaklarını seyrettik. Söylemeye gerek var mı, herkes Doğukan'ın arkadaşı olmak istiyordu.

Nedenini hala anlamış değilim ama o yaz, onca çocuğun içinde Doğukan arkadaş olmak için sadece beni seçti. Yine kimsenin sokağa çıkmadığı, güneşin insanı kör ettiği, çok sıcak bir öğle uykusu vakti sokağa çıktım ve Doğukan'ı kapılarının önünde otururken buldum.

Doğukan hiç konuşmadan içeri gitti, elinde iki tane tenis raketiyle döndü. Yine hiç konuşmadan raketlerden birini bana verdi. Öbür elinde top değil ama ucunda kırmızı bir plastik olan üçgen file şeklinde birşey vardı. O birşeyi havaya attı sonra raketle yakalayıp sektirmeye başladı. Sonra da tekrar havaya atıp çok maharetli bir hareketle kuyruğunun bir dokunuşuyla, bana pas etti. Çevikliğime şaşarak nesneyi kuyruğumla havada yakaladım ve kuyruğumla raketim arasında sektirmeye çalıştım. Tabii, dengemi korumaya çalışırken önüme bakmadan ileri bir adım atınca ayağım kaldırıma takıldı ve kendimi yerde buldum. Doğukan sanki sirkte palyaçolara gülüyormuş gibi gülmeye başladı. Dizim acıyordu ama ben de güldüm.

O hafta onun bana tanıdığı inanılmaz ayrıcalıklardan yararlandım ve bütün oyuncaklarıyla tek tek tanıştım. Evlerindeki herşey, hiç bilinmedik bir dünyanın kokularını, tatlarını; uzak ve soğuk ama zengin ve rahat bir ülkedeki çok heyecanlı bir hayatın izlerini taşıyordu.

Annesi bana yaldızlı çukulatalar, içinden küçücük oyuncaklar çıkan şekerler veriyordu; açılınca müzik çalan yılbaşı kartları gösteriyordu. Dürbün gibi bir makineyi elime tutuşturuyordu, deliklerinden bakınca bir de ne göreyim, makinenin içinde develi meveli bir çöl manzarası sanki gerçek gibi beliriyordu...

Daha da müthiş olanı, babası elinde bir kamera (evet şimdi kolayca yazıyorum bu kelimeyi, ama o zaman sihirli kelimelerin en sihirlisi gibi gelmişti bana) bir

KAMERA

ile beliriyor ve bizim filmimizi çekiyordu. Ben tabii ki gözümle görmeden filmimizin çekildiğine inanmıyordum, o küçücük alet nasıl perdeye yansıyan koca koca filmleri çekiyor olabilirdi? Kendi filmimizi görme şansım hiç olamadı, ama bir akşam Doğukan'lara misafirliğe gittik ve babası projeksiyon makinesini kurup bize o kış Almanya'da çektiği bir filmi gösterdi. Bu filmde Doğukan ve annesi sapsarı kuru yapraklarla dolu bir parkta koşturuyor, bir takım şövalye kılıklı dik kuyruklu heykellerin yanında poz veriyor, bir ırmağın kıyısında bizim buraların ördeklerine hiç benzemeyen koca koca ibikleri olan garip ördeklere ekmek atıyor ve üstünde kocaman, içinde ışık yanan bir sosisin asılı olduğu bir büfeden sosisli sandviç alıyorlardı. Ben hayır, hiç sosis yememiştim ve evet bütün hayatımı Doğukan'ın arkadaşı olarak geçirmek istiyordum.

Ne hoş olurdu: Doğukan'la o kuru yapraklı parkta tenis oynardık, birbirimizi filme çekerdik, sonra yanımızda anneler olmadan iki büyük adam gibi gidip sosisli sandviç alırdık hatta filmin sonunda babasının yaptığı gibi bira bile içerdik. Kendimi Doğukan gibi Almanca konuşurken bile hayal ediyordum.

Doğukan'la oyuncaklardan sıkıldık ama birbirimizden sıkılmadık. Eski yeldeğirmenlerinin olduğu tepeye tırmanalım, karadutlara çıkalım, birbirimizi avuç avuç karadut şurubuyla kıpkırmızı boyayalım, sonra sinekler içinde denize kadar koşalım, onun kızılderili kanosu şeklindeki şişme botuyla denize açılalım, annesinin dolabından çukulata çalalım, dürbünle milletin bacaklarına bakalım haylazlıklarına dalmışken Seher'i unuttuğumu çok geç farkettim.

Seher her zamanki gibi bizimle birlikte denize geliyordu, akşamları kapı önüne çıkıp oturuyordu ama ben onun burnunun dibinden ayrılmayan aşık değildim artık. Seher ancak başka kızlarla oynayabiliyordu. Bizim macera dolu, kokulu silgi kokan haylaz erkek çocuk dünyamıza alınmıyordu. Bir an için Ajli Jöli Kombi'yi de unutur gibi oldum. Bazı düğün geceleri Seher'i filan bırakıp Doğukan'la sinemaya gitmek çok daha eğlenceliydi çünkü.

Üstelik sinemaya gittiğimizde Doğukan kuyruğunu kuyruğuma dolayıp oturmaktan zerre kadar rahatsız olmuyordu. Perdede Süt Kardeşler ya da bir Hababam Sınıfı. Elimde bir külah leblebi şekeri. Kuyruğum bir puzzle parçasının oyuğu ve çıkıntısıyla tam yerine oturuşu gibi Doğukan'ın kuyruğuna sımsıkı sarılı. Yazlık sinema cenneti buydu.

Ama Seher ve Doğukan, hayatımın ilk aşkı ve ikincisi, bana aşk konusunda ilk ve en acı dersini vermek üzere bir araya gelmekte gecikmediler.

Seher bana neler olduğunu anlamıyordu, Doğukan da Seher'in farkında değildi sanki. Ama birden o Seher'i fark etti, Seher de beni anlamaktan vazgeçti. Hikayemin bundan sonrasını fazla uzatmayacağım. Aradan neredeyse yirmi beş yıl geçtikten sonra bile o berbat kayıp hissi yakamı bırakmadı çünkü. Aldığım dersin özeti şuydu: Aşk konusu hayatımda büyük bir arıza olacaktı, takılmış plak gibi defalarca aynı lanetle, Seher ve Doğukan'ın gitgide büyüyen gölgeleriyle karşılaşacaktım.

Bir kısa geçiş dönemi oldu elbette, Seher önce Doğukan'la aramıza kabul edildi. Oyunlarımıza katılmaya, bizimle birlikte şişme bota binmeye, ağaçlara tırmanmaya, televizyon seyretmeye başladı. Derken birgün beni yanlarına almadan ikisi botla açıldılar. Sonra da denize giderken bizim kapıyı çalmamaya, akşamüstü top oynarken beni çağırmamaya başladılar. Birgün denizde birbirlerinden beş on adım uzakta durup aniden daldıklarını sonra dipte buluşup birlikte çıktıklarını görmezlikten geldim. Ama ikisi arasında doğan, benim hiç anlamadığım ve hayat boyu anlayamayacağım o elektrik, beni dışarıda bırakmıştı bile.

Mutad bir düğünde bir küçük tabağa özenle birkaç kuru pasta dizdim ve Ajli Jöli Kombi başlarken Seher'in yanına gidip öylece önünde dikildim. Seher yüzüme bakıp manasızca güldü, sonra omzumdan uzağa baktı ve gülümseyerek birine el salladı. El salladığı yerde, yani beş on adım gerimde Doğukan, elinde bir külah leblebi şekeri, bize gülümsüyordu. Düğün gecesi sinemaya mı gideceklerdi yani? Seher bana bakmadan koşarak uzaklaştı.

Hiç kimse çocuklar kadar merhametsiz olamaz.

O yaz çabuk bitti. Hava aniden öyle bir soğudu ki, neye uğradığımızı şaşırdık. Sokağa kazakla çıkıp, sefil sefil dolaştım, evde oturup Resimli Bilgiler ve Hayat Aile Ansiklopedisi ciltlerini, gazeteleri ezberledim. Bazı günler Seher ve Doğukan'ı hiç göremiyordum.

Zaten babam Doğukan'ın babasının FAŞİST olduğunu söylüyordu, onlarla konuşmuyordu. Babamın SOLCU olduğunu biliyordum ama faşist ne demek bilmiyordum.

Derken tayin haberimiz geldi.

Annem babam Karadeniz'de bir başka kasabaya tayin olmuşlardı. Taşınma hazırlıkları sürerken son bir düğüne gittik.

Seher yoktu, KIM orkestrasının solisti değişmişti. Yeni gelen adam da aşağı yukarı aynı şarkıları söylüyordu ama Seher'le en sevdiğimiz şarkının sözlerini ya bilmiyordu ya da üstüne basa basa ASYÖ JÖLİ KANDİ diye bilmeden uyduruyordu.

Ajli Jöli Kombi'nin orijinalini orjinalini ilk defa o zaman için bile eski model sayılan radyomuzdan duydum. Plastik saplı, yeşil plastik kaplı bir radyoydu. Anneme göre şarkı Fransızcaydı ve söyleyen adam çok meşhurdu. Ve aslında "Ajli Jöli Kombi" demiyordu. Asyö de demiyordu. Adyö diyordu. Adyö elveda demekti. Joli Kandi de sevgilisiydi. Sevgilisiyle ayrıldığı için üzgündü adam.

Bir kere öpüşmekle sevgili olur mu insan? diye sordum. Annem bu sırada her taşınmada yaptığı gibi ezbere hareketlerle, kırılacak bardak/çanağı gazetelere sarıp karton kutulara yerleştiriyordu. Ciddiyetini bozmadan, Olabilir, dedi.

İlk basımı Oğlak Yayınları tarafından 2001'de yapılan Kuyruk adlı romanımdan.