Friday, 8 November 2024

İlk Filmim 9. (Işık Gölge Oyunları kitabımdan)


Reklam çekmek bana teknik manada çok şey öğretti, başka türlü Türk sinemasının mütevazi koşullarında hiçbir zaman deneyemeyeceğim bir sürü tekniği, aleti, rahat yapım koşullarını deneme şansım oldu. 9’un ilk düşünceleri 1997-1998 yıllarında RPM’de çalışırken ortaya çıktı. 9, Türkiye’de video çekilip 35 mm filme aktarılan ilk filmdi. Bu tekniğin dünyada pek çok denemesi vardı ama burada yoktu. Herkes çekiniyordu yapmaya. Reklam çekerken Mini DV ile çektiğim, 35mm’e aktarılıp sinemada yayınlanan reklamlarım olmuştu. Sonucun ne kadar güzel olduğunu görünce 9’u yapma cesareti buldum. Bugün video çekip filme aktarmak neredeyse standart işlem oldu, hemen hemen herkes böyle yapıyor. O zaman içinse oldukça cesur, deneysel bir adımdı. 


RPM’de çalıştığım süreçte, 9’un, yanı sıra Anlat İstanbul’un ilk halini yazmış, Aşkın Alfabesi’ni bastırmış ve Kuyruk’u yazmaya başlamıştım. Oldukça verimli bir dönemdi benim için. Reklamı ihmal ederek bunları yaptığımı düşünmemeniz için, reklamda da bir sürü ödüllü işler yaptığımı ve mutlu bir reklamcı olduğumu ekleyeyim.


1999 yılında, sadece yönetmenlik yapmak üzere RPM’den ayrıldım. On, on beş filmlik bir “show-reel”im olmuştu. Reklamlar çekiyordum bir yandan da yapımcı Zeynep Özbatur’la o sonradan Anlat İstanbul olarak çekilen İstanbul Masalları projesi üzerine çalışmaya başladık. 


Bir yıl kadar projeyi geliştirmeye, yabancı ortak bulmaya çalıştık. Oyuncularla görüşüyor, Eurimages başvurusu için hazırlık yapıyorduk. 2000 yılında Türkiye’nin bitmek bilmez krizlerinden biri daha çıktı. Türk lirası yine yüzde yüz devalüasyona uğradı. (O sırada Anna ile İngiltere’ye taşınma planlarımız vardı. Anna’nın babası, 1 İngiliz sterlininin dokuz yüz bin lira olduğunu görünce çok şaşırmış, şakalar yapmıştı. O şakanın üzerinden bir hafta geçmeden Sterlin iki milyon lirayı aştı.) Film maliyetleri bir günde büyüdüğü için filmin yapılması imkansız hale geldi. Bir milyon doları aşan bütçesiyle İstanbul Masalları proje aşamasında yarım kalınca büyük öfkeye kapıldım. Parasız film yapacağım demeye başladım. 


9’u, Anlat İstanbul’dan sonrası için, ikinci film olarak düşünüyordum aslında ama bir anda öne geçti. Onun da hikayesini daha önce anlattığım gibi RPM/Radar’da çalıştığım sırada düşünmeye başlamıştım.

 

İlk Filmim: 9


Bay Paul, İstanbul Tiyatro Festivali için bir reklam çekmişti. Oyuncular karanlıktan ışığa yavaşça girerek farklı duyguları ifade eden yüzler yapıyorlar, “maskeler” yaratıyorlardı. Korkunç bir yüz, çok güzel gülümseyen bir yüz, ağlayan bir yüz ya da ürkütücü bir yüz gibi... Bu görüntülerden çarpıcı bir kurgu yaparak reklamı oluşturduk. Her oyuncuyu uzun uzun çekmiştik, festivalin açılış salonundaki ekranlardan gösterilmek üzere, arta kalan görüntülerden uzun, yarım saatlik bir kurgu yaptık. O kurguyu yaptığımız sırada yakın plan yüzün çok sinemasal bir malzeme olduğunu bir kere daha hissettim. Dreyer ya da Bergman'ın yıllar önce gösterdiği gibi, perdede beliren yakın plan yüz seyirciyi hipnotize edebiliyor. Bu yüzler aynı zamanda hikaye anlatıyor olsa, nasıl bir hikaye olurdu diye düşündüm. En sürükleyici hikaye motiflerinden biri cinayettir. Bir cinayet çevresinde oluşan bir sorgu olsa diye hayal ettim. Tiyatro festivali reklamını bir günde çekmiştik. Altı karakter olsa, altısına da birer çekim günü versem ve aynı ışık altında, altı insanın sorgu görüntülerini sanki polis tarafından videoya çekilmiş gibi kurgulasak nasıl olur diye hayal ettim. 9, aslında tamamen böyle bir basit yapım fikrinden yola çıktı.

 

Sinemada maliyet getiren şeylerin başında mekan değişikliği gelir, küçük bütçeli film yapmak isteyen yönetmenler genelde tek mekanda geçen filmlere yönelirler. Ancak tek mekan her zaman düşük bütçenin garantisi olmayabilir. Tek mekanda geçen bir film de karmaşık mizansen ve kamera hareketleri, özel ışıklar, efektler vb içeriyorsa oldukça pahalıya gelebilir. Benim derdim küçük bütçeli bir film yapmak ama film kalitesi konusunda hiç bir şeyden fedakarlık etmemekti. Bu nedenle, tek mekan içinde kadrajı da teke indirdim. Filmi tek mekan, tek kadraj ve tek sorgu ışığı altında bir film olarak tasarladım. 


Çok satan Türk gazetelerinin cinayet, kavga, soygun, yangın vs içeren üçüncü sayfa haberleri bir çok filme ilham vermiş, hatta örneğin Zeki Demirkubuz’un bir filmine isim bile olmuştur. 9’un da ilk fikri bir üçüncü sayfa haberiydi. Bir mahallede üç genç bir araya gelerek, sözde satanist bir ayin sırasında bir genç kızı öldürmüşlerdi. Gençlerin hepsi çok geleneksel ailelerden geliyordu. Birinin babası kasaptı, sözde satanist ayin sırasında öldürdüğü kediyi nasıl keseceğini babasının dükkanında öğrenmişti. Bu haber beni çok sarsmıştı. İstanbul’un ve Türkiye’nin diğer büyük şehirlerinin çevresinde büyüyen “varoş”lar, eskinin gecekondunun yeni zamanların konserve beton blok mahalleleri bana çok acıklı ve ürkütücü görünüyordu. Hiç bir şey olmuyormuş gibi görünen o gri, sarı tozlu sokaklarda birden inanılmaz bir şiddet başgösterebiliyordu. O yıllarda hemen hemen her kanalda bir “mahalle dizisi” vardı. Ertem Eğilmez’in 1970’lerde, Frank Capra filmlerine özenerek çektiği “sıcak insani ilişkiler”e dayalı bakkal amca, tonton manav. Laz kapıcı, iyi yürekli teyze, babacan polis, içli lokantacı vb karakterleriyle dolu bu diziler, İstanbul varoşlarında sürekli yeniden üretilen hayatın karşısında ancak zavallı birer nostalji örneği olabiliyorlardı. Bu “cici mahalle” fikrine karşı bir şey söylemek istiyordum. 


9 için ilham veren, Cihangir sokaklarının iki simasından da bahsetmem gerek. Bir tanesi evsiz bir genç kadındı. Yüzü güneşten ve soğuktan koyulaşmıştı. Saçları kıtık kıtık olurdu hep. Kat kat giyinir, serseri çocuklar, çöp toplayan adamlar, kendisi gibi sokakta yatıp kalkan diğer insanlarla takılırdı. Türktü herhalde ama yanından geçerken duyduğum sözlerini anlayamazdım, sanki başka bir dilden konuşurdu, sık sık elinde bir bira ya da şarap şişesiyle görülürdü. Soğuk bir kış günü onu Alman Hastanesi’nin yanından giren dar sokakta bir battaniyeye sarınmış oturuken görmüştüm. Ben geçerken hava almak ister gibi battaniyeyi araladı. Battaniyenin altında çırılçıplaktı. Sarı kara bedeni yer yer morluklarla kaplıydı. Bir görüşümde de hamileydi, kocaman bir karnı vardı. Sokaklarda birkaç yıl yaşadıktan sonra ortadan kayboldu. 

 

Bir de “Amerikalı” vardı. Anna ile oturduğumuz ilk eve taşınırken hamal arayınca, caminin orda Amerikalı var, o taşır demişlerdi. Amerikalı beyaz gür sakallı, iri yarı, cin gibi bakışlı bir adamdı. 50 yaşlarındaydı ama çok dinç ve güçlüydü. Birkaç arkadaşıyla birlikte evi taşımışlardı. Amerikalı lakabını sadece bir lakap olarak düşünmüştüm, aslı varmış: Anna ile İngilizce konuşuyorduk, işini bitiren Amerikalı bana döndü ve Amerikan aksanlı, çok akıcı bir İngilizceyle bir şeyler söyledi. Hiç beklemiyordum, şaşkınlıkla kim olduğunu nasıl bu kadar iyi İngilizce bildiğini sordum. Amerika’ya gidip on üç sene kaldığını, orada çalıştığını, New York, “Frisco”, Los Angeles, “bir ara Utah” gezdiğini anlattı. Sonra valide hastalandı, geldik... sonra dönemedik işte... Kaldık burda... Evler dükkanlar vardı sattık hepsini... Onun hayatını birkaç cümlede anlatırken kullandığı sözler neredeyse aynen 9’daki Amerikalı karakterine hayat verdi. Yaşlanmasına ve ciddi hastalıklar atlatmasına rağmen Amerikalı hala Cihangir’de yaşıyor ve caminin yanından her geçişimde beni İngilizce sözlerle selamlıyor.


Amerikalı, evsiz genç kadın, üçüncü sayfa haberi satanistler, mahalle dizileri.. Hepsi bir araya geldi ve 9’un ilk iskeleti çıktı. Senaryoyu gördüğümüz değil, göremediğimiz şeyler üzerine yazacaktım. Herkesin birbiri hakkında konuştuğu, sürekli dedikodu ve rivayet üretilen bir mahalleyi anlatacaktım. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı, tozlu sokakların altında bir lav tabakası akan bir mahalleyi. 


Senaryoyu bildiğim ve alıştığım yöntemlerin tersine, hiçbir plan, tretman kurmadan yazdım. Arada ilerisi için notlar alıyordum ama özet hikaye yoktu. Senaryo sadece diyaloglar üzerine kuruluydu. Diyaloglar geliştikçe silip yeniden yazarak, herşeyi yazı sırasında keşfederek senaryoyu oluşturdum. İlk yazım bir buçuk ay kadar sürdü. Sağlı sollu, aksiyon/diyalog yazımını da terketmiştim. Çok az görsel tanım vardı. Senaryonun çoğu sadece diyalogtan oluşuyordu. 


Uzak bir mahallede, evsiz kim olduğu bilinmeyen genç kadın vahşi bir şekilde  öldürülmüştür. Irzına geçildiği, başının taşla ezildiği, üstelik ölmeden önce hamile olduğu belirlenmiştir. Mahalleden altı kişi paralel sorguya alınmıştır. Sorgu sırasında birbirlerini suçlar, mahallenin ve kendi karmaşık hayatlarının tarihine dair sırlar ortaya dökerler.


Tek bir çıplak ampulle aydınlanan karanlık bir sorgu odası hayal etmiştim. Bu odaya filmlerdeki gibi bir aynalı pencereden bakacaktık. İçeride konuşan insanlar, deney hayvanları gibi, polis tarafından 2-3 kamera ile kayda alınıyor olacaktı. Bu görüntüler aynalı pencerenin önündeki monitörlerden görünecekti. Bir ana kamera, iki de yardımcı kamera ile çalışmayı öngörmüştüm. Bir de filmin yarısında ne olduğunu anlayacağımız amatör kamera görüntüleri kullanmayı düşünmüştüm. Bunları bir el kamerasıyla tamamen amatör koşullarda çekmeyi planlamıştım.


Aynı okulda sinema okuduğum görüntü yönetmeni arkadaşım Aydın Sarıoğlu ile konuştuk.  Görüntü konusunda yaratıcı, farklı fikirler kattı. Ben mekanın tamamen karanlık olmasını, oyuncuların çıplak bir sarı ampul altında oturmasını hayal ediyordum. Aydın daha derin görüş alanı olan, mahzen gibi bir mekan ve fluoresan ışık kullanma fikrini sundu, çok hoşuma gitti. Sinan Çetin’le çalıştığım dönemden tanıştığım, görüntü yönetmeni/yönetmen Haluk Bener’le konuşmaya başladık. Haluk da prodüksiyon anlamında yardım edebileceğini söyledi ve aramıza katıldı.  Filmin her şeyini neredeyse maliyetsiz bulduk. Kamera ücretsiz geldi. Oyuncular ücretsiz oynadı. Reklam prodüksiyonu ile uğraşan PTT Film çok yardımcı oldu. Depo olarak kullandıkları mekanı verdiler. Sadece öğlen yemekleri ve minimum biçimde yol parası vs harcayarak, tamamen amatör bir heyecanla işe giriştik. 2001 yazında, Asmalımescit'te ve İstanbul’un eski mahallelerinde on iki günde çektik. 


Ali Poyrazoğlu’nu Arkadaşım Şeytan’dan beri severdim, Amerikalı rolünün ona yakışacağını düşünmüştüm. Ali Poyrazoğlu, ilk buluşmamızda senaryoyu eline aldı, Bu ne? Hım, Dokuz... Tamam oynuyorum dedi ve bir kenara koydu, kapağını bile açmadan. Ama senaryoyu okuyunca Firuz karakterini oynamak istediğini söyledi. Senaryodaki Firuz yirmili yaşlarda arkadaş grubundan, Kaya ile Tunç ayarında bir çocuktu, mahallenin zenginlerinden birinin oğluydu. Önce bu istek çok tuhaf geldi, yine de düşünmek için izin istedim. Sonra Firuz’un diğer iki mahalle delikanlısından daha yaşlı olması fikri hoşuma gitti ve senaryoyu buna göre değiştirdim, yeniden yazdım. Böylece aslında Firuz karakteri daha dokunaklı biri oldu. Yaşadığı aşk da daha yakıcı, insanın içini acıtan bir hal aldı. Türk filmlerinde eşcinsel karakterler çoğunlukla “macho” yönetmenlerin elinde dışarıdan bir bakış açısıyla, çoğunlukla karikatürize tipler olarak hayat bulabilir. Firuz, sinemamızda bir derinliği olan ve kendini cesaretle ifade edebilen ender eşcinsel karakterlerdendir. Daha önce Türk Sineması’nda Firuz'un filmin sonunda yaptığı gibi açık ve samimi bir eşcinsel ilan-ı aşk gördüğümü hatırlamıyorum.


Cezmi Baskın’ın da oynayacağı karakterle ilgili getirdiği önerileri kabul ettim. Cezmi Baskın, filmde Kitapçı Salim’i oynar. Bazı oyuncularda hep, bir tür kendine yontma alışkanlığı vardır. Cezmi de bu adamın mahalle ile ilişkisi hiç yok. İçine kapalı tamam, ama daha yakın ilişkisi olsa... Zamanında Saliha ile bir ilişkisi olmuş bile olabilir dedi. Saliha filmin en tutucu karakteri, yaşlı, başörtülü, kaskatı bir kadındı. İlk başta bu fikir de çok saçma geldi. Ama hep olduğu gibi, ertesi sabah uyandığımda fikri sevdim. Hatta Saliha'nın tek oğlu Kaya’nın babasının da Salim olmasına karar verdim ve birden filmin hikayesinin temel izleklerinden biri haline geldi bu değişiklik. 


9’un temel metaforu gündelik faşizmdir. Birbirimizi nasıl mahvediyoruz, otorite ile karşı karşıya kalınca nasıl birbirimizi satıyoruz, nasıl iktidarın dilini konuşuyoruz…Faşizmin 20. yüzyıldaki en büyük kurbanları Yahudiler, neredeyse tüm dünyanın bilincine kazılı bir simgeye dönüştüler. Kirpi’nin büyük olasılıkla Rusya ya da Ukrayna'dan gelmiş bir Yahudi olmasını, tüm halkayı tamamlayacak, filmin alegorisini bütünleyecek bir unsur olarak düşündüm. Yahudi müzikleri, özellikle Yiddish şarkıları her zaman hoşuma giderdi. Öyle bir çocuk şarkısı kullanmak istiyordum. Saposhkelekh şarkısını Zeynep Özbatur’un şirketinde İstanbul Masalları’na çalıştığımız sırada tanıştığım Alman yapımcı Judit Ruster önerdi. Onun da annesinin dinlediği meşhur bir anonim şarkıymış. Şarkıyı filmde asistanlık ve oyunculuk da yapan Sezgin Devran sadece vokal olarak çok güzel seslendirdi. 


9’da bir puzzle yapısı kurmak istedim. Hani düz bakınca bir şeye, çevirip tersten bakınca başka bir şeye benzeyen çizimler vardır. Bakış açınıza göre yaşlı bir kadın ya da genç bir kız olur. Tıpkı 9 rakamının 6 olabilmesi gibi. Nereden, hangi taraftan bakılırsa onun anlaşılabileceği bir yapı. Elinizde çevirebileceğiniz üç boyutlu bir biblo hayal edin, her çevirişte başka bir şeye benzesin. 9’da bunu hedefledim. Filmde hemen hemen her soru cevaplanır, biri dışında: Katil kim? Katil baktığınız açıya göre değişebilir. Katilin kim olduğu, filmin yazarı olarak, benim bakış açımdan çok belirgin. Ama başka bir açıdan bakan bir seyirci, filmdeki karakterlerden herhangi birini katil sanabilir. Bütün uçları açık bıraktım. 


Bu bakış açısı meselesini korumak için, filmin adının rakamla 9 olması konusunda ısrarcıydım. Ama birkaç yerde (Imdb dahil) Dokuz diye yazımlara rastlıyorum. Bu tip şeyler bir noktada elden kaçıyor maalesef. Filmin adı rakamla 9’dur, Dokuz değil.

 

 9, Türk toplumunun benim durduğum yerden bir panoramik görüntüsünü çekme ve bunu polisiye bir örgü içinde aktarma deneyidir. Filmdeki her karakter bir kesimin temsilcisidir. Yenik asiler, kayıp gençler, Türkiye'de kadın varoluşunun en uç iki noktasında duran iki kadın, iktidara en yakın gibi görünen ama en uzakta duran bir yalnız adam... Hepsinin günlük hayatta bir çok benzeri bulunabilir. 


Teyzem’den sonra profesyonel senarist havasına girmiştim, kafamı Yeşilçam’a kiralamaya başlamıştım. Belli formüllere göre, ticari, ticari olmasa bile sonuçta insanları etkilemeye çalışan, insanların zaaflarından yararlanmaya çalışan işler yazıyordum. Bence 9’un farkı, kendimi her aşamasında tamamen serbest bıraktığım bir film olmasıdır. Yazarken, çekerken, kurgularken seyirciyi, eleştirmenleri, festivalleri hiç düşünmedim diyebilirim. Kendimi önceden bir formülle, bir sloganla kısıtlamadım. Sonunda ne çıkacağını bilmiyordum. Açıkçası tek odada geçen, sadece sözlere dayalı bu metinden bir film çıkıp çıkmayacağını bile bilmiyordum. 


Bazı eleştirmenler filmlerimin, özellikle 9’un “deneysel” olduğuna dair yorumlar yapıyorlar. Ben bu kelimeden nefret ederim. Çünkü çoğu zaman bir şey denemiyorum, ne yaptığımı gayet iyi biliyorum. Ancak, 9’un hem yapım hem de hikaye manasında deneysel olduğunu kabul etmem gerek sanırım. 


9 için oyunculara teklif götürdüğümde: Böyle bir proje var, kendim yapımcı olacağım, sizin de filmde yer almanızı istiyorum ama sonuçta ne çıkacak bilmiyorum, var mısınız? diyordum.  Çünkü her şeyi yaptıkça öğreniyor, projeyi adım adım yaratıyordum. Örneğin filmi çekmeye başladığımızda nerede kurgulayacağımızı bile bilmiyorduk. Resmi bir çekim iznimiz, yapımcı belgemiz, kontrat sözleşme gibi bürokratik formalitelerimiz yoktu. Evet senaryo okurken sürükleyiciydi ama seyirci doksan dakika boyunca filmi seyredebilecek miydi? Tahmin edemiyordum. 9 ilk film olmanın ötesinde çok büyük bir yönetmenlik sınavıydı benim için. Bittiğinde o sınavı geçtiğim için çok mutlu oldum. Bir odanın içinde altı kişi konuşuyor, dışarıya amatör kamera görüntüleriyle çok ender çıkıyoruz. Bütün filmde taş çatlasa, on dakika ya da daha bile azdır o “dış” bölümler. Ama izleyici hikayeye kapılıp seyrediyor filmi. 

 

Filmi bitirdiğimizde İngiltere’de yaşıyordum. 2000 yılının Mart ayında ikinci kızımız Mina doğmuştu. Kısa bir süre sonra Anna ve çocuklar İngiltere’ye gitmişlerdi, oraya yerleşmeye karar vermiştik. Anna orada ev arıyordu. 2001 yılının Ağustos ayında, Anna’nın ailesinin de yaşadığı Hitchin kasabasında ev alarak, İngiltere’ye taşındık. Ben reklam çekimleri için İstanbul’a gelip gidiyordum, çoğunlukla oradaydım. 9’un kurgusunu bitirdikten sonra İngiltere’ye döndüm. O dönem televizyon kanalları sinema filmlerini yüksek ücretlerle satın alıyorlardı. 9’u da tüm baskı-aktarım masraflarını çıkaracak bir ücrete satabileğimizi tahmin ediyordum. Ancak, hiç kimsenin tahmin edemeyeceği bir felaket gerçekleşti: 11 Eylül. Bildiğimiz dünya tepetaklak olmuş, ülkenin sınırlarında savaş ihtimali bile belirmişti. Reklam işleri, televizyon işleri, her şey belirsiz bir süre için durdu. Filmi satmak için başvurduğumuz tüm kanallar, hiçbir şey satın alamadıklarını söylediler, her kapıdan döndük. Zaten bankada birikmiş paramın büyük kısmını evin peşin mortgage ücretine ve onarımına harcadığım için parasızlıktan bir anda İngiltere’de kalıverdim. 9 aylarca elimizde video haliyle bekledi. 35mm filme aktaramadığımız için aylarca sadece arkadaşlarımla ev gösterimlerinde paylaştığım bir film oldu. Gören herkes filmi beğeniyordu ama elimizdeki video kasetler haricinde henüz film bitmemiş haldeydi. Derken çekimler boyunca bize zaten yardım etmiş olan PTT Film’den yapımcı arkadaşlar Tünay ve Şebnem, laboratuar işlemlerini karşılayarak, filme ortak olmayı önerdiler. 9, bu sayede filme basılabildi, ardından İstanbul’da yarışmaya girdi, En İyi Film ödülü aldı ve sonrasında Yabancı Film Oscarı için Türkiye'nin adayı seçildi, o yılın en iyiler listesinde hep başlardaydı.

Friday, 25 October 2024

Emrah Kolukısa ile Birgün Gazetesi Ropörtajı.

 

Usta sinemacı Ümit Ünal’ın son filmi “Evcilik” 25 Ekim’de vizyona giriyor. Ünal, Altın Portakal ön jürisinde yer alan Tunca Arslan’ın “LGBT yok, fonlu filmler yok” açıklamalarına istinaden, “Hepsine inat kendi bildiğim filmleri yapmaya devam edeceğim” dedi.

Hadsizlere inat filmlerimle varım
Evcilik filmi

Emrah KOLUKISA

Bugün sinemamızda Yeşilçam geleneğinin gerçek anlamda temsilcisi olduğunu iddia edebileceğimiz birileri kaldıysa, onların başına Ümit Ünal’ın adını koymamız gerekir muhtemelen. 80’li yıllarda sinemaya başlayan ve 40 yıla yaklaşan kariyerinin ilk yıllarında senarist olarak çalıştığı Yeşilçam’dan hem çok şey alan hem de Yeşilçam’a çok katkılarda bulunan Ünal 2000’li yıllardan itibaren kendi sinema dilini oluşturdu ve bir anlamda Yeşilçam’I kendince dönüştürdü. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ona En İyi Senaryo dalında ilk Altın Portakal’ını getiren son filmi “Evcilik” ayrı dünyalara ait iki evli çiftin Assos’daki bir motelde geçirdikleri birkaç günlük maceralarını anlatıyor.

25 Ekim’de vizyona girecek filmin başrol oyuncuları ise Öykü Karayel, Fatih Artman, Deniz Işın ve En İyi Erkek Oyuncu dalında Altın Portakal alan Nejat İşler. İşler’in aynı zamanda yapımcılığını da üstlendiği filmde Ünal’ın fetiş oyuncularından Selen Uçer de küçük bir rol üstlenmiş. Vizyon öncesi Ümit Ünal ile bir söyleşi yaptık ve hem “Evcilik”I hem de tartışlamaların gölgesinde sona eren Antalya Altın Portakal Film Festivali’ni konuştuk.

“Evcilik” bir önceki filminiz”‘Aşk, Büyü Vs” gibi yine sınıfsal bir çatışma temelinden yükselen ama aşkın başrolde olduğu bir hikaye… Her şey nasıl başladı bu film özelinde, ilk bunu merak ediyorum...

“Evcilik” için ilham kaynaklarım arasında Milan Kundera'nın “Otostop Oyunu” hikayesini, Ruben Östlund'un “Force Majeur” ve Paul Schrader'in “Comfort of Strangers” filmlerini sayabilirim. Önemsiz gibi görünen ya da oyun gibi başlayan ufak bir olayın bir çiftin hayatında saklı kalmış bütün çelişkileri su üstüne çıkarması ve onları tamamen değiştirmesi fikrini çarpıcı buluyorum. Buna bir "haset" katmanı katmaya çalıştım. Senaryoyu 2014'te yazmıştım ama uzun zaman çekilemedi, çekmecede bekledi. “Sofra Sırları” ve “Aşk, Büyü Vs” öne geçtiler. Nejat İşler senaryoyu sevip ısrarla arkasında durduğu için çekilebildi.

Filmi çektiğimiz mekan, Eren Konukevi'nde 2013 yazında bir hafta kalmıştık. Assos yakınındaki Sivrice o zaman daha ıssız bir yerdi. Otelde başka müşteri olmaması, çiftin tek başlarına kalması aynen başımıza geldi, ama sonra gelişen olaylar elbette tamamen kurmaca. Senaryoyu yazarken hep Sivrice'yi ve Eren Konukevi'ni hayal etmiştim. Filmi çekmemiz söz konusu olunca tesadüfen otelin şimdi boş olduğunu öğrendik ve bir aylığına kiraladık. Her yönetmene nasip olmaz, filmi yazarken hayal ettiğim mekanda çektim.

“Aşk, Büyü, V”de Eren ve Reyhan’ın aşkında sınıfsal bir açmaz vardı evet, ama burada kültürel bir gerilim de söz konusu. Siz yönetmen ve yazar olarak tarafınızı biraz belli ediyorsunuz sanki… Bunu biraz açmak ister misiniz?

Sınıfsal-kültürel gerilimler hikayenin ana ekseninde evet. Filmdeki zengin şehirli ve yoksul köylü çiftler arasında karşılıklı bir özenti, hatta haset var. Nejat İşler ve Deniz Işın'ın canlandırdığı köylü çift, Öykü Karayel ve Fatih Artman'ın oynadığı şehirli çiftin müreffeh hayatını, özgürlüğünü kıskanıyor. Şehirli çift de onların derin aşkını, görünürdeki "saflığını", yaşama sevincini. Ben yazar ve yönetmen olarak mümkün olduğu kadar her iki tarafa eşit bakmaya çalıştım sanıyorum ama belki geldiğim sınıfsal köken beni haksızlığa uğrayan köylü çiftin tarafına yaklaştırmış olabilir.

Aşk ya da romantik ilişki diyelim isterseniz, bir savaş alanı mı?

Kafka'nın bir sözü vardır şu an elimde kaynak olmadığı için mealen aktarıyorum: "Kadın erkek arasında yapılan ve yatakta sonlanan şey bir savaş gibidir adeta". (Bunu isterseniz erkek-erkek ya da kadın-kadın çiftlere de uyarlayabilirsiniz.) Aşk ilişkisi çoğu zaman, özellikle başlangıçta bir sahip olma savaşına dönüşebiliyor. "Aldım-verdim-ben seni yendim." İnsanın olgun, şüphe ve korku içermeyen, geçmişin travmalarından muzdarip olmayan, eşitliğe dayalı bir ilişki kurabilmesi yıllarını alıyor. Bazı talihsizler de hayat boyu bulamıyor öyle bir ilişkiyi.

Bir çocuk oyunundan adını alıyor film: Evcilik… Bu oyun benzetmesinden meramınız neydi aslında?

Film "-mış gibi yapan" insanlar üzerine. Her şey yolundaymış, çok mutlularmış gibi yapıyorlar, başkalarını taklit ederek aşıkmış gibi yapıyorlar. Bunu da aslında kötülük olsun diye değil, çocukça bir oyun gibi yapıyorlar. Ama çocuklar yetişkinlerden çok daha zalim olabilir. Bu oyunun içinde de gizli bir zulüm var.

‘Evcilik’ yine kara komedi sularında ilerleyen bir film. Bu tarz bir mizah sizce günümüz Türkiye’sine daha mı uygun?

İlk senaryomdan beri yani neredeyse 40 yıldır kara mizah sularında yüzüyorum. Mizahçı değilim, insanları içtenlikle güldürmeyi başaran komedyenleri çok kıskanıyorum, çok zor iş. Mizah için toplumun/zamanın ruhunu çok iyi anlamak ve herkesin anlayabileceği çok doğru, güncel referanslar seçmek gerek. Ama bazı güncel olmayan, zamansız kavramları, durumları kimsenin bakmadığı aykırı bir açıdan gösterdiğiniz zaman kara mizah doğabiliyor. Hemen hemen her filmimde yer alan kara mizah unsurları, asıl amacım güldürmek olmasa da seyirciyi "acı acı" güldürebiliyor.

‘Bağımsız sinema’ yapmak gitgide daha mı zorlaşıyor memleketimizde? Nejat İşler’in yapımcı olarak da filme dahil olduğunu görüyoruz. Nasıl bir süreçti bu filmin yapımı, finansmanı?

Nejat 2023 Ağustos ayında İskoçya'ya geldi. Glasgow'a da uğradı, bir öğleden sonra oturup sohbet ettik. Bana bağımsız yapımcılık planlarından bahsetti, proje aradığını söyledi. Ben de “Evcilik”i anlattım. Hikaye biter bitmez, "Tamam çekiyoruz" dedi. Sonraki finansman aşamalarını ayrıntılı bilmiyorum açıkçası. Bir noktada projeye Sky Films-Emre Oskay dahil oldu ve film onun getirdiği yapım ekibiyle çekildi. Ben kendi arkadaşlarım görüntü yönetmeni Aydın Sarıoğlu, sanat yönetmeni Elif Taşçıoğlu ve kurgucu Melike Kasaplar'ı getirdim. Filmin bütçesini de rakamsal olarak bilemiyorum ama piyasada çekilen birçok filme, diziye göre bütçesinin çok daha mütevazı olduğunu söyleyebiliriz sanırım.

Filmin ilk gösteriminin yapıldığı Antalya Film Festivali’nde izleyici tepkileri nasıldı? Söyleşide nasıl konuları didikledi izleyici?

İzleyiciden çok olumlu bir tepki aldı. Yılların tecrübesi diyeyim, artık filmi nasıl bir gelecek beklediğini, ilk gösterimlerde seyir sırasında esprilere verdikleri karşılıktan, ışıklar yandığı anda yüzlerindeki ifadeden anlayabiliyorum. Gelen sorular da (filmdeki bir rüya sahnesini çok komik yorumlayan biri hariç) filmi çok iyi anladıklarını gösteriyordu. Mesela az önce konuştuğumuz kültürel-sınıfsal çatışmalar meselesi gayet güzel geçmişti herkese. Sanırım genel izleyiciyle en kolay bağ kuran filmim bu.

Antalya Film Festivali geçen yıl bir sansür olayıyla gündeme gelmiş, mesele festivalin iptaline kadar gitmişti. Sizce sinema sektörümüz bu konuda yeterli tepki verdi mi, ya da en azından bütüncül bir tepki verdi mi diyelim… Bu konuda sektör bileşenleri bir araya gelip (fiziki ya da sanal ortamlarda olabilir) bir fikir teatisinde bulundu mu mesela?

Yaklaşık 20 sene önce, 2005'teki Altın Portakal haberlerine baktım: Kapanışta Mercan Dede konserinde Aynur Kürtçe türkü söylemiş. (Protokol alkışlamamış.) Ferzan Özpetek yine jüri başkanıymış. Reha Erdem'in en sevdiğim filmi Korkuyorum Anne görmezden gelinmiş ve ödül bir daha hiç film çekmeyen genç bir yönetmenin ilk filmine verilmiş. (Verilmiş diyorum ama ben de oradaydım ve izleyici olarak dev bir hayal kırıklığı yaşamıştım.) Oradan bu günlere geldik. Artık festival sahnesinde Kürtçe türkü hayal edilemez bir şey. Artık ön jüride bulunan bir adam talihsiz ve hadsiz konuşmasında "Festivalde LGBT ve fonlanmış filmler yoktu", "Türkiye’ye uzak ve haddinden fazla eleştirel bakan filmlerin dönemi bitti" vs diyebiliyor. Demek Aşk, Büyü vs bu yılın filmi olsa Altın Portakal'a giremeyecekti, yine de lütfedip beni almışlar. Peki bu "yeni dönem"de, festivalde artık sadece devlet destekli, mülayim içerikli filmlere mi yer olacak? TRT dizisi estetiği festivallere hakim mi olacak?

İktidarın bir çok temel kurum gibi festivalleri de değiştirmeye, gerekirse kapatmaya çalıştığı açık. Geçen seneki durum korkunç bir yönetim felaketiydi. Ama bu yıl yapılan boykot çağrılarını garipsedim. Evet işler her yıl daha kötüye gidiyor ama çaresi boykot mu? Bu bence, zaten susmamızı isteyen birilerini dilimizi keserek protesto etmek gibi. Birileri festivali susturmaya, dönüştürmeye çalışıyorsa, buna en iyi cevap "al senin olsun" deyip kenara çekilmek midir? Sinema tarihimize mal olmuş, bugünün sinemacılarına emanet kalmış Altın Portakal, "LGBT ve fonlanmış filmlere geçit vermeyen" eşi benzeri çok görülmüş adamların insafına mı kalsın? Biz festivale katılanlar bu adamları onaylamış ve onlara meşruiyet vermiş mi oluyoruz? Hepimiz tam da onların istediği gibi görünmez mi olalım? Ülkenin diğer temel kurumları gibi Altın Portakal'ın da elimizden kayıp gitmesine seyirci mi kalalım? Ben hepsine inat kendi bildiğim filmleri yapmaya, kendi sevdiğim hikayeleri anlatmaya devam edeceğim, festivallere katılmaya çalışacağım. Gelecekte bir filmim, ya da herhangi bir film LGBT temalı olduğu için ya da "haddinden fazla eleştirel" olduğu için festivale alınmazsa da kıyameti koparacağım.

En İyi Senaryo dalında bir ödül de geldi size. Ne hissediyorsunuz buradaki ödüller hakkında?

Antalya'ya geç gittiğim için diğer ödül alan filmleri göremedim. O yüzden yarışma sonuçları hakkında konuşmam doğru olmaz. Az önce söz ettiğim değişim-dönüşüm hamlesinin sadece ön jüriyle sınırlı kalmayıp ana jüriye de sirayet etmiş olması mümkün mü, bilmiyorum. Ama Adana ve İstanbul'da jüri başkanlığı, sayısını unuttuğum festivalde de jüri üyeliği yapmış biri olarak, bu işlerin biraz şans işi olduğunu biliyorum. Emre Yeksan'ın geçen gün Twitter'da yazdığı gibi herhangi bir festivalde, jürilere zahmet vermek yerine sonuçlar tamamen şansa bırakılsa ve mesela zar atılsa daha iyi sonuçlar da çıkabilir. Samimi bir itirafta bulunayım: Sinemada geçirdiğim bol ödüllü 38 yıldan sonra festivallere bu işin mecburi bir parçası olarak katılıyorum. Ben tedavisi imkansız bir bağımlıyım: Hikayeler anlatmaya, filmler yapmaya, filmlerimi anlayışlı seyircilerle paylaşmaya bağımlıyım. Bunu bırakmama imkan yok. Bunu sürdürebilmek için festivallere gitmek, filmi tanıtmak vs gerekiyor, gidiyorum. Ödül olursa filmin tanıtımı adına ne ala, olmazsa da artık pek umurumda değil.

Sinema haricinde, resim ve edebiyat da sizin yaratı alanlarınız olarak çıkıyor karşımıza. Filmde de örneğin buzdolabının üzerinde sizin çizimlerinizi durduğunu gördük… Her koşulda ve formda yaratmaya devam etmenizi neye bağlıyorsunuz?

Filmin ilk gösteriminden sonra, soru-cevap sırasında ilk gelen soru o çizimlerle ilgiliydi. Sanat yönetmeni arkadaşım Elif, filmin hikayesiyle bağıntılı gördüğü iki çizimimi dolabın üzerine asmış. Ben de kaldırmadım. Çocukluğumdan beri yazıyorum, çiziyorum bunu dünyayla alışverişin, hayatta kalmanın tek yolu olarak görüyorum. Az önce söylediğim gibi bunları bırakmama, bu bağımlılıktan vazgeçmeme imkan yok. Bunların çevresindeki her şey, hayat gailesi içinde bu bağımlılık sürebilsin diye.

Bu soru eminim çok geliyordur ama tiyatro yapmayı hiç düşünmüyor musunuz, ya da tiyatroya hangi koşullar altında sıcak bakarsınız?

Çok düşündüm aslında. 2013'te İskoçya'daki bağımsızlık referandumu sırasında, Erdem Avşar'ın İngilizce yazdığı 5 dakikalık bir kısa oyunu İskoçya Ulusal Tiyatrosu'nun etkinliği için yönetmiş, aynı zamanda videoya çekmiştim, güzel de olmuştu. Hatta kendim yönetmek üzere iki oyun yazdım. Ama bin türlü sebepten hayata geçemediler. Sonra yurt dışına taşındım, buradan uzak kaldım. Tiyatro yüzyüze iletişim istiyor, uzaktan kumanda yapmak zor, o yüzden denemeyi bıraktım. Ama bir gün tiyatro oyunu yönetme hevesim yerinde duruyor. Burada ya da İskoçya'da uygun ortam bulursam, her an gerçekleşebilir.

Bu röportaj Birgün gazetesinde 17 Eylül 2024 tarihinde yayınlandı.

Saturday, 21 September 2024

Güz Günlüğü - Şavkar Altınel




 





Eylül'ün bitmesine bir hafta kala

soğuk ve aydınlık günler başlıyor.

Tepelerde dolaşıyorum öğlesonraları;

tek tük koyunlar otluyor çayırlarda,

alabildiğine saydam havanın içinden

neredeyse her yaprağını seçebildiğim

ağaçlar dalgalanıyor tabanında vadinin.

 

Akşamları televizyonun önüne oturup

cin içiyor ve gazeteleri karıştırıyorum;

haberlerin ardından ekranda beliren

saçları kırlaşmış, ince uzun adam

değneğini haritasında gezdirerek anlatıyor

Avrupa'yı etkileyen hava kütlelerini.

 

Zamanla sokaktan gelen sesler kesiliyor,

evler karanlığa gömülüyor birer birer.

Yatmadan önce arka bahçeye çıkıp

bir iki dakika sessizlikte duruyorum

bakarak ayın bulutsuz göğe tırmanışına;

bazen bir uçak geçiyor çok yüksekten

inanılmaz derecede düz bir çizgi izleyerek

ve bir an gene gitmek istiyor içimden bir şey,

ama biliyor hiç bir yer olmadığını gidecek.

Monday, 6 May 2024

Deniz Kasidesi - Attilâ İlhan/ 1972



























Deniz Kasidesi 

Açıklarda göz gözü görmez fırtınadan anlar gelir

Körfeze kocaman ve soğuk pelikanlar gelir

Buzlu bir hüzünle yüklü yorgun ve üzüntülü


Kasırga sarsar katedralleri uzaktan çanlar gelir

Her biri bir rüzgâra uzanmış ezanlar gelir

Görünmez bir nabızdır atar telsizler büyülü


Ermiş deniz fenerlerinden aydınlık dumanlar gelir

Eski bir şarkıda gemileriyle kaybolanlar gelir

Siyah yelkenleri rüya tozlarıyla örtülü


Sanki deli bir su patlar çoğul yatağanlar gelir

Var mı yok mu anlaşılmaz yağlı korsanlar gelir

Kırbaçları kan içinde dev bıyıkları gürültülü


Döner sis anaforları bir imdat çınlar gelir

Islıkların kemendiyle çekilip boğulanlar gelir

Boyunları kırılmış son derece ölü


Canlanır liman meyhanelerinde anlatılanlar gelir

İnanılmaz ejderhalar kanatlı yılanlar gelir

İhanet gibi kılçıklı kabahat gibi tüylü


Bir çatışma parıldar ki batı’da kanlar gelir

Mor uğultulardan oyulmuş erguvanlar gelir

Vahşi yapraklarında tuz böceklerinin tülü


Çözülür şimşeklerin demeti tel tel yananlar gelir

Tepeden tırnağa elektrik yeşil papağanlar gelir

Billurdan gagalarında çapraz bir rüzgâr gülü


Günler dağılır altüst olmuş zamanlar gelir

Başka başka takvimlerden başka insanlar gelir

Ölümlerini tekrar tekrar yaşamaya gönüllü


Attilâ İlhan/ 1972

Saturday, 7 October 2023

Bir Porsiyon Sanat kitabından, Sofra Sırları üzerine -



Bu söyleşi Fatma Berber ve Sümeyra Gümrah Teltik'in hazırladığı "Bir Porsiyon Sanat" kitabında yayınlandı:

ÜMİT ÜNAL / SOFRA SIRLARI 

Sinemada kara komedi, film noir ve de sıra dışı çarpıcı öykülerinizle cesur hikâyeler anlattınız ve kült filmlere imza attınız. Bize anlattığınız hikâyeler de resimler de düş ile gerçek arasında ama son derece sarsıcı her şeyi ters yüz eden sıra dışı öyküler. Çok yönlü bir sinemacı olmanızdan kaynaklı Mahlûkat Bahçesi gibi içimizdeki canavarlarla bizi yüzleştiren ezber bozan bir sergi de açmıştınız.  

Sofra Sırları (2017) filminiz tematik olarak yemek filmi diyebileceğimiz bir kara komedi. Daha önce Nar ( 2011) filminizde de "Hepimiz nar taneleri gibi birbirinden ayrıyız: Hem çok benzeriz, hem de çok farklıyız. Ama açılmamış bir bütün nar gibiyiz aynı zamanda." diyorsunuz. Sofra Sırları’nda da yemeklerle çok iyi bir bağ kurmuş eşine çok güzel sofralar hazırlayan seri katil Neslihan’ın hikâyesine bizi davet ediyorsunuz. Bu bağlamda insan ilişkileri ve yemekler arasında nasıl bir bağ kurabiliriz? 

Yemek, beslenmek insanın bir canlı olarak hayatta kalabilmek için en önemli ihtiyacı. En basitinden en karmaşığına kadar tüm canlılar için geçerli bu. Doğar doğmaz, tüm memeliler gibi annemizin sütüne saldırıyoruz. Dünyada ilk dakikalarımız önce nefes almak için ağlamak, sonra besin ihtiyacını gidermekle geçiyor. Tekhücreli bir canlının bütün yaptığı beslenmek ve çoğalmak. Tabii biz tekhücreliler kadar "basit" varlıklar olmadığımız için, başka hayati ihtiyaçlarımız da var. Bütün hayati ihtiyaçlarımızı, etkinliklerimizi farklı anlamlarla, törenlerle süslediğimiz gibi; gibi yemek konusunun da çevresinde beslenme işlevinin dışında binbir anlam örmüşüz. Yemek hiçbir zaman basit bir beslenme, hayatta kalma fiili değil bizim için. Bir sofranın çevresinde tarihsel, sınıfsal, cinsel, ruhsal, estetik bir çok katman var. Yemek kitaplarını, yemek programlarını, sokak yiyeceklerinden, Michelin lokantalarına yemeğin pazarlanışını düşünün... Yemeğin malzemesini alıp getiren, pişiren, sofrada sunan, yiyen insanların arasındaki farkları düşünün. Bir lokantada müşteri, garson, aşçı, bulaşıkçı, temizlikçi, lokanta sahibi tek tek bir kap yemeğe baktıklarında ne kadar farklı şeyler görüyorlar, düşünün. Bir kap yemeğe 10 TL veren de var, 100 Dolar veren de. Açlık grevi yapanlar için yemeğin anlamını düşünün. Hastanede önemli bir ameliyat öncesi perhiz yemeği yiyen insan için yemeğin anlamı başka, ilk kez buluşan iki sevgili için yedikleri yemeğin anlamı başka. (Annem babamla ilk buluşmalarında yedikleri iki hurmanın çekirdeğini yıllarca saklamış, çocukken bir çekmecede, o günü anlatan bir mektubun içinde bulmuştum.)

Sofra Sırları’nda yemek yemek, yemek yapmak sofralar kurmak aşk, ilişki cinsellik ve ölümle ilişkilendirilmiş sanki. Bu bağlantıyı açıklayabilir misiniz? 

Az önce söylediğim gibi, yemek cinsellikle ve insanın diğer hayati ihtiyaçlarıyla birebir bağlantılı. Biz diğer hayvanlar gibi cinselliği sadece üreme işleviyle yaşamıyoruz. Cinsellik bütün hayatımızı kapsıyor, yönlendiriyor. Hayatımızdaki her şeye cinsel bir mana da atfediyoruz. Yemek de bundan bağımsız değil. Cinsel işlevleri kısıtlanmış insanların yemek zevkinde teselli bulduğu, "kendini yemeğe verdiği" çok tekrar edilmiş bir fikir ama yanlış değildir bence. Sevişmenin, "sahip olmak"la, sahip olmanın yemekle karıştığı da vakidir. Dilimizde sevdiğimize "yerim seni" deriz. Çok da şaka sanmamak lazım bu sözü. Mecazi anlamda da olsa yeriz çünkü sevdiklerimizi. Düşmanlarımızı da... Eski savaşlarda, düşmanı öldürdükten sonra ciğerini oracıkta yeme adeti varmış. Greenaway'in Aşçı Hırsız Karısı ve Aşığı (The Cook, The Thief, His Wife, Her Lover) filminde, bir kadın, kıskançlık cinayetine kurban giden sevgilisini pişirir ve katil kocasına zorla yedirir. Marco Ferreri'nin filmi Büyük Tıkınma (La Grande Bouffe) filmi yemeği bir intihar, kendini zevkten yok etme aracı olarak gösterir. Shakespeare'in Titus Andronicus'u, düşmanının iki oğlunu öldürüp kıymalı börek halinde annelerine yedirir. Yemeğin cinayet ve intikam aracı, baştan çıkarma yolu, sevişme ikamesi gibi kullanıldığı bir çok başka roman, film örneği bulunabilir. Sofra Sırları'nı aklımda bütün bu örneklerle tasarladım diyebilirim. 

Filmde vitrinler gibi sofralar da evliliği sergiliyor. Her gün tozu alınan işlevsiz objeler gibi kurulan sofralar, robot gibi her gün getirilen mezeler de aynı işlevi görüyor yani aynı işlevsizliği. Sofraların hafızamıza ve toplumsal ön kabullere nasıl bir etkisi var sizce? 

Yemek bir yandan en tutucu, değişime en çok direnen, geçmişe en çok bağlı tarafımız. Saraybosna'ya gittiğimde kimi yemeklerinin adının hala Osmanlı döneminden Türkçe olarak kaldığını görmüştüm ve şaşırmıştım: "Yalan dolma", "Taze fasulya"... Aslında şaşıracak bir şey yok, yüzyıllar içinde kıyafetler değişiyor, dil değişiyor, teknoloji değişiyor, iktidar birkaç kere el değiştiriyor ama mutfağın hakimi değişmiyor. Kadınlar sığındıkları mutfakta annelerinden öğrendikleri yemeği yapmaya devam ediyorlar. Çocuklar annelerinin yemeklerini özlüyor. "Ağız tadı" en tutucu olduğumuz alan belki de. Bu yüzden yemeklerin adı da, tadı da aynı kalıyor. Aslında bir kap basit ev yemeği bile yüzyılların, geleneklerin, bulunduğu coğrafyanın, toplumun canlı bir tanığı. Bir yemekten, bir sofradan çıkarak, yemeklerin nasıl hazırlanıp sunulduğundan nasıl yendiğinden bir topluma, onun yaşayışına dair önemli bilgiler edinmek mümkün. Binyıllar önce yaşamış "ilkel" insanların yaşam biçimi, inanç sistemi, hatta dil bilgilerine mağaralarda bulunmuş yemek kalıntılarını inceleyerek ulaşabiliyoruz.

Çerkez tavuğunun ve filmdeki menünün özel bir anlamı var mıydı? Kahvaltı, rakı sofrası, Çerkez tavuğu, kuş üzümlü pilav, zeytinyağlı yaprak sarma, mantarlı mantı… 

Sofra Sırları'nın ilk versiyonu, "Sultan Mutfakta", Londra'da yaşayan Sultan adında bir Türk kadının hikayesiydi. Orada yaşadım, Londra'da yaşayan Türklerle tanışma şansım oldu. Biraz da onların filmi olsun istiyordum. Bir İngiliz yapımcıyla çalıştım. Filmin çoğu İngilizce olacaktı, haliyle yurt dışı seyirciyi hedefliyordu. Bu yüzden de Türkiye dışında da bilinen ve sevilen yemekler arasından seçmek istedim. Baklava, sarma, mantı vs. Çok uğraştım ama filmi Londra'da çekemedim. Türkiye'ye uyarlayarak yeniden yazdım. Senaryoda kadının, kocasını öldürdüğü ilk cinayet farklıydı. Roald Dahl'ın "Lamb to the Slaughter" hikayesinden esinlenmiştim: Bu hikayede kendi halinde bir ev kadını, kocasını donmuş kuzu buduyla kafasına vurarak öldürür. Sonra pişirdiği kuzu budunu, yani cinayet aletini, eve gelip araştırma yapan polislere bir güzel yedirirek ortadan kaldırır. Fakat bu hikayenin telifi kapatılmıştı, uyarlama için almak imkansızdı. O yüzden yeni bir yemek, yeni bir cinayet yöntemi uydurdum. O da Çerkez Tavuğu ile boğulmasına seyirci kalmak oldu. Neslihan'ın ilk cinayeti teknik manada planlı bir cinayet değil aslında, sadece müdahele edip kocasını ölümden kurtarabilecekken, kurtarmıyor. Seyrediyor. 

Çocukken taze fasulye yemeğindeki kılçık yüzünden dağılan bir aileye tanık olmuştum. Vitamini kabuğunda elbet ama soyulmamış bir domates kabuğu öldürmese de büyük bir aile kavgasına sebep olabiliyor. Sizin geçmişte böyle bir tanıklığınız oldu mu? Tane tane olmayan pilav yüzünden dağılan sofralar gördünüz mü?

Teyzem'i görenler hatırlayabilir, taze fasulye yüzünden çıkan bir kavga da, oradaki bir sahnede vardır. Üftade'nin kocasından ayrılması o kavga sonrasında olur. Sofra Sırları benim için Teyzem'deki konuların devamı bir anlamda. Belki de Üftade'nin intikamını almışımdır. (Gülüyor.) Domates kabuğu yüzünden çıkan kavgaya yıllar önce misafir olduğum bir yemekte şahit olmuştum ve dehşete kapılmıştım. Neslihan'ın kocasının ettiği "Tiksinti verdin bana," lafını da aynen o kavgadan, gerçek hayattaki o münasebetsiz kocadan çaldım. O "yuva" da dağıldı evet; ama domates kabuğu kavgasından çok sonra, bambaşka sebeplerle. Ülkemizde kadınlar bütün bu berbat tacizi içselleştiriyorlar, yıllarca "yuvam dağılmasın" kaygısıyla katlanıyorlar. Bir erkeğin "Bu pilav lapa olmuş", "Bu et çok sert" vb azarlarını suçlu gibi sessizce içine atan kadınları görünce öfkeye kapılıyorum. Bu zaten sofrayla sınırlı kalmıyor, o çiftin hayatınının her alanına yayılan bir gizli şiddetin yansıması oluyor. Sofra Sırları'ndaki koca, nefret etiğim birkaç erkeğin karışımı, hepsinden daha kötü ve zavallı bir adam. Onu traji-komik bir şekilde öldürerek bir manada hepsinden intikam aldım sanırım. 

Bu filmdeki gibi sizce de yemek ya da mantı, dolma bir cinayet aracı olarak kullanılabilir mi? Soyutlaştırırsak estetik cinayet 

Elbette. (Gülüyor.) Her şey cinayet için kullanılabilir. Aşk ve merhamet bile... Sofra Sırları ile hemen hemen aynı zamanlarda çekilen ve büyük şans eseri daha sonra gösterime çıkan P. T. Anderson'un harika Phantom Thread filminde benim zehirli mantar sahnesinin çok benzeri bir sahne var. Kadın zehirli mantar yedirdiği kocasına, onu şefkatle okşarken, ne yaptığını üstü kapalı bir şekilde söylüyor. Biraz Sofra Sırları'nda Neslihan'ın Meral'e gayet sakin bir şekilde "Seni de öldürdüm" dediği sahne gibi. Şans eseri diyorum çünkü kazara Sofra Sırları daha sonra gösterime çıksaydı kesin "çalıntı" suçlamasıyla karşılaşırdım. Tabii ki benim Phantom Thread'den haberim yoktu, Anderson bizim senaryonun bahsini bile duymuş olamazdı. Tam bir "duygu kesişmesi". Neyse sanatsal dedikodu kısmını geçersek, Phantom Thread "haute couture" moda dünyası üzerine kurulu bir film, benimki taşra kasabasında kara mizah atmosferi. Ama ikimiz de yemeği ve merhameti cinayet aracı olarak kullanmışız. 

Film için bir aşçı ile anlaştınız mı ya da yemek tarifleri kimden alındı? Bu bağlamda filmin çıkış noktasından bahsedebilir miyiz? 

Senaryodaki yemek tariflerini kendi tecrübelerimle (ve internet yardımıyla) ben yazdım. Ama bunları daha sonra düz tariflerden çıkarıp, reklam jingle mantığında kısa sözlerle değiştirdim. Handan'ın sıkıcı, sıradan hayatının arasına giren hayal dünyasını, kendini ünlü bir TV aşçısı olarak hayal ettiği bölümleri reklam estetiği içinde görmek istedim, pırıltılı, "seksi" yiyecek reklamları gibi hayal ettim. Daha önce reklam yönetmeni olarak çalıştığım dönemlerde bunlara benzer filmler yapmıştım, o görsel dili biliyorum. Bu hayal bölümlerinde yemek danışmanı olarak Şefika Günyel ile çalıştık. Kendisi stüdyo çekimlerinde bulundu, yemeklerin sunumlarını hazırladı. Sonrasında, Handan'ın evde kurduğu sofraları ve yemekleri filmin sanat yönetmeni Atilla Çelik hazırladı. 

Filmin ilk tohumu yukarıda andığım Roald Dahl'ın kısa hikayesidir. Roald Dahl hikayeleriyle beni ilk kez Barış Pirhasan 1990'larda tanıştırmıştı, onun öncesinde sadece çocuk kitapları yazarı olarak biliyordum. Hikayenin "benden bir uzun film yap" diye aklıma düşüşü de İngiltere'de oldu. 11 Eylül sonrası işsiz kalmıştım. Evliydim ve iki küçük çocuğum vardı. Elbette dünyanın hali yüzünden ve bu kadar büyük bir krize yabancı bir ülkede, cebimde ancak bir- iki  ay yetecek parayla yakalandığım için panik ve endişe içindeydim. Bütün gün yemek düşünüp akşamları aileye yemek yapıyordum. Bir öğleden sonra kendimi divanda oturup tereyağında kavrulup karamelize olan soğanları hayal ederken bulunca, "bir dur" dedim. Yemeğin, bir sığınak, mutfağın bir kaçış, bir teselli yeri oluşunu düşünmeye başladım. Sadece hayallerinde ve yaptığı yemeklerde teselli bulan yapayalnız bir karakter hayal ettim. Sofra Sırları böyle başladı. 

Sizce sinema tarihinin en iyi yemek sahnesi? 

Pek çok sahne geliyor gözümün önüne, yukarıda da birkaç filmi andım ama en iyi yemek sahnesi ödülü herhalde Louis Malle'in Andre ile Yemek (My Dinner with Andre) filmine gitmeli. Filmin neredeyse bütünü bir yemek sırasında, sofra başında, tek bir sahnede geçiyor.

İçinde güzel şölen sofraların olduğu en sevdiğiniz yemek temalı filmler ve yönetmenleri kimlerdir? 


Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı )The Cook, The Thief, His Wife, Her Lover) - Greenaway. 

Büyük Tıkınma (La Grande Bouffe) - Ferreri. 

Ye, İç, Erkek, Kadın (Eat, Drink, Man, Woman) - Ang Lee. 


Bu arada film değil bir roman ama bu konuda ilham verici bir kitap anmam şart: "Debt to Pleasure" (Türkçe'ye çevrilmemiş, Zevke Borçlu gibi mi çevirmek lazım, emin olamadım.) - John Lanchester. Burada da gurme yemek tarifleri ve menüler vererek, bu yemeklere bağlı seri cinayetler işleyen son derece seçkin, entelektüel bir karakter var. 



 Aşçı olsaydınız bize nasıl bir menü hazırlardınız? 


Profesyonel aşçı değilim elbette ama arkadaşlarım, ailem iyi yemek yaptığımı söylerler. Biraz maceracıyım yemek konusunda. Tarif, ölçü, formül falan takmadan "hisssettiğim gibi" yemek yapıyorum. Filmlerim de biraz öyle. Çok büyük hayal kırıklıkları da yaşatmadım kimseye sanırım, yemeklerimi de filmlerimi de hala sevenler var. (Gülüyor). Hazırlamayı en sevdiğim sofra, meze gibi her şeyden biraz yiyebileceğiniz bir sofra. Bol sebze, peynir ve yoğurt içeren, meyve katkılarıyla tatlı-ekşi bolca karışan, bol baharat ve otlu, belki bir iki deniz ürünü ve mutlaka vegan seçenekleri de olan bir menü. Kırmızı etle başım pek hoş olmadı hayat boyu. İçki olarak da rakı ve beyaz şarap var. 


Tuesday, 3 October 2023







Eski Sokak

Behçet Necatigil


Küçük ahşap bir dizi evlerdi
On yıl önce o sokak.
Sonra geniş caddelere çıktık
Apartman - - sizden uzak.

Çocuklar orda büyüdü
Orda okula gitti,
Komşunuzduk ama görüşemedik
Hiç vakit yoktu.

Sizdendik, yalnız biraz okumuş,
İki kadın, bir erkek, iki çocuk
Uykulu, acele bir karıkoca
Bizdik geçen önünüzden başları eğik.

Akşamları çanta, file - - yorgun, ağır
Dönerdik eve.
Bir hamal bile tutmaz, cimriler!
Diye düşünürdünüz her halde.

Bilmezdik, siz
(Hiçbir şey paylaşılamazdı)
Çarşılardan neler getirirdiniz
(Herkese kendi telaşı) .

Girer miydi evinize, yer miydi
Turfanda bir meyva, iyi bir besin
Kalın kağıtlarda çöplerimiz - -
Çocuklar görüp imrenmesin!

Açılan kapıyı hemen kapatmak
Karşılıklı gizlemekti bir şeyleri.
Gelip gidenimiz olurdu ya
Gülüşmeler bizden değildi.

Kimi günler evdeydim
Masada kağıtlara kapanarak.
Ne de çok çocuk
Sesleriyle dolardı sokak.

Bir cami avlusunda kuşlarca
Bunun sekiz, onun on - - duyardım.
Ürküp kaçmasınlar, pencereden
Yavaşça bakardım.

Hadi ben çok sigara - - öksürükler
Hele çalışırken.
Ya gece yarısı, göğsü parçalanırdı
O kadın, iki ev öteden.

Bilmezdik kaç nüfus her hane
Duyulurdu sertçe sesi bir kapının:
Bağıran bir erkek boşluğa karşı
Ağlayan bir genç kadın.

Kimdin sen, karşımızdaki ev,
Sarı ampul söner onbire doğru.
Eğilirdim, havasız sokak - -
Camlar kararırdı.

Bitmezdi makinede dikişin,
Kimdin sen, bitişik komşu?
Üç yavrunla kalmışsın
Bir tanıdık söylemişti.

Kimsin sen - - sorsaydım hepinize,
Gelirdi aynı yankı hepinizden:
Sana mı kaldı, işine bak,
Kimsin sen?

Bilinmedi, ne çare, sizdendik,
Yalnız biraz daha iyi yaşamaya özlemli.
Şimdi aynı uzaklık, aynı utanç,
Düşündükçe o sokağı, o evleri.