Thursday, 21 July 2022

Artist Dergisi Röportajı


Biliyorsunuz ki dijital platform artık sinema alanında varlığını iyiden iyiye hissettiriyor hatta bazı kesimler bunun sinemaya ve sinema salonlarına zarar verdiğini bile düşünüyor. Sizin de Aşk, Büyü vs ile Sofra Sırları gibi filmleriniz dijital platformlar aracılığıyla da seyirciyle buluştu ve bir çok insan bu sayede filmlerinizi izleme fırsatı buldu. Bu konu hakkında olumlu ya da olumsuz düşünceleriniz nelerdir?

Dijital platformların ülkemizde önemli bir boşluk doldurduğuna inanıyorum. TV kanallarının hali trajik. Sinema salonları tekellerin elinde, sinema dağıtımına girebilmek bağımsız sinemacılar için gitgide zorlaşıyor. Örneğin Mubi gibi bir platform olmasa Aşk, Büyü vs Türkiye'nin şartlarında üstelik pandemi ortamında, seyirciyle buluşamayacaktı. TV'ler, sinema dağıtımcıları LGBT+ temalı filmlerden vebalı görmüş gibi kaçıyorlar. Belki bir gün koşullar farklı olur ama şu an LGBT+ filmlerin ticari şansı yok. Sofra Sırları da kötü dağıtım koşulları yüzünden sinemada çok az seyirciyle buluştu. Asıl seyircisini dijital platformlarda yayına girince buldu. Örneğin Netflix bence Türk sinemacılar için bir fırsat. Çünkü yaptığınız iş bir anda bir çok dile çevrilip dünya çapında yayınlanıyor. Yani eğer söyleyecek ilginç bir sözünüz varsa, dünya seyircisine gerçekten ulaşabilirsiniz. Ama bu dijital platformlar için Türkiye'den üretilen içerik genelde kötü. İyi yazılıp çekilmiş, sözü olan işler bir elin parmaklarını geçmez. Hele komedilerimizin dünyada izleyici yakalaması imkansız. Umarım bu makus kader bir gün değişir.  

Bir önceki filminiz Sofra Sırları’nın yazılış serüvenini merak ediyorum. Çıkış noktası neydi? Nasıl geliştirildi?

Sofra Sırları'nı 2005-2006 sırasında Londra'daki Türklerin yoğun yaşadığı bir mahallede geçen İngilizce bir film olarak tasarlamıştım. O zamanki adı Sultan Mutfakta idi. Serra Yılmaz başrolde oynayacaktı. 2001'den başlayarak üç yıl İngiltere'de yaşadım. Dünya ve ülkemiz 9/11 yüzünden büyük bir kriz yaşıyordu. İşsiz kalmış, yabancı bir ülkede kendimi mecburen eve kapamıştım. Yemek yapmanın teselli edici, iyileştirici tarafını o sıralar keşfettim. Bunu Roald Dahl'ın Lamb to the Slaughter - Ölüm Kuzusu hikayesinden esinlendiğim cinayet fikriyle birleştirdim. Özgün kısa hikayede tek bir cinayet vardır, ben oradan başlayarak yemekle bağlantılı başka seri cinayetler de uydurdum. Senaryo bu şekilde gelişti. Londra'da İngiliz bir yapımcıyla bir buçuk yıl üzerine çalıştık. Senaryonun 7 versiyonunu yazdım. Ama filmin bütçesi toparlanamadı. İngiltere rüyasından vazgeçtim, aynı hikayeyi Türkiye'ye uyarladım ve Türkiye'de yapımcı aradım. Yıllar içinde bir çok yapımcıyla sonuçlanamayan görüşmeler oldu. Memleketin tekrar eden ekonomik krizleri, araya giren başka işler vs derken, film ilk versiyonu yazdıktan 10 küsur yıl sonra ancak çekilebildi.

Filmografinize baktığımız zaman; Halit Refiğ’in yönettiği Teyzem veya Atıf Yılmaz’ın yönettiği Hayallerim, Aşkım ve Sen adlı filmlerin senaristliğini yaptığınızı görüyoruz. Böyle usta yönetmenlerle birlikte çalışmak ve bu filmlerin senaryosunda adınızın yazması sizin sinema hayatınızı nasıl etkiledi?

1985 yılında, Atıf Yılmaz'ın Adı Vasfiye seti hayatta asistan olarak çalıştığım ilk uzun metraj setiydi. Atıf Abi'den çok şey öğrendim. İş disiplini, merakı, fikren açıklığı, sette yarattığı barışcıl ve neşeli hava benim için hep örnek oldu. Halit Refiğ aynı şekilde. Bir de üzerimde insan olarak en çok etkisi olan Ertem Eğilmez'i anmam şart. Onunla sadece bir senaryo (Milyarder) çalıştık ama Teyzem'in hayata geçmesini sağlayan Müjde Ar'la birlikte odur. İki yıla yakın bir süre neredeyse her gece evine gittim, onun senaryo çalışmalarında, sohbetlerinde bulundum. Söylediği bir çok şey, şakaları, öğütleri, dedikoduları hala kulağımda çınlar. Bir senaryo yazarken "Ertem abi görse ne derdi" diye düşünürüm sık sık. Bu eski ustalarla çok genç yaşta tanışma ve çalışma şansı bulduğum için kendimi çok çok şanslı hissediyorum. 

Uzun metraj bir filmi hayata geçirirken uyguladığınız temel kurallar var mıdır, varsa nelerdir?

En önemli kuralım seyirciyi kandırmamak. Tabii hikaye anlatmak belli ölçüde bir kandırmaca, sihirbazlık içeriyor. Bazı şeyleri saklayıp, sonra gösteriyorsunuz. Asıl söylemek istediğiniz şeyi hiç göstermeyip seyircinin anlayışına bırakıyorsunuz. Ama temelde, anlattığım şeyler samimi dertlere dayanıyor. Seyirciyi tuzağa düşürmeye, manipule etmeye, kazıklayıp cebinden parasını almaya çalışmıyorum. Dert anlatmaya, dert ortağı olmaya uğraşıyorum. Bunun dışında da kurallarım var ama hepsi ikincil önemde sayılır. 

Bizim de Film Yapım ve Eleştiri adlı sinema topluluğumuzda sinemanın yapım kısmına ilgi duyan birçok arkadaşımız var. Bizim gibi film çekmek isteyen sinemacı adaylarına vereceğiniz tavsiyeler nelerdir, bu alanda tutkumuzu körükleyip kendimizi geliştirmek için ne yapabiliriz?

Hemen bütçeli işlerle piyasaya girmeye çalışmak yerine, kendi hayallerinizi elinizdeki küçük olanaklarla hayata geçirmeye çalışın derim. 9, Ara, Nar, Aşk, Büyü vs çok küçük bütçelerle, (çok kısa çekim süreleri, gönüllü çalışan ekip, kısıtlı kadro ve ekipman) çekilmiş işler. Sinemamızın önemli işleri Tabutta Rövaşata (Derviş Zaim), Oyun (Pelin Esmer) vb gibi filmler de benzer mantıkla üretilmiş. Bu saydıklarımdan ayrı, dünya sinemasında sıfır bütçeli, piyasadan bağımsız pek çok ilginç iş var.  Bunları örnek alarak, "Ben elimdeki olanaklarla ne yapabilirim?" diye sorarak başlamak gerek. Uzun metraj da şart değil. Derdinizi kısa metrajla anlatmayı deneyin. Hikaye anlatma yeteneği tıpkı müzik kulağı gibi doğuştan gelen bir yetenek bence. Bazı insanda var, bazısında yok. Bizde ve dünyada piyasa, hikaye anlatma yeteneği olmayan ama güçlü "networking" ve pazarlama yetenekleri sayesinde yönetmen olmuş insanlarla dolu, onlardan olmayın. Bunlar daha çok başkalarının hayallerini canlandıran, ticari taleplere cevap veren teknik insanlara dönüşüyor. 

İlerisi için planlarınız neler, yakın gelecekte yeni projeler bizleri bekliyor mu?

Son iki buçuk yıldır Glasgow'da yaşıyorum. Burada geçen İngilizce bir senaryo yazdım: Mrs Kara Goes to Glasgow. Bir Türk kadının Glasgow yolculuğu. Buralı bir yapımcıyla (Nikki Parrott - Tigerlily Productions) iki yıldır üzerinde çalışıyoruz. Film Screen Scotland'dan geliştirme desteği aldı. Eğer bütçenin geri kalanı toparlanabilirse 2023 baharında çekeceğiz. İki Türk oyuncu olacak, kadronun kalanı buralı oyuncular.

Sofra Sırları filminin bu kadar ilgi görüp beğenilmesinin altında yatan temel sebebin, tamamen gerçeğin özünden beslenen detaylar taşıması olduğunu düşünüyorum. Bu filmi izlemiş olan ülkemizdeki her kadın, ufak da olsa kendine dair bir şeyler buldu. Buradan yola çıkarak aslında daha genel bir noktaya değinmek istiyorum; yaptığınız işlerde “gerçek” nerede konumlanıyor ve sizin için nasıl bir önem arz ediyor?

Sofra Sırları maalesef gişede büyük bir ilgi görmedi. Dediğim gibi ancak dijital platformlarda yer alınca seyirci buldu. Ama ulaşabildiği seyircide bir duygu birliği yaratabildi gerçekten. Çünkü taşrada, erkek egemen toplum içinde, sayısız kadının yaşadığı yalnızlıktan, kıstırılmışlık hissinden bahsediyor. Yukarıda seyirciyle ortak olabileceğimiz bir dert anlatmaktan bahsettim. Bu temelde, üstünde anlaşabileceğimiz ortak bir "gerçek"i, "hakikat"i yakalama çabası. Dünya yalanlarla dolu. Siyaset, ticaret hep yalanlar üzerine kurulu. Sanatçıların bir kısmı, güç ya da para için o yalanlara ortak olmayı seçiyor. Ben kendimce "hakikat" tarafında direnmeye uğraşıyorum. Maalesef seyircilerin de çoğu sinemayı bir kaçış yeri olarak kullanıyor, hakikat onlara ağır geliyor. Gerçek hayatta nasıl kendilerini kandıran siyasetçilere oy veriyorlarsa, gidip en toksik yalanlarla dolu, daha önce yüzlerce benzerini seyrettikleri berbat filmleri seyrediyorlar. Günlük hayatlarını, hayatın acı gerçeklerini biraz unutmak için... Ama bir cins seyirci var ki, senin ne anlatmaya çalıştığınla ilgileniyor, anlıyor, hatta üzerinde kendi fikrini geliştiriyor. Kimi filmlerim ya da senaryolarım için sosyal medyada ve gösterimler sırasında aldığım cesaret verici tepki ve yorumlar, beni 35 yıldır sinemaya bağlayan şey. 

Hikâyelerinizde kişisel dünyanızı yansıtan bir yönetmen misinizdir? Otobiyografik öğeleriniz olduğu hikâyelerinizde özdeşleştiğiniz veya kendinizi bulduğunuz bir karakter var mı? Hangi yönleriyle bu yansımayı buluyorsunuz?

Elbette. İlk senaryom Teyzem'den beri otobiyografik unsurlar filmlerimde sıklıkla yer aldı. Kendi hayatımdan ve deneyimlerimden çok beslendim. Hikaye-konu olarak benden uzak gibi duran filmlerimde bile benden çok şey var. Flaubert'in "Madame Bovary, benim" sözü çok ünlüdür. Ben de onu tekrarlayabilirim. Hemen hemen bütün karakterlerimin ağzından konuşan benim. En yakın örnek: Aşk, Büyü vs'nin açılışında yer alan Reyhan'ın yazdığı mektup yıllar önce sevgilime yazdığım bir mektubun parçası. Kozalak sahnesini adada aynen yaşadım, öyle yazdım. Filmde kendi aşklarımdan çok şey var. 

Teyzem filmi döneminin en iyi ve farklı psikolojik dram filmiydi belki de. Müjde Ar’ın muhteşem bir oyunculukla canlandırdığı kahramanımız Üftade bize kadının toplumsal yerini sorgulatıyor ve yaşadığı yalnızlığı bize çok iyi aktarıyor. Anlattıklarımı şu soruyla bağlayayım: Bu karakteri tanıdığınız bir insan üzerinden mi kurguladınız yoksa tamamen baştan mı yarattınız?

Teyzem, gerçek hayatta kendi teyzemin ve ailemizin yaşadıklarından esinlendi. Teyzem de filmdekine benzer yaşadı ve öldü. "Benzer" diyorum çünkü elbette yazarken her şeyi sıfırdan yeniden yazdım. Hiçbir şey filmde göründüğü gibi olmadı. Bir filmde, bir senaryoda dramatik yapıyı kurmak, çatışmaları bulmak en zor iştir. Çatışması doğru kurulmamış bir dramatik yapı çöker. Ben gerçek hayattan "dramatik yapı"yı, temel çatışmaları aldım. Bu da o sırada çok genç ve tecrübesiz bir senaryo yazarı olarak en büyük şansım oldu. Ama dediğim gibi filmdeki hiçbir olay, hiçbir karakter gerçek hayatın birebir taklidi değil, her karakter yeniden yaratılmış. Dolayısıyla anne tarafımdan "ailemizi kötü gösteriyorsun" diyen, filmi kötü eleştiren kimse çıkmadı. Hiçbir filmimde (ya da yazdığım herhangi bir şeyde) hayattan birebir kopya çekilmiş karakterler yok. Esinlenmeler olsa da, hepsi tamamen hayal ürünü, kurmaca. Bir çok gözlem, anı, yaşantı, arkadaşların sözleri, acılı ya da zevkli anlar, duygular bir araya geliyor ve sizin süzgecinizden geçip bambaşka bir şeye dönüşüyor. 

Bir sahnenin dramaturjisini nasıl yapıyorsunuz, kullandığınız kendinize özel yöntemler var mı? Varsa nelerdir?

Öncelikle yazdığınız, çektiğiniz her sahnenin kendi başına bir bütün olmakla birlikte aslında daha büyük bir bütünün, filmin dramaturjisinin parçası olduğunu unutmamak en önemli şey. Bütünsel bir bakış içinde, sahnenin öncesine ve sonrasına nasıl bağlanacağına çok dikkat ederek çalışmak gerek. Sahneleri tek tek çalışmaya gelince: Kendi kendime düşündüğüm şeyler haricinde, çoğu filmimde uzun bir prova süreci yaratmaya çalışıyorum. Aşk, Büyü vs için Ece ve Selen'le altı aya yakın prova yaptık. Bu provalarda yazarken aklınıza gelmeyen bir çok ayrıntı yakalayabiliyorsunuz. Diyelim bir karakter için yazdığınız bir diyalog var. Oyuncu "Bu kadın neden durduk yerde böyle bir laf etsin ki?" gibi bir soru soruyor. Yazdığınız şeyin sizi ve oyuncuları şaşırtması şart, böyle sorular sordurmayan bir metin sıradan bir metindir bence. O soruya cevap vermeye çalışırken, yazdığınız karakterin o ana kadar düşünmediğiniz bir tarafını keşfediyorsunuz. Oyuncular karakterlerin üç boyutlu haliyle karşınıza dikildiğinde birden sahne asıl anlamını kazanıyor. Filmin dramaturjisini sete çıkmadan önce, bu provalarda kuruyorum. 




Aşk, Büyü, vs'nin yolculuğu için başta ne tahayyül etmiştiniz akabinde neyle karşılaştınız? Filmin izleyicide bu kadar karşılık bulacağını öngörmüş müydünüz?

Artık tecrübeli sayılırım ama filmlere gelecek olumlu ya da olumsuz tepkiyi önceden tahmin edemiyorum. Daha doğrusu "kötü" olmuş bir işin başaramadığım yanlarını genelde görebiliyorum ama "iyi" bir şeyden asla emin olamıyorum. Aşk, Büyü vs için gelen olağanüstü olumlu tepkileri de tahmin edememiştim. Homofobik, sosyal medya trolü vb ufak bir azınlığı saymazsak seyirci filmi gerçekten sevdi. Bir çok film için kutlamalar, sevgi dolu sözler duydum ama ilk filmim 9'da bir de Aşk, Büyü vs'de aldığım tepkiler çok başkaydı. Bu tür bir duygu ortaklığı yakalamak çok zor, tecrübeyle sabit. 

Son olarak yazmanın bir yolculuk olduğu, filmde Reyhan'ın da yazmaya iyileştirici bir güç atfetmesini düşününce; yazarak ve yazdıklarımızı çözümleyerek kendimizi daha iyi anlamamızı, bunun da hayatımıza bir anlam katmasını bekliyor olmamız yanlış mı olur?

Sait Faik "Yazmasaydım çıldıracaktım" der bir hikayesinin sonunda. Aynı şeyi bütün hayatım için söyleyebilirim. Yazmasam herhalde şimdiye kadar çoktan çıldırmış olurdum. İlk senaryomdan başlayarak senaryolarıma, filmlerime hayatımı koydum. Başka bir iş yapamadığım için hayatımı sadece sinemada, televizyon ve reklam sektörlerinde, yazarak ve film çekerek kazandım. Ama yazmak, film yapmak benim için hiçbir zaman sadece hayatımı kazandığım işler olmadı, hayatımı kurtaran şey oldu. Hikayeler hayatıma bir anlam verdi, beni ben yaptı.


Bu röportaj Yaşar Üniversitesi öğrencilerinin çıkardığı online Artist dergisinin Temmuz 2022 sayısında yayınlandı: https://www.yumpu.com/user/artistdergisi