Oğuz ölmüş. İki kelime, dokuz harf. Ama yazması, telaffuz etmesi çok zor.
Oğuzhan Tercan, 1981 yılında girdiğim sinema okulunda en iyi arkadaşlarımdan biriydi. O zamana kadar tanıdığım insanlar içinde en çok okuyan ve okuduğunu en iyi anlayıp özümseyebilen insandı. İlk yılımızda 12 Eylül düzeniyle yönetilen öğrenci yurdunda aynı katta kalırdık. Her gece etüd odasında Nietzsche, Camus, Kafka ve en çok da Dostoyevski kitaplarına gömülmüş, deli gibi çay sigara içip kargacık burgacık notlar alırken hatırlıyorum onu. (İki üç yıl önce kitaplığımda her nasılsa bende kalmış Oğuz'a ait bir kitap buldum: "Büchner, Oyunlar". Kitaba aldığı notlar, gözlemleri bugünkü bakışımla da çok derinlikliydi.) Bazen kantinde, okul bahçesinde birileriyle uzun uzun tartışırdı. Onun kadar ateşli düşünen, ateşli konuşan biriyle tanışmamıştım daha önce. Bazen bütün gün hiç konuşmadan oturur, ileri geri sallanıp gözlerini kırpıştırarak düşünürdü. Ama konuşmaya başlayınca önünde engel yoktu. Bazen de konuşurken sesi yükselir ve aniden parlayıverirdi. İçinde her an patlamaya hazır bir bomba vardı sanki. Ülkenin o dönem geçirdiği çalkantıları birebir yaşamış, hapse girip çıkmış, çok genç yaşta taşıması zor ağır tecrübeler edinmişti. Ben 12 Eylül öncesi siyasete karışmamış, karışamamış, tecrübesiz biriydim. Bu uzun saçlı, anlaşılması zor çocuğa yarı ürkerek, yarı hayranlıkla bakıyordum.
Her sabah yurttan okula birlikte yürürdük. Ben 16, o 18 yaşındaymışız. Ama bize dünyayı fethetmeye hazırmışız gibi geliyordu.
Okulun en parlak zihinlerinden biriydi. Yaptığı kısa filmler bence o dönemde bizim okuldan çıkmış en güzel filmler arasındaydı. Bir tanesinde kameraman olarak ben de yer almış ve senaryosuna yardım etmiştim. Özellikle 8 mm el kamerasıyla çektiği "Bir Denizin Yitirdiği Bütün Kıyılarda" bence sadece bir öğrenci filmi değil, kendi hayatıyla, yaşadığı bir aşkla hesaplaştığı, bugün izlesem yine seveceğim gerçek bir sanat yapıtıydı. Umarım emin bir yerlerde hala duruyordur.
20'li yaşların saçma sapan fırtınalarından geçerken hep birlikteydik. Okul sırasında aşık olduğum biri bana feci bir kazık attığında Bornova tren istasyonunda deliler gibi gibi ağlarken Oğuz vardı yanımda. Evden aldığım harçlık bittiğinde köfte ekmek ısmarlayan oydu. Babasının ölüm haberini aldığı gece sabaha kadar uyumayıp birlikte oturmuştuk. İlk yıldan sonra ikimiz de yurttan ayrıldık. Ben anne babamın evinde kalmaya devam ettim, o arkadaşı Erol'la Bayraklı'da tek göz bir gecekondu tuttu. Eve dönmeye üşendiğimde, o odada üçümüz kalırdık. Led Zeppelin, Pink Floyd, Yes dinlerdik. Müzik dinlerken neredeyse bir tür vecd hali yaşardı. Bir çok parçanın inceliklerini onun sayesinde keşfetmişimdir. "Bak şimdi gitar neler yapacak?" der, nefesini tutup dinlerdi. David Gilmour'un "Dogs" parçasındaki olağanüstü soloya, Steve Howe'un "Going For the One"da kılıktan kılığa giren gitarına onun sayesinde dikkat ettim. Her dinleyişte de onu hatırladım. Hamsi buğulama yapmayı o evde, Oğuz'dan öğrenmiştim.
Birbirimize kısa filmlerde yardım eder, yazdığımız hemen her şeyi karşılıklı okur, fikir verirdik. Son sınıfta yazdığım "Teyzem"in 30-40 sayfalık ilk halini ona okutmuş ve çözümlemelerine hem hayret etmiş hem de hayran olmuştum.
Fotoğraf: Hüseyin Harmandağlı
Sonra İstanbul'a geldik. İş bulmaya, sinema (ya da herhangi bir film işi) yapmaya çalıştık. Oğuz asistanlık döneminden sonra reklam filmleri çekmeye başladı, oldukça genç yaşta da, ilk uzun metrajını çekti. Abdi İpekçi cinayetini konu alan "Uzlaşma" ucuz prodüksiyon kalitesine rağmen çarpıcı kurgusuyla ve finaliyle dikkat çekici bir filmdi.
Sonraki yıllarda yollarımız ayrıldı. Maalesef çok aralıklı görüştük. Oğuz türlü çeşit zorluklar yaşadı. Ödüllü reklamlar, diziler, piyasa filmleri çekti ama okul günlerindeki hayallerini, bir çok yönetmenden çok daha ileride gördüğüm birikimini bir şekilde hayata geçiremedi. Asıl istediği filmleri yapamadı. Engel neydi, bilmiyorum: Ülke? Piyasa şartları? Kader? İş dünyasında başına gelen korkunç haksızlıklar? Kendi mükemmelliyetçi tavrı? Belki hepsi... Okulda o müthiş kısa filmleri çeken genç adam, hayalindeki filmleri çekebilse neler izleyecektik kim bilir? Onun yapamadığı ve artık asla yapılamayacak filmler hepimizin, ülke sinemasının kaybıdır.
Nedense geçmişte onca anının içinden şu an bir şekilde geliverdi şimdi: 1981'de bir sabah yurttan okula yürürken kampüste bir top sahasının yanından geçtik. Bir grup genç futbol oynuyordu. Geçerken bir tuhaflık farkettik, tam anlayamadık, kısa bir an durduk. Çünkü oyun tamamen sessizdi, tuhaflık buydu. Normalde bağıra bağıra oynanan futbol tamamen sessiz bir ortamda oynanıyordu. Herhalde yakında bulunan İşitme Engelliler Okulu'nun öğrencileriydi bunlar. Bu rüya sahnesini bir süre izledikten sonra döndük ve sessizce yürümeye devam ettik, bir şey söylemeye gerek yoktu. Önümüzde uzun bir yol, keşfedilecek bir dünya vardı.