BİR CANAVARIN MARİFETLERİ: ÜMİT ÜNAL SİNEMASI
Türkiye sinemasının ilginç yönetmenlerinden Ümit Ünal, Gül Yaşartürk ile birlikte yazdığı ve meslek hayatının hikayesini anlattığı Işık Gölge Oyunları isimli kitabını Temmuz ayında yayımladı. Bu hikayede arzular var, arzunun olmazsa olmazı hayal kırıklıkları var, üzücü tecrübeler, kötü sürprizler ve tabii ki güzel günler var. Yani Ünal, oturmuş okuruyla/izleyicisiyle sohbet ediyor. Sohbet bazen öyle bir yere gidiyor ki ona “abi yak bir sigara” diyesiniz falan geliyor.
Biz Ünal’a, çok sıkıcı olmamaya gayret ederek kitabı ve sanatı üzerine birkaç soru sorduk. Ama “bu film nasıl ortaya çıkmış” ve hatta “bu adam nasıl ortaya çıkmış” diye meraklananlara, röportajımıza bakmakla yetinmeyip kitabı edinmelerini tavsiye ediyoruz. Zira burada ucunu gördüğünüz her şeyin devamı orada… Bir şey hariç. (Merak unsurunu da yerleştirdik, hadi bakalım)
Şu canavarla başlayalım mı? Kitabın ilk sayfasında bizi tuhaf bir yaratık çizimi karşılıyor. Altında sizin satırlarınız: “İçimde böyle bir şey var. Onu beslemek, susturmak, onu herkesten gizlemek için yazdım, çizdim, film çektim.”
Evet, bunun yapabileceğim en samimi itiraf olduğunu da yazdım. Daha fazla açıklamak espriyi öldürür herhalde. Yine de şunu ekleyeyim, o “canavar”a sahip olmayanlar, içinden gelen sesi değil başka sesleri dinleyenler, yaptığı işi bir tür mecburiyet, aciliyet hissiyle yapmayanlar, sanatçı olamaz.
En çok ne zaman tekmeler bu canavar, uyuduğu, sessizliğe gömüldüğü zamanlar olur mu?
Hayatımın bazı dönemlerinde reklam işlerine dalıp onu uyuttuğum ya da kandırdığım oldu. Reklam sanata benzer, görsel, metin ya da film olarak benzer araçları kullanır. Dışarıdan görüldüğü gibi kolay bir iş değildir çok ciddi emek ister, uğraştırır. Elbette bir sanat değildir. Ama o dürtüp duran canavarın aklını karıştırıp belli bir süre meşgul etmeye, oyalamaya yarayabilir.
O canavarı seviyor musunuz? İnsanlara açık edemediğimiz ben-imiz, kötücüllüğünü anlayışla karşıladığımız mecburi Frankestein’ımız diyebilir miyiz kendisi için?
Sevmiyorum. İşini gücünü bitirdiğinde huzurla evine dönebilen ve hayatın temel nimetleriyle mutlu olabilen biri olmayı tercih ederdim. Eğer bundan sonra tek bir hikaye düşünmeden, sahneler, diyaloglar, filmler hayal etmeden ve bunları başkalarına ulaştırmak için kendimi parçalamadan mutlu mutlu yaşayabileceğime inansam; bugün her şeyi bırakırdım. Ama olmayacağını, öyle yaşayamayacağımı biliyorum. O basit çizimin anlatmaya çalıştığı şey bu türden bir mecburiyet.
Işık Gölge Oyunları kitabınızda 25 yıllık sinema maceranızı anlattınız. Bu macera içindeki en büyük hayal kırıklığınız neydi?
Belki de anlatmadığım şeylerdir. Olamayan, gerçekleşemeyen projeler. Bir Müjde Ar – Sezen Aksu projesine girişmiştik mesela. 2002’de Müjde Ar’ın önerdiği bir hikayeyi senaryolaştırdım. Yönetmenliğini de ben yapacaktım. Başrollerde Müjde Ar ve Sezen Aksu olacaklardı. Sonra Müjde ile aramızda parasal konularda doğan saçma sapan bir anlaşmazlık yüzünden projeden çekildim. Proje de Eurimages’dan kredi almasına rağmen iptal oldu. Kitap bittiğinde bu konudan hiç bahsetmediğimi farkettim. Demek ki o kadar üzülmüşüm ki, iyice unutup diplere atmak istemişim.
Bir sinemacı olarak “en iyi yaptığım şey şudur” demeniz gerekse…
En sevdiğim filmlerim 9, Ara ve Nar. Kendimi bir “sanatçı” olarak en başarılı bulduğum işlerim. Ama zanaat manasındaSes, Gölgesizler ya da mesela son çektiğim Çıplak Gerçek dizisinde de iyi bir iş çıkardığımı düşünüyorum.
Sinema endüstrisinin dayatmalarından kurtulabilmek için Dokuz, Ara, Nar gibi düşük bütçeli, tek mekanlı filmler çektiniz. Ve bunlar bence en iyi filmlerinizdi. Ama bu başarının sadece özgürlükten değil sizin insan psikolojisine ve iç çatışmalara merakınız, belki de o başta sözünü ettiğimiz canavarı iyi tanımanızdan kaynaklandığını düşünüyorum…
Teşekkür ederim. Söylediğim gibi 9, Ara ve Nar en kişisel işlerim. Kendimi bu ülkenin bize dayattığı siyasi, ahlaki, mesleki sınırlardan en çok kurtarabildiğim işlerim. İyi bir sanat yapıtı üretebilmek için bir sanatçı kendisine sınır koyan her şeye meydan okuyabilmelidir. Bazen meydan okursunuz, bazen boyun eğer o sınırlar içinde didinirsiniz. Elbette her iki durumda da iyi bir yapıt üretmenin hiç bir garantisi, ön koşulu yok.
Kitabınızda çok hoşuma giden bir tespit vardı. Sadece ticari sinemanın değil, bağımsız filmlerin de izleyicinin beklentilerine göre şekillendiğini ve burada da klişelerin ve belirli formüllerin karşımıza çıktığını söylüyordunuz. Çok tutan “bağımsız film klişeleri” nelerdir?
Ağır ritm, olay örgüsü ya da hikaye akışı yerine atmosfer ve görüntüye önem vermek, minimum ölçüde diyalog ve müzik kullanımı… Türkiye’de “sanat filmi” olmaya çabalayan her film bunları deniyor. Ama her alanda ticari beklentiler sürekli değişir, zamanla farklılaşır. Mühim olan o beklentilerin, dayatmaların dışında düşünebilmek ve gerçek özgün şeyler yapabilmek.
Teyzem’den sonra sektörün içine girdikçe, bu işin oyunlarını da öğrenmeye başladığınızı yazmışsınız. Yazar için okurdan kurtulmanın zorluğunun, yönetmen-senarist için de seyirciden kurtulmak sıkıntısı şeklinde ortaya çıktığını görüyoruz. Ne şekilde gerçekleşir bu kurtuluş?
Ancak kendi işinizin sahibi olursanız gerçekleşir. Bu da benim için ancak küçük bütçeli filmlerde mümkün oldu. Büyük bütçeli filmlerde ister istemez bir ticari beklenti oluyor, büyük yatırım yapan biri elbette öncelikle en azından o yatırımı geri kazanmaya çalışıyor. Tabii ki kafasında belli formüller oluyor, onları size uygulatmaya çalışıyor. Türkiye’de başarılı olmuş yönetmenlerin tümü kendi bağımsız işlerini yapan insanlar. Tabii asıl zor kısmı o zihniyete, iradeye sahip olmak, ama bu zaten olmazsa olmaz kısmı, o yüzden maddi kısmından bahsettim.
Ümit Ünal bir gününü mecburiyetleri ve istekleri doğrultusunda nasıl pay eder? Standart bir gününüzde sabahtan akşama neler yapıyorsunuz?
İşim dışında heyecan verici bir hayatım yok. Okumak, film izlemek işimin parçası sayılır. Yolculukları severim. Param ve vaktim oldukça seyyar vaziyette olmak isterim. Bir ayağım İngiltere’de, kızlarım eski eşimle birlikte orada yaşıyor. Onları görmek için gidiyorum.
İzlemekten bıkmayacağınız filmler, okumaktan usanmayacağınız kitaplar, bir ömür dinleyebileceğiniz şarkıları sorsak…
Lolita (Nabokov), Göçmüş Kediler Bahçesi (Bilge Karasu), Alemdağ’da Var Bir Yılan (Sait Faik) ve Yüzyıllık Yalnızlık(Marquez) sanırım hayat boyu yanımda olan kitaplardı. Bir de Kafka’nın tüm hikayeleri. Sürekli izlesem yine de bıkmayacağım filmler: Blade Runner (R. Scott), Barton Fink ve A Serious Man (Coen Kardeşler), Eternal Sunshine of The Spotless Mind (Michel Gondry), Glenngarry Glennross (David Mamet), Children of Men (Cuaron). Sevdiğim çok fazla şarkı var, hangisini ansam diğerinin hatırı kalır.
Edebiyattan çok beslendiğinizi belirtiyorsunuz. Zaten filmlerinizin başında kullandığınız alıntılar da bu ilişkinin sanatınızdaki yerini gösteriyor. Yarım kalan bir Piano Piano Bacaksız ve sonra Gölgesizler gibi çalışmalarınız oldu. Bunların ikisi de size gelen teklifler şeklindeydi. Sizin “ah bir uyarlasam” dediğiniz eser var mı?
Bir Yaz Gecesi Rüyası (Shakespeare), Pornografi (Gombrowicz), Ölüm ve Pusula(Borges)… Bunları Türkiye’ye uyarlayarak çekmek isterdim. Bir de Orhan Pamuk’tan Benim Adım Kırmızı.
Kişisel hikayeler anlatmanın insanı hem kendine karşı zorlama hem de çevresiyle sıkıntı yaşamasına sebep olma gibi sakıncalı tarafları vardır.Teyzem’den ya da Ara’dan sonra bu tarz bir tepkiyle, kitabınızdan sonra da çevrenizin eleştirileriyle karşılaştınız mı?
Kişisel derken sonuçta yaşanmış hikayeleri olduğu gibi anlatmıyorum. Birebir kişileri alıp kopyalamıyorum, kimseyi ifşa etmiyorum. Filmlerimdeki kişiler gerçek kişilerden esinlense de sonuçta tamamen hayal ürünü. Teyzem, gerçeğe en çok benzeyen filmim belki ama orada bile tüm kişiler ve olaylar hayal ürünü. Oradaki hiçbir şey birebir yaşanmadı. Gerçek olaylardan ve kişilerden esinlenerek hayali bir dünya kurdum. Bu, Ara’da da öyle, diğer tüm işlerimde de. Dolayısıyla bugüne kadar kimseden, yakın arkadaş ya da akraba, olumsuz bir tepki almadım.
Bir gün anlatmak istediğiniz ama cesaret edip edemeyeceğinizden emin olamadığınız rüyalarınız ya da hikayeleriniz var mı?
Var tabii ama burada anlatamam.
Teyzem’in yeniden çekimi üzerinde çalışıyorsunuz sanırım. Hangi aşamada olduğunuzu öğrenebilir miyiz?
Teyzem’in senaryosunu yeniden yazdım, bu yaz çekmeyi çok istedik ama uzun süre konuştuğumuz bir yapımcı şirket projeden vazgeçti. Şu an için akıbeti belirsiz. Teyzem maalesef benim tek başıma yapamayacağım, büyük bütçeli bir iş. Yani yeni bir yapımcı arayışımız sürüyor. Teyzem’in yeniden çekimi fikri ilk duyulduğundan beri hem çok ilgi uyandırdı hem de tepki doğurdu. Yeni bir çekimi, eski filmi çok sevdikleri için, hayallerindeki “Teyzem” bozulmasın diye istemeyen insanlar var. Onlara kitaptaki Teyzem’le ilgili bölümü okumalarını öneririm.
Teyzem dışında başka bir film projesi var mı?
Çekmecemde her zaman bitmiş ya da bitmeye yakın birkaç proje vardır. Senaryoların oluşumu benim için en az 3-4 yıla yayılıyor. Şu anda da üstünde uğraştığım iki senaryo daha var. Hangisi öne geçer bilmiyorum elbette.
Festivallerden yana biraz dertli olduğunuzu biliyoruz. Nedir bu derdin çaresi sizce?
Festivallerden yana dertli değilim. Bugüne kadar bir çok festivalden En İyi Film, Senaryo, Yönetmen vs ödülleri aldım. Çalıştığım ekip arkadaşlarımdan, oyunculardan birçok kişi, benim filmlerimle peşpeşe ödüller aldı. Aslında kısa film yaptığım dönemlerden başlayarak ödüle doydum diyebilirim. Sadece Antalya’daki festivalle iki kez başım derde girdi. Ara’yı festivale almadılar, Nar’ı aldılar ama “özür” ödülü dışında tek bir ödül bile vermeyerek cezalandırdılar. Ben de isyan ettim. İkisinde de haklıydım, isyanım başta bir tür şahsi kapris gibi görüldü ama sonra iki durumda da haklı olduğum birçok kişi tarafından yazılı/sözlü olarak teslim edildi. Beni isyan ettiren ödül almak/almamak değil. Göz göre göre ticari/sanatsal bir alanda haksızlığa uğramak. Kitapta bu süreçleri de uzun uzun anlattım…
Banu Özyürek