22. Adana Altın Koza Film Festivali'nde 9, Ara, Anlat Istanbul, Nar ve Gölgesizler topluca gösterilecekti. Maalesef, yarışma filmleri dışında tüm gösterimler iptal olunca, benim retrospektif de ancak festival katalogunda kaldı. Yeşim Tabak katalog için bir portre yazısı kaleme almıştı. Yazıyı paylaşıyorum:
Büyütmek için resme tıklayın. |
Sinema yazarları, dönemlerin sosyolojisine ve filmlerdeki eğilimlere değinmek adına genellemeler yapmayı sever. Tam da bu yüzden, Türk sinemasının yakın tarihini belirgin akımlar altında özetleyen yazılarda, Ümit Ünal’ın adını her zaman görmeyiz. Ünal’ı nereye koyacağımızı bilemeyiz çünkü. Bir grup sinemacıyla aynı çatı altında sabitleyemeyiz kolayca. 80’lerde bir Yeşilçam senaristi olarak hayatımıza girmiş olmasına rağmen, “Yeşilçam geleneğinin temsilcisidir” diyemeyiz örneğin. Ya da birebir 80’lerin ruhuyla özdeşleştiremeyiz. 2000’lerin başlarında, tamamen dijital çekilmiş ilk Türk filminin, hem biçimi hem de yapım koşulları açısından son derece bağımsız ve deneysel 9’un yönetmeni olarak karşımıza çıkan da aynı kişi çünkü.
Çocuk kalmış
(dışı pek ciddi görünse de içi narsistik evrede sıkışmış)
yetişkinlerin ülkesinde, olgun (zira empati kurabilen) bir çocuk
gibidir Ümit Ünal: Sonucun garantili olmadığı yollara girmeye,
deneyler yapmaya hazır; hayal gücünün peşinden gitmeye hevesli
ve katı bir çerçeveye ayak uydurmak yerine hep ‘oluş’
halinde, (edebiyat ve illüstrasyonla da uğraşan, ucundan tiyatro
ve müziğe bulaşmış) çok yönlü bir sanatçı. Bu daima genç
duruşa rağmen, henüz 21 yaşındayken yazdığı Teyzem’de
bile, ve diğer en iyi filmlerinde, duyguların karmaşasına vakıf
bir senaristi görürüz. Ünal’ı
sanat sinemasıyla ticari sinemanın kesiştiği yerden Türk
halkının gönlüne yerleştiren Teyzem,
teyze-yeğen ilişkisinin ‘en
iyi dost / yarı anne / bir nevi sevgili’
karışımı doğası, mahalle baskısıyla sakatlaştırılan
kadınlık, ikiyüzlü toplum ahlakının ket vurduğu bireyleşme ve
yarım kalmış modernleşmenin traji-komik tezahürlerinden yürek
burkan sahicilikte bir dünya kurmuş; bildiğimiz ama adını
koymadığımız bir yarayı görünür kılmıştı.
Teyzem’in
başarısı, Yeşilçam’ın
son yılları diyebileceğimiz 80’ler
sonları ile 90’lar
başlarında birçok filmin senaristi (veya ortak senaristlerinden
biri) olarak deneyim kazanma, üstelik Atıf Yılmaz,
Şerif Gören, Ertem Eğilmez gibi eski kuşak ustalarla çalışma
fırsatı tanıdı Ünal’a:
Milyarder;
Hayallerim, Aşkım ve Sen; Arkadaşım
Şeytan; Piano Piano Bacaksız; Amerikalı; Berlin in Berlin.
Yeşilçam’ın
ustaları, kısıtlı prodüksiyon koşullarında hızlı çalışmaya
alışkındır; kimi zaman başyapıtlar çıkaran, kimi zaman da
araya serpiştirilmiş hoşluklarla yetinmiş ticari işler üreten,
idealist sanatçı ile mütevazı emekçi arasında gidip gelen bir
sinemacılığı temsil ederler. Bu ustalarla çalışmanın Ünal’a
kazandırdıklarından biri, film yapım sürecine dair bir pratiklik
olmalı. Setinde çalışmış olanlar teyit edeceklerdir ki, Ünal
şartlar sıkıştırdığı zaman gerginliğin faturasını ekibine
çıkarmak yerine çözüme odaklanmayı bilir. Kariyeri, günümüzün
Türk filmciliğinde pek rastlanmayan biçimde farklı görevleri
(sadece senarist, sadece yönetmen ya da ‘auteur’
sinemacı; TV dizisi veya reklam filmi yönetmeni) üstlenebildiği,
bazen tamamen kişisel bazen ticari kaygıları ön plana aldığı,
zikzaklı bir çizgi ortaya koyar. Ünal’ın
eski kuşaklara yakın durduğu bir diğer yönü de, etki-tepki
prensibinde olayların olayları kovaladığı klasik bir öyküleme
oluşturmadaki becerisidir. Her şeyden çok bir hikayecidir Ümit
Ünal. Bir temanın takıntılı biçimde tekrarı yerine,
birbirinden çok farklı prodüksiyon koşulları gerektiren, türlü
türlü hikayeler çıkarır önümüze. “Sırada
hangi proje var?”
diye sormaya kalkarsanız, uygun koşulları bekleyen, bir kısmı
belki de hiçbir zaman gerçekleşme
fırsatı bulamayacak, bir sürü şaşırtıcı
projesi olduğunu fark edersiniz.
Envai çeşit proje
arasında belki de en başarılı oldukları, ‘auteur’
kimliğiyle karşımıza çıktığı, küçük bir kadro, kısıtlı
mekan ve düşük bir bütçeyle kotardığı filmler: Zaman zaman
romantize edilen ‘geleneksel
Türk mahallesi’nin
kirli çamaşırlarını ortaya çıkardığı 9
ve modernleşme konusundaki arada
kalmışlığımızı temsil eden, büyük şehirde cazip meslekleri
icra eden, burjuva kesimi oluşturmaya talip karakterleri incelediği
Ara ile
Nar. Bu üç
film de, toplumsal ahlakın ve imajlara dair kaygıların körüklediği
bir çürümeyi açığa çıkarır; ciddi eleştiriler getirir.
Ancak Ünal’ın
meselesi, eleştirel olmak ya da yargılamak değildir. Ünal,
karakterlerini defolarıyla birlikte kabul etmiştir; ille de sempati
gösterme ihtiyacı duymadan empati kurmuştur onlarla. Yönetmenin
asıl ilginç ve kayda değer bulduğu, farklı karakterlerin
defolarının birbiriyle nasıl ilişkiye girdiği, birbirini nasıl
tetikleyip ne gibi düğümler yarattığıdır.
9’la
başlayan yönetmenlik dönemindeki diğer işleri hakkındaki
görüşler muhteliftir. Ancak bu filmlerin her biri, ele aldıkları
konular itibarıyla Türk sinema tarihine zenginlik katmış
çalışmalardır. Hasan Ali Toptaş’ın
romanından uyarladığı Gölgesizler,
zaman-mekan ilişkisini gerçeküstü, zihnin sınırlarında gezinen
bir yapıda ele alır ve biçimsel anlamda güncel Türk sinemasının
belki de en cesur yaklaşımını ortaya koyar. Bu filmi anlamak /
anlamamak, beğenmek / beğenmemek üzerine bolca tartışılmıştır.
Ancak son kararınız ne olursa olsun, mutlaka hatırlanacak bir
atmosfer yaratmıştır Ünal. Batı
masallarını günümüz İstanbul’una
uyarladığı ve kendisi dahil beş yönetmeni bir araya getirdiği
Anlat İstanbul’da,
büyük bütçeli / yıldız oyunculu sinemacılığa deneysel olma
şansını tanımıştır. 70’ler
ve 80’ler Türk
sinemasının fantastik B-filmlerinden ilham alan Kaptan
Feza’da,
bizzat B-filmlerin naif çerçevesine girmiştir. Senaryosunu Uygar
Şirin’in
yazdığı Ses‘te
ise, sinemamızda çoğu kez ucuz bir popülizme mahkum kalan gerilim
türünün çıtasını yükseltmiştir.