Saturday, 17 January 2015

Film Arası Röportajı - Sorular: Gökşen Aydemir



"Hayal bu ya, Charlie Kaufman, Ethan Coen, Tonino Guerra ya da Jean-Claude Carriere gibi efsanevi bir senaristi bugünün Türkiye sinema ortamına getirip ortalama bir Türk yapımcı ve ortalama bir Türk yönetmenle bir iki yıl çalıştıralım: Ne olur sizce?" 





1. Sinema eğitimi almışsınız. Ilk Teyzem filminin senaryosunu yazarak başlıyorsunuz. Yeşilçam'ın da son dönemine denk geliyorsunuz. Büyük  senaristler döneminin son temsilcilerindensiniz. Siz sinemaya başladığınızda senaristlik mesleği nasıl bir noktadaydı? Yönetmenlerle senaristler arasında nasıl bir ilişki vardı?

Sinemamızda “Büyük senaristler dönemi” diye bir dönem var mı, onlara dahil miyim bilemiyorum. Yine de teşekkür ederim. 1985'te sinema dünyasına girdiğimde, Yeşilçam geleneksel üretim biçimlerini benimsemiş, yeniliklere, “risk”lere kapalı küçük bir endüstriydi. Buna rağmen eli kalem tutan insanların saygı gördüğü, fikirlerin değer bulduğu bir yerdi. En azından kendi tecrübemde, Atıf Yılmaz, Halit Refiğ, Ertem Eğilmez gibi ustalardan öyle gördüm. Yaratıcı fikir sahibi olan herkese yaptıkları gibi, çok genç olmama rağmen, sevgi ve daha önemlisi saygıyla davrandılar bana da. Sonradan gelen kuşaktan bazılarının maalesef öğrenemediği bir özellikti bu.

2. 90'ların başına kadar olan dönemde yapımcı-yönetmen- senarist hep farklı kişilerdi. Peki yapımcıların senaryo üzerinde nasıl etkileri vardı? Ticari kaygılarla senaryolar üzerinde değişimler yapabiliyorlar mıydı?

Senaryo yazarken genellikle, Atıf Yılmaz gibi aynı zamanda yapımcılık da yapan yönetmenlerle çalıştım. Diğer çalıştığım yapımcılar da yönetmenlerine saygılı insanlardı. “Hayallerim, Aşkım ve Sen”de kendim de kullanmış olsam bile, her şeye karışan “kötü” yapımcı tipi gerçek hayatta tanımadığım bir klişe. Sonuçta bir film yapımında görev alan herkes, “iyi film” için, “iyi gişe” için belli doğrulara, ilkelere inanıyor. Eğer aynı ilkelere inanan insanlarla çalışırsanız başarılı filmler yapabilirsiniz. “İyi” filmin ya da “ticari” filmin nasıl olması gerektiği konusunda çok farklı şeylere inanan insanlar mecburen bir araya düşerse, genellikle fikirler çatışır ve kötü filmler çıkar sonuçta. Bu her dönem ve her ülkede böyle. 

3.Siz senaristlik döneminizde birbirinden değerli Yönetmenlerle çalışma imkanı buldunuz. Peki bu yönetmenler sizin iç dünyanızı senaryonuzun dinamiklerini sinemalarına dahil edebildiler mi? Hangi yönetmenlerle çalışmak sizin daha kolay ve öğretici oldu?

Bir senaristin yazdığı senaryoyu tam olarak perdede göremeyince hayal kırıklığına uğraması çok rastlanan bir şeydir. Çünkü filmin asıl yaratıcısı yönetmendir. Yönetmen senaryoyu çok iyi anlayıp hazmetse de sonuçta, sinemanın doğası gereği, kendi kafasındaki filmi çekebilir ancak. Bu da her zaman senaristin gördüğü film olmayabilir. Senarist ve yönetmen ortak bir çalışma içinde olmalı ve senarist kendisini yönetmenin dünyası içinde var etmeye, onun dünyası içinde bir yapı kurmaya çalışmalıdır. Tabii bunun için öncelikle “kendi dünyası” olan yönetmenler gerekir.

Çalıştığım yönetmenler içinde, bende en çok iz bırakanlar Ertem Eğilmez ve Atıf Yılmaz oldu sanırım. Sinema anlayışım ve yaptığım filmler onlara hiç benzemese de her ikisinden de senaryo yazmak ve film çekmek konusunda çok şey öğrendim. Ayrıca iş ahlakı ve insan ilişkileri konularında da ilk derslerimi onlardan aldım. Şimdi ikisi de aramızda değil ama diyelim yeni bir senaryo yazdığımda “Ertem abi ne derdi? Atıf Abi beğenir miydi?” diye düşünürken buluyorum kendimi.

4.Sadece senaristlik yaptığınız dönemde belirli tema üzerinde ısmarlama senaryolar mı yazdınız. Yoksa yazdığınız senaryolara yönetmen ve yapımcı arayarak mı devam ettiniz? Dönemin piyasa koşulları sizce senaryo yazma şeklinizi etkiledi mi?

Teyzem” ve Hayallerim, Aşkım ve Sen” benim kendi özgün fikirlerimden ve deneyimlerimden kaynaklanan işlerim. Diğer senaryolar daha çok bir yıldız oyuncu üzerinden gelişen, ısmarlama işlerdi. Bir kısmında özgün fikirlerim olsa da çoğu yönetmen/yapımcıların önerdiği hikayeleri kaynak alıyordu.

5. 90'ların ortasından itibaren yeni bir sinemacı kuşağın yetiştiğini görüyoruz. Auteur yönetmenler üretimler yapmaya başladılar. Sizce auteur yönetmenlerle birlikte senaryo yapılarında ve öykü anlatıcılığı noktasında bir değişim oldu mu? Senaryolar bakımından bu filmler anaakım dünya sinemasının neresinde yer alıyor? Bu seyirciye nasıl yansıyor?

Auteur” yönetmen kavramı 90'larda ilk kez çıkmadı. Bence Metin Erksan, Yılmaz Güney gibi isimler de (mecburen Yeşilçam'da sıradan işler yapmış olsalar da) rahatça “auteur” olarak anılabilecek, kendi dünyalarını ve üsluplarını kurmuş yazar/yönetmenler. Bugün yurt içi ticari sinema ağının tamamen dışında kalarak filmler üretmek mümkün. Bağımsız yapımcı ve yönetmenler, festivaller aracılığıyla yurt dışına açılmayı başardılar. Tüm dünyada kendi ülkesinde çok gişe yapmayan ama dünya çapında “art-house” sinema seyircisine seslenerek film yapmaya çalışan, dünya “art-house” dağıtımına girmeye çalışan yönetmenler var. Aslında bu uluslararası dağıtım ağı, Türkiye'nin tüm ticari sinema hacminden daha karlı, daha büyük bir alan. Ama bu ağa girebilmek, tüm dünyadaki “art-house” seyircisine film satabilmek için, gerçekten özgün bir şey söylemeniz ve bunu da özgün bir dille yapabilmeniz gerek. Bunu da az sinemacı başarabiliyor.

6. 1993 yılından 2001 yılında kendi filminizi çekene kadar senaristlik yapmadığınızı görüyoruz. Değişen neydi? Nasıl bir dönemdi?

1989-90'da sinemamız video dağıtım sektörünün çöküşü yüzünden büyük bir finansal krize girdi. Ben de reklam sektörünü tek çare olarak gördüm ve bir reklam ajansına girdim. Reklam sektöründe çeşitli büyük ajanslarda önce yazar, sonra kreatif direktör sonra da arasıra kendi yazdıklarını çeken bir reklam yönetmeni olarak çalıştım. Bu dönemde ilerisi için senaryolar ve iki roman yazdım ama sinemaya küskün gibiydim. Kendi filmimi çekene kadar bir başka yönetmen için senaryo yazmak istemedim. 

7. 9 filmi ilk yönetmenlik deneyiminiz , senaristlikten yönetmenliğe geçiş sancılı bir süreç miydi? Yönetmenlik senaristliğinizde neleri değiştirdi?

Uzun metraj çekmeden önce 4-5 yıl sürekli reklamlar çektim. Adımın altında artık “yönetmen” yazıyordu sayılır. Ama uzun metraj yönetmek bambaşka bir iş elbette. 9'dan önce “Anlat İstanbul”u çekmeyi planlamıştım ama Türkiye'nin sonsuz krizlerinden birine kurban oldu, ancak yıllar sonra çekilebildi. 9 yapım aşaması çok kısa sürede gelişen, arkadaşlar arasında dayanışma havasıyla amatör bir heyecanla çekilen bir filmdi. Başıma tam ne geldiğini anlamadan uzun metraj yönetmeni oldum. Senaryo yazdığım dönemde de sinemanın yönetmen sanatı olduğuna ve asıl sözü söyleyenin yönetmen olduğuna inandım hep. Bu yüzden kendi senaryolarımı, yönetmen olarak hayata geçirebilmek benim için en büyük mutluluk oldu.

8.Türk sinemasının edebiyatla bağı hep çok zayıf oldu. Uyarlamalar konusunda da çok başarılı olunmadı. Sizce neden Türk sinemasının edebiyatla bağı bu kadar kopuk oldu?

Şimdi listesini yapmak uzun bir iş olur ama bence çok başarılı edebiyat uyarlamalarımız var, bu konuda haksızlık etmeyelim. Son yıllara kadar sinemamız edebiyatla çok içli dışlıydı bence. Son yıllarda “minimalist” bir sinema öne geçti. Bu anlayıştaki yönetmenler hikaye anlatımından, dramatik yapı kurmaktan çok, karakter gelişimi ve atmosfere önem veriyorlar. “Edebi” olabilecek unsurları atıp daha saf bir sinemayı hedefliyorlar. Ticari sinemada ise zaten TV çıkışlı isimler, kolay algılanıp kolay pazarlanacak işleri tercih ediyorlar. Edebiyatın, “iyi” edebiyatın Türkiye'de alıcısı sınırlı. 

9. Sizin romanlarınız da var. Edebiyatçı kimliğiniz sinemacı kimliğinizi nasıl etkiledi?

Ben kendimi “sinema yapamadığı zaman yazan” biri olarak tarif ediyorum. Dünyaya yazar gözüyle bakmıyorum, sinemacı gözüyle bakıyorum sanırım. Ama diğer yandan edebiyat en çok beslendiğim sanat dalı. Bazı yönetmenler sinemadan ve başka filmlerden ilham alır, benimse ilham kaynağım kitaplar ve kendi hayatım oldu. Tabii bir kitabı okuyup hikayesinden etkilenmekten bahsetmiyorum, bir yazarın bakış açısı, dünya görüşü, üslup anlayışı gibi unsurları kastediyorum.

10. Turkiye 'de gişe sineması son 10 yıldır seri kaba komedi ve korku sineması üzerinden ilerliyor. Ve en kaliteli yapımlarda bile senaryo kalitesi belirli bir seviyenin altında. Seyircinin daha üst bir anlatımı anlamayacağımı düşünülüyor. Sinemanın amacı görselliğin yanında seyirciye düş oyunları oynatmak sorular sordurmak değil mi? Seyircinin bu noktada küçümsendiğini düşünüyor musunuz?

Küçümsemek yanlış bir tabir olur. Ama Türkiye'de bugünün ticari sineması, geçmişin Yeşilçam'ı gibi, (hatta ondan daha fazla) yeniliklere ve risklere kapalı bir sinema. Televizyon tiryakisi seyirciye, televizyon çıkışlı isimlerle, televizyon üslubunda, dizi görünümlü filmler sunuluyor. Ticari sinemamızda sadece ticaretten öte niyetleri ve sözü olan film yok değil, ama çok az. 

11. Aslında bu küçümseme eğiliminin başka bir boyutu da festival filmleri yapan yönetmenlerde de yok mu? Onlar da benim filmimi herkes anlayamaz diyerek aynı şeyi yapmıyorlar mı? Bir orta yol yok mu sizce seyirciyi önemseyen ama senaryo kalitesini de belirli seviyede tutan filmler çekilmez mi? Var mı sizce örnekleri?

Gözlemlediğim kadarıyla sinema, örneğin Amerika'da da, büyük gişe filmleriyle çok para kazanmayı hedefleyen, algısı kısıtlı, ergen kafalı bir seyirci için yapılıyor artık. Bilgisayar oyunlarıyla birlikte pazarlanan “blockbuster” tarzı en makbul film oldu. Spielberg'in Oscar ödüllü Lincoln filmi için yeterli salon bulamamaktan şikayet ettiği bir röportajını okudum. Düşünün, Spielberg! Artık Amerika'da bir dert anlatmayı hedefleyen, aklı başında yetişkinlere seslenmeye çalışan yazarlar yönetmenler ancak TV kanallarında, dizilerde yer bulabiliyor. Bir anda dünyayı sarsan iyi diziler üretmeye başlamaları bu yüzden. Bizde de bunun ufak yansımaları var. Ticari sinema çok vahşi bir kazanç alanına kaydı. Mesela yakın dönemden “Vavien” ya da son olarak “Karışık Kaset” gibi gayet düzgün yazılıp çekilmiş ve ticari değer de üretmesi gereken filmlerin gişede başarısız olmasını aklım almıyor. Hem ticari hem “sanatsal” açıdan başarılı, hem gişeye hem eleştirmen ve festivallere hitap edebilecek bir film yapma şansı giderek azalıyor. 

12. Gerçek anlamda bir politik sinemamız halen yok. Yeni Türkiye sineması içinden filizlenen Kürt sineması politik duyarlılıklı işler çıkarıyor. Kürt sinemasının senaryolarını nasıl buluyorsunuz?

Tıpkı Türk sinemasında olduğu gibi, onlarda da çok iyi filmler de var, kötü filmler de. 

13. Geçenlerde Şener Şen bir röportajında yeni senaryoları hiç beğenmediğini, oynayacak film bulamadığını söylüyordu. Sektörün her kesiminden uzmanlar en büyük sorunun senaryo olduğunu söylüyor . Sizce böyle bir sorun var mı? Nasıl daha kaliteli senaryolar yazılabilir? Senaryolarda yerellik ekseni nasıl sağlanabilir?

Şener Şen çok büyük bir oyuncu, kalibresine yakışacak senaryo bulmakta zorlanması doğal. Ortalıkta dolaşan senaryoların çoğunun çok kötü olduğu da bir gerçek. Ama ben Türk sinemasının en büyük sorununun senaryo olduğunu düşünmüyorum.

Sinema bir ekip işidir denir ama temelde sinema, bir yönetmen sanatıdır. En ideal durumda, bir yönetmen, kendisine inanan güvenen bir yapımcının ve ekibin yardımıyla, kendi senaryolarını yazıp hayata geçirebilmelidir. Bir senaristin ya da senarist grubunun yardımını da alabilir. Tek başına senaryo, sadece çekilecek bir filmin hayalidir, bitmiş bir eser değildir, bir yol haritasıdır, hazırlık aşamasıdır. Senaryo sette ve kurgu masasında, ses odasında hayata geçer. Bence asıl büyük eksiklerimiz birikimli, özgün sözü olan ve bunu özgün bir biçimde söyleyebilecek yönetmenler ve onlara özgür alan açacak, destekleyecek yapım koşulları. Tabii bir de, bir sanatçının geleceğinden korkmadan, otosansüre yenilmeden çalışabileceği bir ülke ortamı. Bunlar yok.

Hayal bu ya, Charlie Kaufman, Ethan Coen, Tonino Guerra ya da Jean-Claude Carriere gibi efsanevi bir senaristi bugünün Türkiye sinema ortamına getirip ortalama bir Türk yapımcı ve ortalama bir Türk yönetmenle bir iki yıl çalıştıralım: Ne olur sizce? Bence ya felç olup bir şey yazamaz, mecburen yazsa da parlak bir film çıkamaz ortaya.

Yerellik konusunda: Sanat evrensel, dünyanın her yerinden insanları birleştirebilen bir şey olmalı. Bizim bu konuda derdimiz, başka sinemalara, yönetmenlere, filmlere özenmemiz. Evrensel olabilmenin yolu başkalarına özenmeyi, taklit etmeyi bırakıp, sanatta kendi dilini kendi sözünü bulmaya çalışmak, “kendin gibi” olmak bence. Bunu yaparsanız zaten ister istemez “yerel” de olursunuz.

14. Sizin dönem dönem senaryo eğitimleri verdiğinizi biliyorum. Nasıl bir manzara var? Yeni senarist adayları nasıl? Sizce başarılı bir senarist kuşak gelecek mi?

Senaryo eğitimi verebilmek için en az bir yıl gibi uzun süreli ve uygulamalı bir atölye gerek. Ben zaman sorunu yüzünden senaryo eğitimi veremiyorum. Birkaç günlük bir “senaryoya giriş” ya da “senaryocu gözüyle bakış” atölyesi yapıyorum. Katılımcı arkadaşlarla uzun metraj senaryo yazmıyoruz. Önce örnekler üzerinden giderek, senaryocu/ sinemacı dünyaya nasıl bakar, bunu filme nasıl yansıtır, sözlü ya da yazılı hikaye diliyle sinema dilinin farkları nedir, bunları anlamaya çalışıyoruz. Sonra da çok kısa bir hikayeyi senaryoya dönüştürme egzersizleri yapıyoruz. Son beş altı yıldır değişik kuruluşlarda, özel üniversitelerde bu atölyeleri düzenledim. Elbette çok pırıltılı, yetenekli insanlarla karşılaştım. Hangileri sinemayı meslek olarak seçer, hangileri başarılı olur zaman gösterecek elbette.


Bu söyleşi Film Arası dergisinin Ocak 2015 sayısında yayınlandı.