"Hayal bu ya, Charlie Kaufman, Ethan Coen, Tonino Guerra ya da Jean-Claude Carriere gibi efsanevi bir senaristi bugünün Türkiye sinema ortamına getirip ortalama bir Türk yapımcı ve ortalama bir Türk yönetmenle bir iki yıl çalıştıralım: Ne olur sizce?"
1. Sinema eğitimi almışsınız. Ilk Teyzem filminin senaryosunu yazarak başlıyorsunuz. Yeşilçam'ın da son dönemine denk geliyorsunuz. Büyük senaristler döneminin son temsilcilerindensiniz. Siz sinemaya başladığınızda senaristlik mesleği nasıl bir noktadaydı? Yönetmenlerle senaristler arasında nasıl bir ilişki vardı?
Sinemamızda
“Büyük senaristler dönemi” diye bir dönem var mı, onlara
dahil miyim bilemiyorum. Yine de teşekkür ederim. 1985'te sinema
dünyasına girdiğimde, Yeşilçam geleneksel üretim biçimlerini
benimsemiş, yeniliklere, “risk”lere kapalı küçük bir
endüstriydi. Buna rağmen eli kalem tutan insanların saygı
gördüğü, fikirlerin değer bulduğu bir yerdi. En azından kendi
tecrübemde, Atıf Yılmaz, Halit Refiğ, Ertem Eğilmez gibi
ustalardan öyle gördüm. Yaratıcı fikir sahibi olan herkese
yaptıkları gibi, çok genç olmama rağmen, sevgi ve daha önemlisi
saygıyla davrandılar bana da. Sonradan gelen kuşaktan bazılarının
maalesef öğrenemediği bir özellikti bu.
2. 90'ların başına kadar olan dönemde yapımcı-yönetmen- senarist hep farklı kişilerdi. Peki yapımcıların senaryo üzerinde nasıl etkileri vardı? Ticari kaygılarla senaryolar üzerinde değişimler yapabiliyorlar mıydı?
Senaryo
yazarken genellikle, Atıf Yılmaz gibi aynı zamanda yapımcılık
da yapan yönetmenlerle çalıştım. Diğer çalıştığım
yapımcılar da yönetmenlerine saygılı insanlardı. “Hayallerim,
Aşkım ve Sen”de kendim de kullanmış olsam bile, her şeye
karışan “kötü” yapımcı tipi gerçek hayatta tanımadığım
bir klişe. Sonuçta bir film yapımında görev alan herkes, “iyi
film” için, “iyi gişe” için belli doğrulara, ilkelere
inanıyor. Eğer aynı ilkelere inanan insanlarla çalışırsanız
başarılı filmler yapabilirsiniz. “İyi” filmin ya da “ticari”
filmin nasıl olması gerektiği konusunda çok farklı şeylere
inanan insanlar mecburen bir araya düşerse, genellikle fikirler
çatışır ve kötü filmler çıkar sonuçta. Bu her dönem ve her
ülkede böyle.
3.Siz senaristlik döneminizde birbirinden değerli Yönetmenlerle çalışma imkanı buldunuz. Peki bu yönetmenler sizin iç dünyanızı senaryonuzun dinamiklerini sinemalarına dahil edebildiler mi? Hangi yönetmenlerle çalışmak sizin daha kolay ve öğretici oldu?
3.Siz senaristlik döneminizde birbirinden değerli Yönetmenlerle çalışma imkanı buldunuz. Peki bu yönetmenler sizin iç dünyanızı senaryonuzun dinamiklerini sinemalarına dahil edebildiler mi? Hangi yönetmenlerle çalışmak sizin daha kolay ve öğretici oldu?
Bir
senaristin yazdığı senaryoyu tam olarak perdede göremeyince hayal
kırıklığına uğraması çok rastlanan bir şeydir. Çünkü
filmin asıl yaratıcısı yönetmendir. Yönetmen senaryoyu çok iyi
anlayıp hazmetse de sonuçta, sinemanın doğası gereği, kendi
kafasındaki filmi çekebilir ancak. Bu da her zaman senaristin
gördüğü film olmayabilir. Senarist ve yönetmen ortak bir çalışma
içinde olmalı ve senarist kendisini yönetmenin dünyası içinde
var etmeye, onun dünyası içinde bir yapı kurmaya çalışmalıdır.
Tabii bunun için öncelikle “kendi dünyası” olan yönetmenler
gerekir.
Çalıştığım
yönetmenler içinde, bende en çok iz bırakanlar Ertem Eğilmez ve
Atıf Yılmaz oldu sanırım. Sinema anlayışım ve yaptığım
filmler onlara hiç benzemese de her ikisinden de senaryo yazmak ve
film çekmek konusunda çok şey öğrendim. Ayrıca iş ahlakı ve
insan ilişkileri konularında da ilk derslerimi onlardan aldım.
Şimdi ikisi de aramızda değil ama diyelim yeni bir senaryo
yazdığımda “Ertem abi ne derdi? Atıf Abi beğenir miydi?”
diye düşünürken buluyorum kendimi.
4.Sadece senaristlik yaptığınız dönemde belirli tema üzerinde ısmarlama senaryolar mı yazdınız. Yoksa yazdığınız senaryolara yönetmen ve yapımcı arayarak mı devam ettiniz? Dönemin piyasa koşulları sizce senaryo yazma şeklinizi etkiledi mi?
4.Sadece senaristlik yaptığınız dönemde belirli tema üzerinde ısmarlama senaryolar mı yazdınız. Yoksa yazdığınız senaryolara yönetmen ve yapımcı arayarak mı devam ettiniz? Dönemin piyasa koşulları sizce senaryo yazma şeklinizi etkiledi mi?
“Teyzem”
ve Hayallerim, Aşkım ve Sen” benim kendi özgün fikirlerimden ve
deneyimlerimden kaynaklanan işlerim. Diğer senaryolar daha çok bir
yıldız oyuncu üzerinden gelişen, ısmarlama işlerdi. Bir
kısmında özgün fikirlerim olsa da çoğu yönetmen/yapımcıların
önerdiği hikayeleri kaynak alıyordu.
5. 90'ların ortasından itibaren yeni bir sinemacı kuşağın yetiştiğini görüyoruz. Auteur yönetmenler üretimler yapmaya başladılar. Sizce auteur yönetmenlerle birlikte senaryo yapılarında ve öykü anlatıcılığı noktasında bir değişim oldu mu? Senaryolar bakımından bu filmler anaakım dünya sinemasının neresinde yer alıyor? Bu seyirciye nasıl yansıyor?
5. 90'ların ortasından itibaren yeni bir sinemacı kuşağın yetiştiğini görüyoruz. Auteur yönetmenler üretimler yapmaya başladılar. Sizce auteur yönetmenlerle birlikte senaryo yapılarında ve öykü anlatıcılığı noktasında bir değişim oldu mu? Senaryolar bakımından bu filmler anaakım dünya sinemasının neresinde yer alıyor? Bu seyirciye nasıl yansıyor?
“Auteur”
yönetmen kavramı 90'larda ilk kez çıkmadı. Bence Metin Erksan,
Yılmaz Güney gibi isimler de (mecburen Yeşilçam'da sıradan işler
yapmış olsalar da) rahatça “auteur” olarak anılabilecek,
kendi dünyalarını ve üsluplarını kurmuş yazar/yönetmenler.
Bugün yurt içi ticari sinema ağının tamamen dışında kalarak
filmler üretmek mümkün. Bağımsız yapımcı ve yönetmenler,
festivaller aracılığıyla yurt dışına açılmayı başardılar.
Tüm dünyada kendi ülkesinde çok gişe yapmayan ama dünya çapında
“art-house” sinema seyircisine seslenerek film yapmaya çalışan,
dünya “art-house” dağıtımına girmeye çalışan yönetmenler
var. Aslında bu uluslararası dağıtım ağı, Türkiye'nin tüm
ticari sinema hacminden daha karlı, daha büyük bir alan. Ama bu
ağa girebilmek, tüm dünyadaki “art-house” seyircisine film
satabilmek için, gerçekten özgün bir şey söylemeniz ve bunu da
özgün bir dille yapabilmeniz gerek. Bunu da az sinemacı
başarabiliyor.
6. 1993 yılından 2001 yılında kendi filminizi çekene kadar senaristlik yapmadığınızı görüyoruz. Değişen neydi? Nasıl bir dönemdi?
6. 1993 yılından 2001 yılında kendi filminizi çekene kadar senaristlik yapmadığınızı görüyoruz. Değişen neydi? Nasıl bir dönemdi?
1989-90'da
sinemamız video dağıtım sektörünün çöküşü yüzünden
büyük bir finansal krize girdi. Ben de reklam sektörünü tek çare
olarak gördüm ve bir reklam ajansına girdim. Reklam sektöründe
çeşitli büyük ajanslarda önce yazar, sonra kreatif direktör
sonra da arasıra kendi yazdıklarını çeken bir reklam yönetmeni
olarak çalıştım. Bu dönemde ilerisi için senaryolar ve iki
roman yazdım ama sinemaya küskün gibiydim. Kendi filmimi çekene
kadar bir başka yönetmen için senaryo yazmak istemedim.
7. 9 filmi ilk yönetmenlik deneyiminiz , senaristlikten yönetmenliğe geçiş sancılı bir süreç miydi? Yönetmenlik senaristliğinizde neleri değiştirdi?
7. 9 filmi ilk yönetmenlik deneyiminiz , senaristlikten yönetmenliğe geçiş sancılı bir süreç miydi? Yönetmenlik senaristliğinizde neleri değiştirdi?
Uzun
metraj çekmeden önce 4-5 yıl sürekli reklamlar çektim. Adımın
altında artık “yönetmen” yazıyordu sayılır. Ama uzun metraj
yönetmek bambaşka bir iş elbette. 9'dan önce “Anlat İstanbul”u
çekmeyi planlamıştım ama Türkiye'nin sonsuz krizlerinden birine
kurban oldu, ancak yıllar sonra çekilebildi. 9 yapım aşaması çok
kısa sürede gelişen, arkadaşlar arasında dayanışma havasıyla
amatör bir heyecanla çekilen bir filmdi. Başıma tam ne geldiğini
anlamadan uzun metraj yönetmeni oldum. Senaryo yazdığım dönemde
de sinemanın yönetmen sanatı olduğuna ve asıl sözü söyleyenin
yönetmen olduğuna inandım hep. Bu yüzden kendi senaryolarımı,
yönetmen olarak hayata geçirebilmek benim için en büyük mutluluk
oldu.
8.Türk sinemasının edebiyatla bağı hep çok zayıf oldu. Uyarlamalar konusunda da çok başarılı olunmadı. Sizce neden Türk sinemasının edebiyatla bağı bu kadar kopuk oldu?
8.Türk sinemasının edebiyatla bağı hep çok zayıf oldu. Uyarlamalar konusunda da çok başarılı olunmadı. Sizce neden Türk sinemasının edebiyatla bağı bu kadar kopuk oldu?
Şimdi
listesini yapmak uzun bir iş olur ama bence çok başarılı
edebiyat uyarlamalarımız var, bu konuda haksızlık etmeyelim. Son
yıllara kadar sinemamız edebiyatla çok içli dışlıydı bence.
Son yıllarda “minimalist” bir sinema öne geçti. Bu anlayıştaki
yönetmenler hikaye anlatımından, dramatik yapı kurmaktan çok,
karakter gelişimi ve atmosfere önem veriyorlar. “Edebi”
olabilecek unsurları atıp daha saf bir sinemayı hedefliyorlar.
Ticari sinemada ise zaten TV çıkışlı isimler, kolay algılanıp
kolay pazarlanacak işleri tercih ediyorlar. Edebiyatın, “iyi”
edebiyatın Türkiye'de alıcısı sınırlı.
9. Sizin romanlarınız da var. Edebiyatçı kimliğiniz sinemacı kimliğinizi nasıl etkiledi?
9. Sizin romanlarınız da var. Edebiyatçı kimliğiniz sinemacı kimliğinizi nasıl etkiledi?
Ben
kendimi “sinema yapamadığı zaman yazan” biri olarak tarif
ediyorum. Dünyaya yazar gözüyle bakmıyorum, sinemacı gözüyle
bakıyorum sanırım. Ama diğer yandan edebiyat en çok beslendiğim
sanat dalı. Bazı yönetmenler sinemadan ve başka filmlerden ilham
alır, benimse ilham kaynağım kitaplar ve kendi hayatım oldu.
Tabii bir kitabı okuyup hikayesinden etkilenmekten bahsetmiyorum,
bir yazarın bakış açısı, dünya görüşü, üslup anlayışı
gibi unsurları kastediyorum.
10. Turkiye 'de gişe sineması son 10 yıldır seri kaba komedi ve korku sineması üzerinden ilerliyor. Ve en kaliteli yapımlarda bile senaryo kalitesi belirli bir seviyenin altında. Seyircinin daha üst bir anlatımı anlamayacağımı düşünülüyor. Sinemanın amacı görselliğin yanında seyirciye düş oyunları oynatmak sorular sordurmak değil mi? Seyircinin bu noktada küçümsendiğini düşünüyor musunuz?
10. Turkiye 'de gişe sineması son 10 yıldır seri kaba komedi ve korku sineması üzerinden ilerliyor. Ve en kaliteli yapımlarda bile senaryo kalitesi belirli bir seviyenin altında. Seyircinin daha üst bir anlatımı anlamayacağımı düşünülüyor. Sinemanın amacı görselliğin yanında seyirciye düş oyunları oynatmak sorular sordurmak değil mi? Seyircinin bu noktada küçümsendiğini düşünüyor musunuz?
Küçümsemek
yanlış bir tabir olur. Ama Türkiye'de bugünün ticari sineması,
geçmişin Yeşilçam'ı gibi, (hatta ondan daha fazla) yeniliklere
ve risklere kapalı bir sinema. Televizyon tiryakisi seyirciye,
televizyon çıkışlı isimlerle, televizyon üslubunda, dizi
görünümlü filmler sunuluyor. Ticari sinemamızda sadece
ticaretten öte niyetleri ve sözü olan film yok değil, ama çok
az.
11. Aslında bu küçümseme eğiliminin başka bir boyutu da festival filmleri yapan yönetmenlerde de yok mu? Onlar da benim filmimi herkes anlayamaz diyerek aynı şeyi yapmıyorlar mı? Bir orta yol yok mu sizce seyirciyi önemseyen ama senaryo kalitesini de belirli seviyede tutan filmler çekilmez mi? Var mı sizce örnekleri?
11. Aslında bu küçümseme eğiliminin başka bir boyutu da festival filmleri yapan yönetmenlerde de yok mu? Onlar da benim filmimi herkes anlayamaz diyerek aynı şeyi yapmıyorlar mı? Bir orta yol yok mu sizce seyirciyi önemseyen ama senaryo kalitesini de belirli seviyede tutan filmler çekilmez mi? Var mı sizce örnekleri?
Gözlemlediğim
kadarıyla sinema, örneğin Amerika'da da, büyük gişe filmleriyle
çok para kazanmayı hedefleyen, algısı kısıtlı, ergen kafalı
bir seyirci için yapılıyor artık. Bilgisayar oyunlarıyla
birlikte pazarlanan “blockbuster” tarzı en makbul film oldu.
Spielberg'in Oscar ödüllü Lincoln filmi için yeterli salon
bulamamaktan şikayet ettiği bir röportajını okudum. Düşünün,
Spielberg! Artık Amerika'da bir dert anlatmayı hedefleyen, aklı
başında yetişkinlere seslenmeye çalışan yazarlar yönetmenler
ancak TV kanallarında, dizilerde yer bulabiliyor. Bir anda dünyayı
sarsan iyi diziler üretmeye başlamaları bu yüzden. Bizde de bunun
ufak yansımaları var. Ticari sinema çok vahşi bir kazanç alanına
kaydı. Mesela yakın dönemden “Vavien” ya da son olarak
“Karışık Kaset” gibi gayet düzgün yazılıp çekilmiş ve
ticari değer de üretmesi gereken filmlerin gişede başarısız
olmasını aklım almıyor. Hem ticari hem “sanatsal” açıdan
başarılı, hem gişeye hem eleştirmen ve festivallere hitap
edebilecek bir film yapma şansı giderek azalıyor.
12. Gerçek anlamda bir politik sinemamız halen yok. Yeni Türkiye sineması içinden filizlenen Kürt sineması politik duyarlılıklı işler çıkarıyor. Kürt sinemasının senaryolarını nasıl buluyorsunuz?
12. Gerçek anlamda bir politik sinemamız halen yok. Yeni Türkiye sineması içinden filizlenen Kürt sineması politik duyarlılıklı işler çıkarıyor. Kürt sinemasının senaryolarını nasıl buluyorsunuz?
Tıpkı
Türk sinemasında olduğu gibi, onlarda da çok iyi filmler de var,
kötü filmler de.
13. Geçenlerde Şener Şen bir röportajında yeni senaryoları hiç beğenmediğini, oynayacak film bulamadığını söylüyordu. Sektörün her kesiminden uzmanlar en büyük sorunun senaryo olduğunu söylüyor . Sizce böyle bir sorun var mı? Nasıl daha kaliteli senaryolar yazılabilir? Senaryolarda yerellik ekseni nasıl sağlanabilir?
Şener
Şen çok büyük bir oyuncu, kalibresine yakışacak senaryo
bulmakta zorlanması doğal. Ortalıkta dolaşan senaryoların
çoğunun çok kötü olduğu da bir gerçek. Ama ben Türk
sinemasının en büyük sorununun senaryo olduğunu düşünmüyorum.
Sinema
bir ekip işidir denir ama temelde sinema, bir yönetmen sanatıdır.
En ideal durumda, bir yönetmen, kendisine inanan güvenen bir
yapımcının ve ekibin yardımıyla, kendi senaryolarını yazıp
hayata geçirebilmelidir. Bir senaristin ya da senarist grubunun
yardımını da alabilir. Tek başına senaryo, sadece çekilecek bir
filmin hayalidir, bitmiş bir eser değildir, bir yol haritasıdır,
hazırlık aşamasıdır. Senaryo sette ve kurgu masasında, ses
odasında hayata geçer. Bence asıl büyük eksiklerimiz birikimli,
özgün sözü olan ve bunu özgün bir biçimde söyleyebilecek
yönetmenler ve onlara özgür alan açacak, destekleyecek yapım
koşulları. Tabii bir de, bir sanatçının geleceğinden korkmadan,
otosansüre yenilmeden çalışabileceği bir ülke ortamı. Bunlar
yok.
Hayal
bu ya, Charlie Kaufman, Ethan Coen, Tonino Guerra ya da Jean-Claude
Carriere gibi efsanevi bir senaristi bugünün Türkiye sinema
ortamına getirip ortalama bir Türk yapımcı ve ortalama bir Türk
yönetmenle bir iki yıl çalıştıralım: Ne olur sizce? Bence ya
felç olup bir şey yazamaz, mecburen yazsa da parlak bir film
çıkamaz ortaya.
Yerellik
konusunda: Sanat evrensel, dünyanın her yerinden insanları
birleştirebilen bir şey olmalı. Bizim bu konuda derdimiz, başka
sinemalara, yönetmenlere, filmlere özenmemiz. Evrensel olabilmenin
yolu başkalarına özenmeyi, taklit etmeyi bırakıp, sanatta kendi
dilini kendi sözünü bulmaya çalışmak, “kendin gibi” olmak
bence. Bunu yaparsanız zaten ister istemez “yerel” de
olursunuz.
14. Sizin dönem dönem senaryo eğitimleri verdiğinizi biliyorum. Nasıl bir manzara var? Yeni senarist adayları nasıl? Sizce başarılı bir senarist kuşak gelecek mi?
14. Sizin dönem dönem senaryo eğitimleri verdiğinizi biliyorum. Nasıl bir manzara var? Yeni senarist adayları nasıl? Sizce başarılı bir senarist kuşak gelecek mi?
Senaryo
eğitimi verebilmek için en az bir yıl gibi uzun süreli ve
uygulamalı bir atölye gerek. Ben zaman sorunu yüzünden senaryo
eğitimi veremiyorum. Birkaç günlük bir “senaryoya giriş” ya
da “senaryocu gözüyle bakış” atölyesi yapıyorum. Katılımcı
arkadaşlarla uzun metraj senaryo yazmıyoruz. Önce örnekler
üzerinden giderek, senaryocu/ sinemacı dünyaya nasıl bakar, bunu
filme nasıl yansıtır, sözlü ya da yazılı hikaye diliyle sinema
dilinin farkları nedir, bunları anlamaya çalışıyoruz. Sonra da
çok kısa bir hikayeyi senaryoya dönüştürme egzersizleri
yapıyoruz. Son beş altı yıldır değişik kuruluşlarda, özel
üniversitelerde bu atölyeleri düzenledim. Elbette çok pırıltılı,
yetenekli insanlarla karşılaştım. Hangileri sinemayı meslek
olarak seçer, hangileri başarılı olur zaman gösterecek elbette.
Bu söyleşi Film Arası dergisinin Ocak 2015 sayısında yayınlandı.
Bu söyleşi Film Arası dergisinin Ocak 2015 sayısında yayınlandı.