Büyük görmek için tıklayınız. |
Senaryolar, filmler, kitaplar… Sanat
hayatınıza dair birçok birikim, ürün, yaratı arşivlerde,
bellekte yer aldı. Peki, öncesi nasıldı? Üniversiteyi
bitirdikten sonra İstanbul’a gitmek üzere yola çıktınız.
Neler vardı aklınızda; nasıl sorular, istekler, hayaller? Nasıl
karar verdiniz?
Okul biterken herkes gibi yönetmen
olmak istiyordum ama o günkü koşullarda zor bir hedef olduğunu
biliyordum. “Teyzem”in ilk versiyonunu okulun son yılında
yazmıştım. Hayalim onun film olarak çekilmesiydi. Karar değil,
mecburiyetten geldim İstanbul'a. İzmir'de kalsam, iş bulamayacağım
kesindi.
İlk sinema deneyiminize Atıf Yılmaz
gibi büyük bir ustanın yanında, başrolünün Müjde Ar olduğu,
‘Adı Vasfiye’ gibi döneme damgasını vurmuş, kült olmuş bir
filmin setinde başladınız. Atıf Yılmaz ile tanışmanız ve
stajyer olarak işe başlamanız nasıl oldu? Set ortamı nasıldı?
Neler yaşadınız? Neler kattı bu size, neler getirdi?
1985 yazında Atıf Yılmaz'ın
yardımcı yönetmeni Leyla Özalp ile tanıştım. Leyla
yazdıklarımı okuyup beğendi ve önce Atıf Yılmaz'ın senaryo
ekibinde yer almamı sağladı. Sonra da “Adı Vasfiye” için 4.
asistan oldum ona. Kötü bir asistandım. Işıklara, mizansene,
dekora bakarken kendi işimi unutuyordum. Yine de beni hoş görüp
idare ettiler. Atıf abi'nin sıkı bir önçalışmaya dayalı
çalışma tarzı, iş ahlakı-sevgisi, ekipteki herkese gösterdiği
olağanüstü açık ve demokratik yaklaşım, pratik ve ekonomik
çözümler bulma yeteneği beni çok etkilemiş ve örnek olmuştur.
Sonrasında sinema hayatınızda dönüm
noktası olmuş ‘Teyzem’ filminin senaryosunu yazdınız. Halit
Refiğ’in yönetmenliğini yaptığı film, sinema tarihi kadar
kişisel tarihiniz içinde önemli olmalı. Anlatının gerçek bir
hikaye olduğunu belirtmiştiniz. Gerçek hikâyeler de bükerek
anlatılmış olaylar elbette ama merak ediyorum; Teyzenize ait,
kurtardığınız notlardan yola çıkılarak mı yazıldı hikaye?
Yazmaya nasıl karar verdiniz? Sonrası sizin için nasıl gelişti?
Teyzemin ben üniversitedeyken ölümü
beni çok etkiledi ve dediğim gibi ilk versiyonu henüz okuldayken
yazdım. Filmin hayata geçmesi Müjde Ar sayesinde oldu. Onunla “Adı
Vasfiye” sırasında tanıştık. Senaryoyu okudu ve çok sevdi,
çekilmesine önayak oldu. O günün koşullarında, Yeşilçam'da
çok aykırı bir senaryoydu, Müjde gibi bir yıldız sahip çıkmasa
çekilmesi imkansızdı. Senaryoyu aklımda kalan olaylardan,
fotoğraflardan, bir iki hatıra defteri ve mektup sayfasından yola
çıkarak yazdım. Senaryoda çocuk daha küçük ama ben gerçek
olaylar yaşanırken, 17-18 yaşındaydım. Yaşananlar aklımda hala
tazeydi. Yeniden yorumlamak ve kurmak (bütün acılı taraflarına
rağmen) zor olmadı.
Filmi yeniden çekmeyi düşünüyordunuz,
bununla ilgili planlara, çekimlere başladınız mı acaba? Bu
filmde kimlerle çalışmayı düşünüyorsunuz?
Senaryoyu 1986'da ilk çekildiğinden
beri yeniden, kendi yorumumla çekmeyi çok istedim. Halit Refiğ'e
elbette büyük saygım var, usta bir yönetmendi. Ama doğal olarak
her yönetmen gibi, filme kendi yorumunu getirirken değişiklikler
yaptı, çok sevdiğim bazı şeyleri senaryodan attı. Bir de,
filmde ciddi yapım hataları vardı. Çocuğun yıllar geçmesine
rağmen büyümemesi gibi. Teknik aksaklıklar da eklenince film beni
hayal kırıklığına uğratmıştı. Ama bizim seyircimiz Türk
filmlerine karşı hoşgörülüdür. Hikaye iyiyse teknik,
prodüksüyon aksaklıklarını görmezden gelir çoğu zaman.
Teyzem, 27 yıldır bir çok insanın sevdiği bir film oldu.
Hikayesinde tüm zamanlara ve kültürlere seslenebilecek temel bir
damar var bence. Bugünün tekniğiyle ve iyi bir yapım kalitesiyle
çekilirse yeniden başarılı olacağından eminim. Senaryoyu bir
kere daha kendi kafama göre yazdım. Bir büyük yapım şirketiyle,
geçen sene bir süre görüştük ama sonra bütçesel şartlar
yüzünden iptal oldu. Şu an rafta yine, ne zaman hayata geçer
bilmiyorum ama sabrım ve heyecanım sonsuz o konuda.
9, Ara ve Nar’ı diğer
filmlerinizden biraz daha ayrı özel bir yerde tutuyorsunuz. Bu
filmleri sizin için özel yapan nedir?
Bu üç film tamamen hiçbir formüle
bağlanmadan sadece “içimden gelen kızgın/üzgün/acılı sese”
uyarak çektiğim filmler. Ayrıca üslup, teknik, anlatım vs
açısından hesabını tam verebileceğim, iyisiyle kötüsüyle
sahip çıkabileceğim işler. Diğer bazı filmlerde çeşitli
sebeplerle üsluptan, mekandan, oyuncu kadrosundan, müzikten
fedakarlık ettiğim, dış koşulların kaçınılmaz müdahelesiyle
karşılaştığım durumlar oldu.
‘Nar’ senaryo, anlatım, kadro,
değinilen dert ve meseleler açısından Türk Sineması için
oldukça önemli bir film. İki kadın arasındaki ilişkiye, adalet
sistemine, ahlakı yargılara, toplumsal değerlere, iktidar
mücadelesine, iktidarın günlük hayattaki yansımalarına ve daha
birçok konuya değiniyor. Burada asıl değinmek istediğiniz neydi?
Meseleniz, anlatmak istediğiniz?
Bence Nar, 9 ve Ara ile
kendiliğinden bir üçleme oluşturdu. Farklı şeyler anlatsalar da
temaları ortak gibi. Üçünde de bir odanın içinden bütün bir
Türkiye'ye bakma derdi var. Üçünde de “haksızlık”, “adalet
arayışı” temel motifler. Nar'da bunlara belki “empati”
eklenmiş olabilir. Türkiye'de son yıllarda toplumca empati
yeteneğimizi kaybettiğimizi düşünüyorum. Empati olmayınca
toplumun hastalanması, birlikte yaşayamaması, herkesin
adaletsizlikten yakınması, kendi adaletini araması da doğal
elbette.
Bunun dışında Amerikalı, Berlin in
Berlin gibi filmlerin de senaryolarını yazdınız. Diğer
filmlerinizden daha farklı bir çizgi ve anlatıma sahip… Bu
filmlerin hayatınızdaki yeri nedir?
O senaryoları sadece günlük
geçimimi sağlamak için yazdım. O günlerde başka işim, gelir
kaynağım yoktu. İkisi de benim özgün fikrim değil, yönetmenleri
tarafından ısmarlanmış senaryolardır. Her iki yönetmen de
senaryoyu bir kenara koyup, kafalarına göre doğaçlama çektiler
filmlerini. Jeneriklerinde adım var evet ama iki filmin de bitmiş
halinde katkım çok çok az. Ben yazmasam da olurdu.
80’lerde sinemaya atılmış biri
olarak Türk Sineması’nın birçok dönemine, kırılmalarına ve
değişimlerine şahit oldunuz. Şu an 2000’lerde durum nasıl
gözüküyor sizce? Ümit Ünal sinemasında nasıl değişimler
oldu?
Yeşilçam'ın ölüm döşeğinde
olduğu yıllarda sinemaya girdim. Görkemli bir şekilde ölüşünü
gördüm. Sonra onun bıraktığı boşlukta eskisinden çok daha
vahşi bir ticari sinemayla, büyük umut verici bir bağımsız
sinema doğdu. O geçiş dönemini yaşadım. Ben ticari sinemada
büyümüştüm ama sonra kendimi bağımsız sinema dünyası içinde
var edebildim. Ticari sinema o kadar vahşileşmişti ki benim
hikayelerimi bile kabul edemez hale geldi diyelim.
Elbette ne kadar eleştirirsem
eleştireyim ticari sinemanın milyonlarla ifade edilen seyirci
düzeyine ulaşması teknik bir başarı. Takdir etmek gerek.
80'lerde bu yoktu. Öte yandan bağımsız “sanat” sinemasının
da yurt dışında elde ettiği başarılar çok heyecanlandırıcı.
“Teyzem”den beri aslında benzer
hikayeleri anlatıyorum. Bulduğum olanaklara göre bazı filmler iyi
oluyor, bazısı olmuyor. Sinemanın (genelde sanatın) en büyük
cilvesi şu ki: Hiçbir şeyin, hiç kimsenin garantisi yok.
Yaptığınız film başyapıt da olabilir, çöp de. Aradaki fark
kılpayı. Bu en büyük yönetmenler için de böyle.
Sinema-edebiyat ilişkiniz hep iç içe
oldu, edebiyat sizin en büyük besininiz olmalı… Bunun dışında
film üretiminde nelerden ilham alıyorsunuz? Şarkılar, mekanlar,
kokular, anılar, rüyalar, deniz, İstanbul…
Cevaplaması en zor soru. İlham
nerden geliyor bilsek, ilhamsız kalınca gider ordan alırdık.
Nereden geliyor bilmiyorum. İlham diye bir şey var mı onu da
bilmiyorum. Bazı işler ilhamla değil, dediğim gibi, ısmarlama
gelişiyor. Bazı işler de içimden atmak istediğim, iyi huylu ama
acı veren bir ur gibi kendi kendine büyüyor ve patlayacak gibi
olduğunda yazıp bir kenara koyuyorum; imkan bulunca da filmini
çekiyorum.
Hasan Ali Toptaş’ın ‘Gölgesizler’
romanını sinemaya uyarladınız, sizin için önemli olan ve
uyarlamak istediğini başka edebiyat eserleri var mı?
Okul yıllarımdan beri
Shakespeare'in “Yazdönümü Gecesi Rüyası”nı Türkiye'ye
uyarlama hayalim vardır. Komedi müzikal olarak. :) Bir de
Gombrowicz'in “Pornografi” romanı ilk okuduğumdan beri
hayalimde. Umarım sadece hayal olarak kalmazlar.
İşiniz, artık işiniz olmaktan çıkıp
kendinizi ifade etme biçiminiz olsa da işi biraz kenara bırakalım…
Neler yapıyorsunuz boş zamanlarınızda? En keyif aldığınız
şeyler neler?
Yolculuk en eğlendiğim şey. Evde
fazla oturunca sıkılıyorum. Neyse ki filmler, festivaller, dersler
vs sayesinde çok yurt içi/yurt dışı yolculuk fırsatı doğuyor.
Gittiğim şehirlerde müzeleri, kitapçıları, parkları,
lokantaları keşfetmeye bayılıyorum. İstanbul'da olunca tek
ilginç olabilecek tarafım işim, eğer çalışmıyorsam hayatım
çok basit: Mutad şehir yürüyüşleri, evde çalışmak,
arkadaşlara yemek yapmak... Yıllar önce çok çıkardım ama
geceleri çıkmayı son yıllarda tamamen bıraktım. Yıllardır
doğru dürüst TV seyretmiyorum. İnternet bağımlısıyım, sanal
dünyada dolaşmaktan, sohbetten, okumaktan, müzik dinlemekten çok
zevk alıyorum ama ondan da kurtulmaya çalışıyorum. Çok vakit
çalıyor.
Uzun yıllar Londra’da yaşamışsınız,
orada nasıl bir hayatınız vardı? İki kızınız hala orada
yaşıyormuş. Merak ediyorum iletişiminiz nasıl, Ümit Ünal baba
olarak nasıl biri?
Eski eşim İngilizdi. 11 yıllık
evliliğin son 3 yılını Londra'ya yarım saat mesafede bir banliyö
kasabasında geçirdik. Ama bir ayağım hep İstanbul'da oldu.
2004'te ayrıldık. Ayrılık sonrası hayatım çok değişti.
“İdeal” bir baba olduğumu sanmıyorum, bence hiçbir baba
“ideal” olamaz zaten. Ama kızlarımı düzenli görüyorum, iyi
bir ilişkimiz var, birlikte güzel vakit geçirip uzun uzun herşeyi
konuşabiliyoruz.
Bu sayımızın dosya konusuna gelelim.
Cesaret… Hayatınızda yaptığınız en cesur şey neydi?
Hayatınıza değiştiren kendi devriminizi yaratan en cesur hamle…
20 yaşımda cebimde o zamanın 20
bin lirasıyla İstanbul'a taşınmak hayli cesur bir hamleydi. Ondan
sonraki yıllarda da, gözü kapalı uçurumdan atlamaya benzeyen
birkaç hayati adım attım. Ama en cesur hamlemi belki de henüz
yapmamışımdır.
Son olarak hayalleriniz, istekleriniz
ve gelecek projelerinizden bahseder misiniz?
Her zaman çekmecemde fikir
aşamasında, ya da yarım kalmış, ya da bitse de henüz
çekilememiş birkaç senaryo oluyor. Şu anda da öyle. Hangisi öne
geçecek bilmiyorum.
Hayallerim elbette var ama fazla
bahsetmiyorum çünkü hayallerin çoğu gerçekleşene kadar
başkalarına gülünç görünür.
Bu hafta itibariyle 48 yaşındayım.
Uzak geleceğe dair şimdilik tek planım (ya da umudum) 30-40 yıl
daha aklen ve bedenen sağlıklı kalmak ve son ana kadar emekli
olmamak. Başka plan yapmak gerekli mi, bilmem.
Teşekkürler
Esen Bahar Peker
Hayatınızın dönüm noktası?
Hayatımda birkaç büyük değişim oldu. O yüzden tek bir dönüm noktası yok.
En büyük hayal kırıklığınız?
Genellikle kötülerin kazandığını anlamak.
Asla unutamadığınız?
Bakışlar unutulmuyor. Aklımda çakılı kalmış birkaç bakış var, çok farklı insanlardan.
Sizin için özel olan şarkı?
Summertime - Gershwin
Kendinizle ilgili en iyi keşfiniz?
Pek iyi bir keşfim yok. Dışarıdan çok sakin ve uyumlu görünürüm ama sürekli kendimle kavga ediyorum.
Başucu kitabınız?
“Alemdağ'da Var Bir Yılan”- Sait Faik, “Göçmüş Kediler Bahçesi” -Bilge Karasu, “Lolita”- Nabokov. Çok var aslında: http://asyadada.blogspot.com/2011/08/basucu-kitaplarim.html
Gizli kaçış yeriniz?
Çocukken denizde 2-3 metre derinde, her dalışta dokunduğum bir kaya vardı. Çok sıkıldığım zamanlar o kayaya doğru daldığımı hayal ederim.
Hayat mottonuz?
“Özlü sözlere fazla güvenme.”