Tuesday 7 February 2012

Toplumun sinir uçları

"Sanatçılar, yaşadıkları toplumun sinir uçları gibidir. Her şeyi ilk önce onlar hisseder. Birçok sanatçının delirmesi, yaşadığı toplumla ters düşmesi, alkolik ya da madde bağımlısı olmasının sebebi bu aşırı duyarlıktır. Yetenek, duyarlık ya da İngilizce’de “gift” denen şey bir ayrıcalık değil bir görev ve ağır bir yüktür bence. Bir sanatçı çevreden gelen baskı, tehlike, ahlaki kısıtlar ne olursa olsun gördüğü, hissettiği şeyleri açıkça söylemekle yükümlüdür. Sinir uçları hissettikleri ateşi haber vermezse, yanacak çok insan vardır çünkü. Elbette, sanatçıya “daha iyi bir toplum için” hastalıkları, olumsuzlukları önceden bildiren bir sosyal yardım uzmanı görevi atfediyor değilim. Sanatın işlevi ve sorumluluğu, toplumsal fayda ile sınırlanamaz. Yine de hatırlamak gerek, bildiğim en “kişisel” yazarlardan biri olan Kafka sanatçıyı gece herkes uyurken uyanık kalan, çünkü buna mecbur olan birine benzetir. “Çünkü biri uyanık kalmak zorunda.” Sanatçı “içinden gelen sese” kulak vermelidir, herkesten önce hissettiği şeyi söylemelidir. Bilerek yalan söyleyen bir sanatçı her şeyden önce kendi yeteneğine ihanet ediyor demektir.

Bir sanatçı seyircisinin zaaflarını çok iyi bildiğini sanıyorsa, alacağı etkiden çok eminse, “nabza göre şerbet” verdiğini düşünüyorsa, benim inancıma göre kötü bir sanatçıdır. Ne pahasına olursa olsun seyircisini etkileme tutkusuyla tutuşan sanatçılar arasından da ender olarak iyi birileri çıkabilir ama ilk anda göz boyamayı başarsalar, hatta hayli başarılı olsalar bile kalıcı olmazlar, bir şekilde çabuk sönerler. Hollywood’da formüllere dayalı suiistimal sineması yapan ve “başarılı” olan yönetmenler var elbette. Ama Hollywood’un şartları da bambaşka, sadece sinema olarak değerlendirmemek lazım. Oranın tanıtım/pazarlama gücü apayrı bir üstünlük yaratıyor. Gerçek sanattan söz edeceksek, bence bir yönetmenin her şeyden önce samimi olması ve seyirciyi düşünmeyi bırakıp boş vermesi şart. Seyirci, siz ne derseniz, ne yaparsanız yapın zaten kendi kapasitesine göre bir şeyler bulacak filmde. Ticaretse sizin işiniz değil, pazarlama ve satış başkalarının işi, bırakın ticari bir mal olarak filmi nasıl satacaklarını başkaları düşünsün.

Günümüz sinemasını, genelde de sanatı zehirleyen en korkunç şey, “pazarlama ve satış”ın üretim aşamasına kadar sızmış olması. Bu dediğim sinemanın doğuşundan beri var denebilir. Amerikan sineması gibi büyük endüstriler için elbette bu durum normal ama “sanat” sineması olarak bilinen daha çok Avrupa çıkışlı sinemada da satış ve dağıtım şirketleri bir film yapımının en başında işe dahil oluyor ve belli formüllere dayalı filmler talep ediyorlar. Ya da iki taraflı işleyen bir süreç söz konusu diyelim: Bazı sinemacılar da formüllere dayalı filmler üretip bir an önce dolaşıma dahil olma konusunda fazla istekli. Sonuçta daha saf, daha özgür olmasını beklediğiniz “sanat” sinemasında da, tıpkı ticari sinemada olduğu gibi, pazarın isteklerine göre güdümlenmiş, hem anlatım açısından hem de anlattıkları şeyler açısından birbirine çok benzeyen filmler görmeye başlıyorsunuz. Bu çok can sıkıcı ve sanatın doğasına aykırı bir durum. Çünkü sinema büyük paralar dönen bir sanayi olsa da, pazarın arz-talep dengesine göre işleyen herhangi bir sanayi dalının kuralları sinemaya uyarlanamaz. Şu modelin modası geçti, yenisini piyasaya sürelim, ya da bu model tutmuştu biraz allayıp pullayıp yine çok satalım diyenler sinemada çok yanılır. Elindeki adaletsiz pazarlama-tanıtım gücüne rağmen Hollywood bile özgün fikirlerle, özgün bir dille, samimiyetle yarışamaz.  Pazarın gürültüsü geçtikten sonra elimizde gerçek bir filmle ve onun seyircide yaratacağı birebir etkiyle baş başa kalırız. Zaman içinde bazı filmler kalır, bazısı unutulur."


Gül Yaşartürk'le birlikte hazırladığımız "Işık Gölge Oyunları" (YKY Yayınları) kitabından.