Friday, 26 December 2025

Ümit Ünal ile “Evcilik”: Sınıflar, Roller ve Gerçekliğin Oyunu Üzerine - Seda Kanburoğlu

“Evcilik”, Ümit Ünal sinemasının en rafine örneklerinden biri. İki çift üzerinden sınıf farklarını, özlemleri, arzuları ve kimlik oyunlarını inceliyor. Ünal’ın daha önce 9, Nar ve Ara gibi filmlerinde gördüğümüz sınırlı mekân, yoğun diyalog ve psikolojik gerilim unsurları burada da karşımıza çıkıyor. Biz de yönetmen Ümit Ünal ile Evcilik’in hikâyesini, yaratım sürecini ve sinemada “oyun” kavramını konuştuk. 

 “Evcilik” ilk bakışta iki çiftin karşılaşma hikâyesi gibi başlıyor ama derinlerde sınıf, arzu ve kimlik meselelerine dokunan bir film. Bu hikâyeyi kurmaya sizi ne yönlendirdi? 

 Filmi çektiğimiz mekanda, 2013 yılında otel olduğu dönemde kalmıştık. Filmdeki çiftin başına gelen olay, bomboş otelde kalan tek müşteri oluşları, gerçekten bizim başımıza gelmişti. Ama tabii sonrası tamamen kurmaca. Bilerek daraltılmış mekanlarda, kısıtlı bir oyuncu kadrosuyla hikayeler kurmayı seviyorum. Evcilik’teki olay belki küçük bir mesele, dünyanın apaçık kötülüğe, ateşe ve kana bulandığı bugünlerde bu kadar küçük bir haksızlık kimin umurunda? Ama bence dünyadaki büyük haksızlıkların temelinde bu küçük olaylar, küçük haksızlıklar var. Hepsi bir araya gelip dev haksızlıkları oluşturuyor.
 
Filmin merkezinde “oyun” kavramı var. Hayatı bir oyun alanı olarak görme fikri sizin sinemanızda hep vardı. Bu kez “Evcilik”te bu oyun, sınıfsal ve cinsel gerilimlerle iç içe geçiyor. “Oyun” sizin için ne ifade ediyor? 
 
Çocukken oyunları ne kadar ciddiye aldığınızı düşünün. Çocuk oyunlarında yapılan yanlışlar, gerçek hayattaki bir sürü şeyden daha fazla canımızı yakar. Büyüyünce hayatın daha “ciddi bir şey” olduğunu ve oyunlara omuz silkip geçmeyi öğreniyoruz. Ben işte onu pek öğrenemedim. Bir yandan her şeyle dalga geçip gülmeyi seviyorum. Ama oyunları da pek çok yetişkinden daha fazla ciddiye alıyorum. Aslında masum, tehlikesiz oyun yok. Her oyunda büyüklerin hayatının gizli dengeleri ortaya çıkıyor, en masum görünen oyunda bile bir gerilim, hayatın dengelerini bozacak bir tehdit görüyorum. 

Karakterler birbirlerine hem özeniyor hem de küçümsüyorlar. Özellikle şehirli çiftin “başka bir hayatı oynama” isteği filmde rahatsız edici bir tat bırakıyor. Bu çelişkiyi nasıl kurdunuz? 

Aslında iki çift de karşılıklı birbirlerine özeniyorlar. Şehirli çift, köylü çiftin aşkını, diri kalmış arzusunu, safiyetini kıskanıyor. Köylüler de, şehirlilerin zenginliğini, istediklerini yapabilme özgürlüğünü… Bunu ben kurmadım aslında, gerçek hayatta hep gördüğüm bir çatışmayı yazdım. Benim kurduğum kısmı, gırgırına başlayan basit bir taklit oyunu ve oradan doğan maraz. Hikayeyi anlatırken kimseyi yargılamamaya, kötülememeye ve iki tarafa da eşit davanmaya çalıştım. 
 
“Evcilik” küçük bir mekânda, sınırlı karakterlerle geçen ama yoğun duygusal dalgalara sahip bir film. Siz mekânı her zaman bir karakter gibi kullanıyorsunuz. Bu filmde otelin o kapalı atmosferini nasıl kurdunuz? 

Otel uzun süredir işletilmiyordu. O yüzden boya badana yapıp, odaları düzenledik ama onun dışında mevcut mimariye, doğasına dokunmadık. Sanat Yönetmeni Elif Taşçıoğlu varolan yapıya ilginç ayrıntılar kattı. Dediğim gibi bu otelde, “Eren Konukevi” olduğu dönemde, bir hafta kadar kalmıştık ve senaryoyu yazarken bu mekana göre yazmıştım. Çoğu zaman filmi hayalinizdeki mekanda çekme imkanı olmaz. Ama bu sefer şansımıza mekan tam bize gereken sırada boştu. Hazırlık aşamasında görüntü yönetmeni Aydın Sarıoğlu ile Sivrice’ye gittik, mizansenlere göre açıları belirledik. Hikayeyi bu mekana göre kurmuştum ama mekanın atmosferi hikayenin akışından, mizansenden doğdu. Biraz yumurta-tavuk ilişkisi gibi oldu. (Gülüyor). 
 
Filmin önemli bir katmanı da sınıfsal bakış. Zengin-şehirli bir çift ile daha sade, kırsal bir çift arasındaki o ince gerilim… Bu karşılaşma Türkiye’nin bugünkü sosyal yapısına dair nasıl bir alegori taşıyor sizce? 
 
Ülkemiz dışında tandığım yabancı ülke İngiltere. Burayla Türkiye arasında bir karşılaştırma yaparsak, İngiltere’de sınıfsal ayrımlar daha kemikleşmiş, değişmesi çok zor. Bu ayrımlar sadece gelir düzeyinde kendini göstermiyor, çok katı kültürel kodlar üzerinden işliyor. Bizde sınıfsal geçişler daha kolay ve çok hızlı. Bir kuşak önce köyden gelmiş yoksul bir aile, zenginleşip kendini “üst sınıf” sayabiliyor. Bu da aslında o üst sınıfa ait olan kültürel kodları içselleştirememelerini, kendilerini yabancı ve güvensiz hissetmelerini getiriyor. Şehirli Filiz’in evlenerek zengin bir aileye katıldığını, aslında yoksul bir kökenden geldiğini öğreniyoruz. Ama büyük ihtimalle Fırat’ın da babası yoksulluktan geliyor, Fırat’ın zenginliği de durmuş oturmuş, kalıplaşmış bir zenginlik değil. Yaşadığı zengin hayatın “şımarıklığını” almış ama hala güvensiz ve elindekileri her an kaybedebileceğinden korkuyor. 

Filminizi izlerken karakterlerin birbirlerini taklit etme, birbirlerinin yerinde olma arzusu dikkat çekiyor. Sizce insanlar hâlâ “başka biri olma” isteğinden kurtulabiliyor mu? 

İnsanın kendini gerçekleştirmesi, gerçekten kendisi olabilmesi çok zor. Başkası olabilmesi de imkansız. Bir bedene doğuyoruz ve bununla, bedenimizin ve aklımızın kapasitesi içinde yaşamak zorundayız. Kitaplar, filmler, müzik, oyunlar vb başkalarını anlamamıza yardımcı olabilir ama sonuçta kendimizle idare etmekten başka çaremiz yok. Taklit de etsek, oyun sınırlarını da aşsak, sonuçta dönp geleceğimiz yer kendi bedenimiz, kendi aklımız, kendi hayat tecrübemiz. 

“Evcilik” aynı zamanda arzunun ve mahremiyetin sınırlarını da sorguluyor. Bu kadar yoğun duygusal ve fiziksel gerilimleri kurarken, oyuncularla nasıl bir yaratım süreci yaşadınız? 

Kimi filmlerde çok uzun prova-hazırlık süreci şansı yakalayabiliyorum. Bu filmde oyuncu kadrosunun yoğunluğu yüzünden çok uzun prova yapamadık. İstanbul’da bir kaç okuma provası oldu. Çekimden 5 gün önce, teknik ekip gelmeden, oyuncularla mekana yerleştik ve 4-5 gün hareketli prova yaptık. Ben aslında ekipteki herkesle birlikte oyuncuları da oldukça özgür bırakıyorum. Onların karaktere ve filme katacakları özgün fikirleri merak ediyorum. Elbette kafamda bir tasarım var ama onların getirdikleri fikirlere de açık olmaya çalışıyorum. Örneğin Öykü Karayel’in canlandırdığı Filiz’i, senaryoda daha canlı, geveze, komik bir tip gibi hayal etmiştim. Ama Öykü karakterin kendini baskılamış, beklentilerini hep ertelemiş hali için, çok sakin, donuk bir yorum önerdi. Bu da bana güzel geldi ve severek kabul ettim.
 
Nejat İşler’in performansı çok konuşuldu. Özkan karakterini yazarken ve çekerken nasıl bir yönelim izlediniz? Oyuncu ile birlikte karakterin sınırlarını nasıl belirlediniz? 
 
Bu senaryo eski bir senaryo. Yıllar içinde başka yapım girişimlerinde, cast için bir çok alternatif düşünülmüştü. İlk yazdığımda köylü çift, şehirlilerden daha gençti. Ama Nejat projeyi hem yapımcı hem oyuncu olarak üstlenince, rolü ona göre hayal ettim ve yeniden yazdım. Mesela karısının Nejat’dan çok daha genç olması fikri, Nejat dahil olduktan sonra çıktı. Nejat karaktere bana da sürpriz olan bir karanlık, bir tehlike hissi getirdi. Karakter on yıl önce ilk yazdığım haline göre çok daha boyutlu, trajik bir hale geldi. Özkan bir yandan çok saf görünüyor, neşeli olmaya çalışıyor ama geçmişi karanlık. Alkolle, şiddetle boğuşmuş. Kırılgan, aciz bir tarafı da var. 
 
Filminizi izleyenler “Evcilik”in 9 ya da Nar gibi önceki işlerinizle ruh akrabalığı taşıdığını söylüyor. Siz kendi filmografiniz içinde “Evcilik”i nereye koyuyorsunuz? 
 
9, Ara ve Nar dar mekanlarda, kısıtlı karakterler aracılığı ile, dış dünyaya, panoramik bir manzaraya bakma denemeleri. Evcilik bu açıdan onlarla aynı yerde duruyor. Sınırlı bir alanda, dört kişinin arasındaki ufacık bir çatışmadan, daha geniş daha derin meselelere bakmaya çalıştım. Ama sinemasal olarak onlardan daha farklı bir dili var filmin, tek mekanla sınırlı değil, kamera daha hareketli, vb. 

Sinemanızda hep “insan davranışının karanlık tarafına, görmezden gelinen duygulara eğiliyorsunuz. Bu eğilim yıllar içinde sizde nasıl evrildi? Artık neye bakmak istemiyorsunuz, neye bakmadan duramıyorsunuz? 
 
Senaryolarımı o sırada beni en çok ne rahatsız ediyorsa, kafamı en çok ne kurcalıyorsa onu işlemek üzere yazıyorum. Aslında yukarıdaki soruyla bağlantılı olarak, Evcilik’in eski filmlerimle, mesela Nar’la bağı olması normal. Çünkü senaryo Nar’ın hemen sonrasında yazdığım bir senaryo. Benzer dertlerle meşgulmüşüm. Yaklaşık 6 senedir yurt dışında yaşıyorum. Şimdilerde kafamı farklı dertler kurcalıyor. Hayatta edindiği her şeyi kaybetmek, o büyük kayıp hissi, yabancılık, dünyanın geldiği halden duyduğum dehşet, vs. Bir yandan da Kafka’nın meşhur köpeği gibi “Hayatım nasıl da değişti ama aslında temelde nasıl da aynı kaldı.” Aslında dönüp dolaşıp aynı dertleri, farklı açılardan işliyoruz. 

Dijital platformlar ve hızlı üretim döneminde, sizin gibi derinlikli anlatılar kuran sinemacılar için koşullar nasıl sizce? “Evcilik” gibi filmler hâlâ seyirciyle buluşacak alan bulabiliyor mu? 
 
Evcilik Netflix’de gösterime çıktığı hafta en çok izlenenler sıralamasında birinci oldu. Sinemalarda da iş yapabilirdi ama ilk haftasında bir takım P&R felaketlerinden dolayı gösterimden kalktı. Bu yıl sinemada 40. Yılıma giriyorum. Sinemayı ticari sinema dünyası içinde öğrendim. Filmlerim diğer bir çok “arthouse” filmin tersine, seyirciyi umursayan, seyirciyle bir sohbete girmek isteyen filmler. Sonuçta hikaye sineması yapıyorum, seyirciye bir şey anlatmaya çalışıyorum. Düzgün pazarlansa iş yapacak filmler bunlar. Mesela, büyük bir dağıtım firmasının yöneticisi, sinemada sadece 75 bin yapan Sofra Sırları’nı seyrettiğinde çok sevmiş ve yanında çalışan arkadaşıma “Bu film keşke bize gelseydi, bir milyon gişe yapardık bunla” demiş. Yani filmin niteliği elbette önemli ama gişe rakamlarının asıl ölçütü işin başındaki insanlar, onların bakışı ve filmlere açtıkları ticari alan. Bu yaşadığım 40 yıl içinde Türkiye’de sinema çok değişti, dünya çapında yönetmenlerimiz yazarlarımız, görüntü yönetmenlerimiz, teknik insanlarımız var. Ama dağıtım, tanıtım kafası hala çok eski. O alanda gerçek bir değişim olduğunda sinemamız gerçekten ayağa kalkacak. 
 
Son olarak, “Evcilik”in seyircide nasıl bir yankı uyandırmasını isterdiniz? İzleyen biri filmden hangi duyguyla çıksın isterdiniz? 
 
Film gösterime girdiğinden beri tanıdığım, ya da tanımadığım bir çok insan sosyal medyada mesaj attı. Bir seyirci şöyle yazmış: “İnsana bir ayna tutup kendisine bakmasını sağlayan,sorgulatan bir film”. Bir başka seyircinin mesajı da şöyle: “Kalbime çöken ağırlık, dudağımda kırık gülümsemeyle oturuyorum, öylece kaldım.” Bunlar çok hoşuma giden tepkiler. “Bomboş bir film, zaman kaybı, hiçbir şey olmuyor” diyen de var elbette. Ama ben öyle insanlardan çoktan vazgeçtim zaten, hiçbir filmimi onlar için yapmadım. Beğendikleri ve para kazandırdıkları filmler ve dizilerle beraber tarihin çöpü hepsi. 
 
Kapanış Notu: Ümit Ünal, Evcilik ile bir kez daha sinemanın aynasını insan ilişkilerine, sınıflara ve arzulara tutuyor. Film, hem bir psikolojik oyun hem de çağdaş Türkiye’nin katmanlı bir portresi. Gerçek ile kurgu, samimiyet ile rol yapma arasındaki sınırlar bulanıklaşırken, Ünal seyirciyi kendine şu soruyu sormaya davet ediyor: “Biz aslında kimin hayatını oynuyoruz?” 

 17 Aralık 2025