Reklam çekmek bana teknik manada çok şey öğretti, başka türlü Türk sinemasının mütevazi koşullarında hiçbir zaman deneyemeyeceğim bir sürü tekniği, aleti, rahat yapım koşullarını deneme şansım oldu. 9’un ilk düşünceleri 1997-1998 yıllarında RPM’de çalışırken ortaya çıktı. 9, Türkiye’de video çekilip 35 mm filme aktarılan ilk filmdi. Bu tekniğin dünyada pek çok denemesi vardı ama burada yoktu. Herkes çekiniyordu yapmaya. Reklam çekerken Mini DV ile çektiğim, 35mm’e aktarılıp sinemada yayınlanan reklamlarım olmuştu. Sonucun ne kadar güzel olduğunu görünce 9’u yapma cesareti buldum. Bugün video çekip filme aktarmak neredeyse standart işlem oldu, hemen hemen herkes böyle yapıyor. O zaman içinse oldukça cesur, deneysel bir adımdı.
RPM’de çalıştığım süreçte, 9’un, yanı sıra Anlat İstanbul’un ilk halini yazmış, Aşkın Alfabesi’ni bastırmış ve Kuyruk’u yazmaya başlamıştım. Oldukça verimli bir dönemdi benim için. Reklamı ihmal ederek bunları yaptığımı düşünmemeniz için, reklamda da bir sürü ödüllü işler yaptığımı ve mutlu bir reklamcı olduğumu ekleyeyim.
1999 yılında, sadece yönetmenlik yapmak üzere RPM’den ayrıldım. On, on beş filmlik bir “show-reel”im olmuştu. Reklamlar çekiyordum bir yandan da yapımcı Zeynep Özbatur’la o sonradan Anlat İstanbul olarak çekilen İstanbul Masalları projesi üzerine çalışmaya başladık.
Bir yıl kadar projeyi geliştirmeye, yabancı ortak bulmaya çalıştık. Oyuncularla görüşüyor, Eurimages başvurusu için hazırlık yapıyorduk. 2000 yılında Türkiye’nin bitmek bilmez krizlerinden biri daha çıktı. Türk lirası yine yüzde yüz devalüasyona uğradı. (O sırada Anna ile İngiltere’ye taşınma planlarımız vardı. Anna’nın babası, 1 İngiliz sterlininin dokuz yüz bin lira olduğunu görünce çok şaşırmış, şakalar yapmıştı. O şakanın üzerinden bir hafta geçmeden Sterlin iki milyon lirayı aştı.) Film maliyetleri bir günde büyüdüğü için filmin yapılması imkansız hale geldi. Bir milyon doları aşan bütçesiyle İstanbul Masalları proje aşamasında yarım kalınca büyük öfkeye kapıldım. Parasız film yapacağım demeye başladım.
9’u, Anlat İstanbul’dan sonrası için, ikinci film olarak düşünüyordum aslında ama bir anda öne geçti. Onun da hikayesini daha önce anlattığım gibi RPM/Radar’da çalıştığım sırada düşünmeye başlamıştım.
İlk Filmim: 9
Bay Paul, İstanbul Tiyatro Festivali için bir reklam çekmişti. Oyuncular karanlıktan ışığa yavaşça girerek farklı duyguları ifade eden yüzler yapıyorlar, “maskeler” yaratıyorlardı. Korkunç bir yüz, çok güzel gülümseyen bir yüz, ağlayan bir yüz ya da ürkütücü bir yüz gibi... Bu görüntülerden çarpıcı bir kurgu yaparak reklamı oluşturduk. Her oyuncuyu uzun uzun çekmiştik, festivalin açılış salonundaki ekranlardan gösterilmek üzere, arta kalan görüntülerden uzun, yarım saatlik bir kurgu yaptık. O kurguyu yaptığımız sırada yakın plan yüzün çok sinemasal bir malzeme olduğunu bir kere daha hissettim. Dreyer ya da Bergman'ın yıllar önce gösterdiği gibi, perdede beliren yakın plan yüz seyirciyi hipnotize edebiliyor. Bu yüzler aynı zamanda hikaye anlatıyor olsa, nasıl bir hikaye olurdu diye düşündüm. En sürükleyici hikaye motiflerinden biri cinayettir. Bir cinayet çevresinde oluşan bir sorgu olsa diye hayal ettim. Tiyatro festivali reklamını bir günde çekmiştik. Altı karakter olsa, altısına da birer çekim günü versem ve aynı ışık altında, altı insanın sorgu görüntülerini sanki polis tarafından videoya çekilmiş gibi kurgulasak nasıl olur diye hayal ettim. 9, aslında tamamen böyle bir basit yapım fikrinden yola çıktı.
Sinemada maliyet getiren şeylerin başında mekan değişikliği gelir, küçük bütçeli film yapmak isteyen yönetmenler genelde tek mekanda geçen filmlere yönelirler. Ancak tek mekan her zaman düşük bütçenin garantisi olmayabilir. Tek mekanda geçen bir film de karmaşık mizansen ve kamera hareketleri, özel ışıklar, efektler vb içeriyorsa oldukça pahalıya gelebilir. Benim derdim küçük bütçeli bir film yapmak ama film kalitesi konusunda hiç bir şeyden fedakarlık etmemekti. Bu nedenle, tek mekan içinde kadrajı da teke indirdim. Filmi tek mekan, tek kadraj ve tek sorgu ışığı altında bir film olarak tasarladım.
Çok satan Türk gazetelerinin cinayet, kavga, soygun, yangın vs içeren üçüncü sayfa haberleri bir çok filme ilham vermiş, hatta örneğin Zeki Demirkubuz’un bir filmine isim bile olmuştur. 9’un da ilk fikri bir üçüncü sayfa haberiydi. Bir mahallede üç genç bir araya gelerek, sözde satanist bir ayin sırasında bir genç kızı öldürmüşlerdi. Gençlerin hepsi çok geleneksel ailelerden geliyordu. Birinin babası kasaptı, sözde satanist ayin sırasında öldürdüğü kediyi nasıl keseceğini babasının dükkanında öğrenmişti. Bu haber beni çok sarsmıştı. İstanbul’un ve Türkiye’nin diğer büyük şehirlerinin çevresinde büyüyen “varoş”lar, eskinin gecekondunun yeni zamanların konserve beton blok mahalleleri bana çok acıklı ve ürkütücü görünüyordu. Hiç bir şey olmuyormuş gibi görünen o gri, sarı tozlu sokaklarda birden inanılmaz bir şiddet başgösterebiliyordu. O yıllarda hemen hemen her kanalda bir “mahalle dizisi” vardı. Ertem Eğilmez’in 1970’lerde, Frank Capra filmlerine özenerek çektiği “sıcak insani ilişkiler”e dayalı bakkal amca, tonton manav. Laz kapıcı, iyi yürekli teyze, babacan polis, içli lokantacı vb karakterleriyle dolu bu diziler, İstanbul varoşlarında sürekli yeniden üretilen hayatın karşısında ancak zavallı birer nostalji örneği olabiliyorlardı. Bu “cici mahalle” fikrine karşı bir şey söylemek istiyordum.
9 için ilham veren, Cihangir sokaklarının iki simasından da bahsetmem gerek. Bir tanesi evsiz bir genç kadındı. Yüzü güneşten ve soğuktan koyulaşmıştı. Saçları kıtık kıtık olurdu hep. Kat kat giyinir, serseri çocuklar, çöp toplayan adamlar, kendisi gibi sokakta yatıp kalkan diğer insanlarla takılırdı. Türktü herhalde ama yanından geçerken duyduğum sözlerini anlayamazdım, sanki başka bir dilden konuşurdu, sık sık elinde bir bira ya da şarap şişesiyle görülürdü. Soğuk bir kış günü onu Alman Hastanesi’nin yanından giren dar sokakta bir battaniyeye sarınmış oturuken görmüştüm. Ben geçerken hava almak ister gibi battaniyeyi araladı. Battaniyenin altında çırılçıplaktı. Sarı kara bedeni yer yer morluklarla kaplıydı. Bir görüşümde de hamileydi, kocaman bir karnı vardı. Sokaklarda birkaç yıl yaşadıktan sonra ortadan kayboldu.
Bir de “Amerikalı” vardı. Anna ile oturduğumuz ilk eve taşınırken hamal arayınca, caminin orda Amerikalı var, o taşır demişlerdi. Amerikalı beyaz gür sakallı, iri yarı, cin gibi bakışlı bir adamdı. 50 yaşlarındaydı ama çok dinç ve güçlüydü. Birkaç arkadaşıyla birlikte evi taşımışlardı. Amerikalı lakabını sadece bir lakap olarak düşünmüştüm, aslı varmış: Anna ile İngilizce konuşuyorduk, işini bitiren Amerikalı bana döndü ve Amerikan aksanlı, çok akıcı bir İngilizceyle bir şeyler söyledi. Hiç beklemiyordum, şaşkınlıkla kim olduğunu nasıl bu kadar iyi İngilizce bildiğini sordum. Amerika’ya gidip on üç sene kaldığını, orada çalıştığını, New York, “Frisco”, Los Angeles, “bir ara Utah” gezdiğini anlattı. Sonra valide hastalandı, geldik... sonra dönemedik işte... Kaldık burda... Evler dükkanlar vardı sattık hepsini... Onun hayatını birkaç cümlede anlatırken kullandığı sözler neredeyse aynen 9’daki Amerikalı karakterine hayat verdi. Yaşlanmasına ve ciddi hastalıklar atlatmasına rağmen Amerikalı hala Cihangir’de yaşıyor ve caminin yanından her geçişimde beni İngilizce sözlerle selamlıyor.
Amerikalı, evsiz genç kadın, üçüncü sayfa haberi satanistler, mahalle dizileri.. Hepsi bir araya geldi ve 9’un ilk iskeleti çıktı. Senaryoyu gördüğümüz değil, göremediğimiz şeyler üzerine yazacaktım. Herkesin birbiri hakkında konuştuğu, sürekli dedikodu ve rivayet üretilen bir mahalleyi anlatacaktım. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı, tozlu sokakların altında bir lav tabakası akan bir mahalleyi.
Senaryoyu bildiğim ve alıştığım yöntemlerin tersine, hiçbir plan, tretman kurmadan yazdım. Arada ilerisi için notlar alıyordum ama özet hikaye yoktu. Senaryo sadece diyaloglar üzerine kuruluydu. Diyaloglar geliştikçe silip yeniden yazarak, herşeyi yazı sırasında keşfederek senaryoyu oluşturdum. İlk yazım bir buçuk ay kadar sürdü. Sağlı sollu, aksiyon/diyalog yazımını da terketmiştim. Çok az görsel tanım vardı. Senaryonun çoğu sadece diyalogtan oluşuyordu.
Uzak bir mahallede, evsiz kim olduğu bilinmeyen genç kadın vahşi bir şekilde öldürülmüştür. Irzına geçildiği, başının taşla ezildiği, üstelik ölmeden önce hamile olduğu belirlenmiştir. Mahalleden altı kişi paralel sorguya alınmıştır. Sorgu sırasında birbirlerini suçlar, mahallenin ve kendi karmaşık hayatlarının tarihine dair sırlar ortaya dökerler.
Tek bir çıplak ampulle aydınlanan karanlık bir sorgu odası hayal etmiştim. Bu odaya filmlerdeki gibi bir aynalı pencereden bakacaktık. İçeride konuşan insanlar, deney hayvanları gibi, polis tarafından 2-3 kamera ile kayda alınıyor olacaktı. Bu görüntüler aynalı pencerenin önündeki monitörlerden görünecekti. Bir ana kamera, iki de yardımcı kamera ile çalışmayı öngörmüştüm. Bir de filmin yarısında ne olduğunu anlayacağımız amatör kamera görüntüleri kullanmayı düşünmüştüm. Bunları bir el kamerasıyla tamamen amatör koşullarda çekmeyi planlamıştım.
Aynı okulda sinema okuduğum görüntü yönetmeni arkadaşım Aydın Sarıoğlu ile konuştuk. Görüntü konusunda yaratıcı, farklı fikirler kattı. Ben mekanın tamamen karanlık olmasını, oyuncuların çıplak bir sarı ampul altında oturmasını hayal ediyordum. Aydın daha derin görüş alanı olan, mahzen gibi bir mekan ve fluoresan ışık kullanma fikrini sundu, çok hoşuma gitti. Sinan Çetin’le çalıştığım dönemden tanıştığım, görüntü yönetmeni/yönetmen Haluk Bener’le konuşmaya başladık. Haluk da prodüksiyon anlamında yardım edebileceğini söyledi ve aramıza katıldı. Filmin her şeyini neredeyse maliyetsiz bulduk. Kamera ücretsiz geldi. Oyuncular ücretsiz oynadı. Reklam prodüksiyonu ile uğraşan PTT Film çok yardımcı oldu. Depo olarak kullandıkları mekanı verdiler. Sadece öğlen yemekleri ve minimum biçimde yol parası vs harcayarak, tamamen amatör bir heyecanla işe giriştik. 2001 yazında, Asmalımescit'te ve İstanbul’un eski mahallelerinde on iki günde çektik.
Ali Poyrazoğlu’nu Arkadaşım Şeytan’dan beri severdim, Amerikalı rolünün ona yakışacağını düşünmüştüm. Ali Poyrazoğlu, ilk buluşmamızda senaryoyu eline aldı, Bu ne? Hım, Dokuz... Tamam oynuyorum dedi ve bir kenara koydu, kapağını bile açmadan. Ama senaryoyu okuyunca Firuz karakterini oynamak istediğini söyledi. Senaryodaki Firuz yirmili yaşlarda arkadaş grubundan, Kaya ile Tunç ayarında bir çocuktu, mahallenin zenginlerinden birinin oğluydu. Önce bu istek çok tuhaf geldi, yine de düşünmek için izin istedim. Sonra Firuz’un diğer iki mahalle delikanlısından daha yaşlı olması fikri hoşuma gitti ve senaryoyu buna göre değiştirdim, yeniden yazdım. Böylece aslında Firuz karakteri daha dokunaklı biri oldu. Yaşadığı aşk da daha yakıcı, insanın içini acıtan bir hal aldı. Türk filmlerinde eşcinsel karakterler çoğunlukla “macho” yönetmenlerin elinde dışarıdan bir bakış açısıyla, çoğunlukla karikatürize tipler olarak hayat bulabilir. Firuz, sinemamızda bir derinliği olan ve kendini cesaretle ifade edebilen ender eşcinsel karakterlerdendir. Daha önce Türk Sineması’nda Firuz'un filmin sonunda yaptığı gibi açık ve samimi bir eşcinsel ilan-ı aşk gördüğümü hatırlamıyorum.
Cezmi Baskın’ın da oynayacağı karakterle ilgili getirdiği önerileri kabul ettim. Cezmi Baskın, filmde Kitapçı Salim’i oynar. Bazı oyuncularda hep, bir tür kendine yontma alışkanlığı vardır. Cezmi de bu adamın mahalle ile ilişkisi hiç yok. İçine kapalı tamam, ama daha yakın ilişkisi olsa... Zamanında Saliha ile bir ilişkisi olmuş bile olabilir dedi. Saliha filmin en tutucu karakteri, yaşlı, başörtülü, kaskatı bir kadındı. İlk başta bu fikir de çok saçma geldi. Ama hep olduğu gibi, ertesi sabah uyandığımda fikri sevdim. Hatta Saliha'nın tek oğlu Kaya’nın babasının da Salim olmasına karar verdim ve birden filmin hikayesinin temel izleklerinden biri haline geldi bu değişiklik.
9’un temel metaforu gündelik faşizmdir. Birbirimizi nasıl mahvediyoruz, otorite ile karşı karşıya kalınca nasıl birbirimizi satıyoruz, nasıl iktidarın dilini konuşuyoruz…Faşizmin 20. yüzyıldaki en büyük kurbanları Yahudiler, neredeyse tüm dünyanın bilincine kazılı bir simgeye dönüştüler. Kirpi’nin büyük olasılıkla Rusya ya da Ukrayna'dan gelmiş bir Yahudi olmasını, tüm halkayı tamamlayacak, filmin alegorisini bütünleyecek bir unsur olarak düşündüm. Yahudi müzikleri, özellikle Yiddish şarkıları her zaman hoşuma giderdi. Öyle bir çocuk şarkısı kullanmak istiyordum. Saposhkelekh şarkısını Zeynep Özbatur’un şirketinde İstanbul Masalları’na çalıştığımız sırada tanıştığım Alman yapımcı Judit Ruster önerdi. Onun da annesinin dinlediği meşhur bir anonim şarkıymış. Şarkıyı filmde asistanlık ve oyunculuk da yapan Sezgin Devran sadece vokal olarak çok güzel seslendirdi.
9’da bir puzzle yapısı kurmak istedim. Hani düz bakınca bir şeye, çevirip tersten bakınca başka bir şeye benzeyen çizimler vardır. Bakış açınıza göre yaşlı bir kadın ya da genç bir kız olur. Tıpkı 9 rakamının 6 olabilmesi gibi. Nereden, hangi taraftan bakılırsa onun anlaşılabileceği bir yapı. Elinizde çevirebileceğiniz üç boyutlu bir biblo hayal edin, her çevirişte başka bir şeye benzesin. 9’da bunu hedefledim. Filmde hemen hemen her soru cevaplanır, biri dışında: Katil kim? Katil baktığınız açıya göre değişebilir. Katilin kim olduğu, filmin yazarı olarak, benim bakış açımdan çok belirgin. Ama başka bir açıdan bakan bir seyirci, filmdeki karakterlerden herhangi birini katil sanabilir. Bütün uçları açık bıraktım.
Bu bakış açısı meselesini korumak için, filmin adının rakamla 9 olması konusunda ısrarcıydım. Ama birkaç yerde (Imdb dahil) Dokuz diye yazımlara rastlıyorum. Bu tip şeyler bir noktada elden kaçıyor maalesef. Filmin adı rakamla 9’dur, Dokuz değil.
9, Türk toplumunun benim durduğum yerden bir panoramik görüntüsünü çekme ve bunu polisiye bir örgü içinde aktarma deneyidir. Filmdeki her karakter bir kesimin temsilcisidir. Yenik asiler, kayıp gençler, Türkiye'de kadın varoluşunun en uç iki noktasında duran iki kadın, iktidara en yakın gibi görünen ama en uzakta duran bir yalnız adam... Hepsinin günlük hayatta bir çok benzeri bulunabilir.
Teyzem’den sonra profesyonel senarist havasına girmiştim, kafamı Yeşilçam’a kiralamaya başlamıştım. Belli formüllere göre, ticari, ticari olmasa bile sonuçta insanları etkilemeye çalışan, insanların zaaflarından yararlanmaya çalışan işler yazıyordum. Bence 9’un farkı, kendimi her aşamasında tamamen serbest bıraktığım bir film olmasıdır. Yazarken, çekerken, kurgularken seyirciyi, eleştirmenleri, festivalleri hiç düşünmedim diyebilirim. Kendimi önceden bir formülle, bir sloganla kısıtlamadım. Sonunda ne çıkacağını bilmiyordum. Açıkçası tek odada geçen, sadece sözlere dayalı bu metinden bir film çıkıp çıkmayacağını bile bilmiyordum.
Bazı eleştirmenler filmlerimin, özellikle 9’un “deneysel” olduğuna dair yorumlar yapıyorlar. Ben bu kelimeden nefret ederim. Çünkü çoğu zaman bir şey denemiyorum, ne yaptığımı gayet iyi biliyorum. Ancak, 9’un hem yapım hem de hikaye manasında deneysel olduğunu kabul etmem gerek sanırım.
9 için oyunculara teklif götürdüğümde: Böyle bir proje var, kendim yapımcı olacağım, sizin de filmde yer almanızı istiyorum ama sonuçta ne çıkacak bilmiyorum, var mısınız? diyordum. Çünkü her şeyi yaptıkça öğreniyor, projeyi adım adım yaratıyordum. Örneğin filmi çekmeye başladığımızda nerede kurgulayacağımızı bile bilmiyorduk. Resmi bir çekim iznimiz, yapımcı belgemiz, kontrat sözleşme gibi bürokratik formalitelerimiz yoktu. Evet senaryo okurken sürükleyiciydi ama seyirci doksan dakika boyunca filmi seyredebilecek miydi? Tahmin edemiyordum. 9 ilk film olmanın ötesinde çok büyük bir yönetmenlik sınavıydı benim için. Bittiğinde o sınavı geçtiğim için çok mutlu oldum. Bir odanın içinde altı kişi konuşuyor, dışarıya amatör kamera görüntüleriyle çok ender çıkıyoruz. Bütün filmde taş çatlasa, on dakika ya da daha bile azdır o “dış” bölümler. Ama izleyici hikayeye kapılıp seyrediyor filmi.
Filmi bitirdiğimizde İngiltere’de yaşıyordum. 2000 yılının Mart ayında ikinci kızımız Mina doğmuştu. Kısa bir süre sonra Anna ve çocuklar İngiltere’ye gitmişlerdi, oraya yerleşmeye karar vermiştik. Anna orada ev arıyordu. 2001 yılının Ağustos ayında, Anna’nın ailesinin de yaşadığı Hitchin kasabasında ev alarak, İngiltere’ye taşındık. Ben reklam çekimleri için İstanbul’a gelip gidiyordum, çoğunlukla oradaydım. 9’un kurgusunu bitirdikten sonra İngiltere’ye döndüm. O dönem televizyon kanalları sinema filmlerini yüksek ücretlerle satın alıyorlardı. 9’u da tüm baskı-aktarım masraflarını çıkaracak bir ücrete satabileğimizi tahmin ediyordum. Ancak, hiç kimsenin tahmin edemeyeceği bir felaket gerçekleşti: 11 Eylül. Bildiğimiz dünya tepetaklak olmuş, ülkenin sınırlarında savaş ihtimali bile belirmişti. Reklam işleri, televizyon işleri, her şey belirsiz bir süre için durdu. Filmi satmak için başvurduğumuz tüm kanallar, hiçbir şey satın alamadıklarını söylediler, her kapıdan döndük. Zaten bankada birikmiş paramın büyük kısmını evin peşin mortgage ücretine ve onarımına harcadığım için parasızlıktan bir anda İngiltere’de kalıverdim. 9 aylarca elimizde video haliyle bekledi. 35mm filme aktaramadığımız için aylarca sadece arkadaşlarımla ev gösterimlerinde paylaştığım bir film oldu. Gören herkes filmi beğeniyordu ama elimizdeki video kasetler haricinde henüz film bitmemiş haldeydi. Derken çekimler boyunca bize zaten yardım etmiş olan PTT Film’den yapımcı arkadaşlar Tünay ve Şebnem, laboratuar işlemlerini karşılayarak, filme ortak olmayı önerdiler. 9, bu sayede filme basılabildi, ardından İstanbul’da yarışmaya girdi, En İyi Film ödülü aldı ve sonrasında Yabancı Film Oscarı için Türkiye'nin adayı seçildi, o yılın en iyiler listesinde hep başlardaydı.