Wednesday 4 August 2021

"Hikayeler hayatta tek varlığım." - Pegasus Röportajı - Müjde Işıl





















Kendi senaryolarını filme çeken yönetmen olmak hem zor hem de ayrıcalıklı bir özellik. Siz bunun üzerine kitap yazarlığını da ekliyorsunuz. Yazmak hayatınızda nasıl bir yer tutuyor? Nelerden besleniyorsunuz?


Açıkçası yazmak benim sonradan başıma geldi. Edebiyatı bütün sanatların anası olarak gördüm ama çocukluk hayallerim içinde yazar olmak yoktu. Hayalim ressam olmaktı. Sinema okurken, aslında sinemanın benim için asıl alan olduğunu, sinemada hikayeler anlatmak için doğduğumu anladım. Okul boyunca da yönetmen olma hayalleri kurdum. Ama Yeşilçam'ın 80'lerdeki ortamında benim gibi 20'li yaşların başında, zihni bin bir türlü hayalle dolu aklı bir karış havada bir çocuğun, klasik usta-çırak ilişkisi düzeninde bir zanaat işleyişinden geçip yönetmen olması imkansızdı. Sinemaya girebilmek için tek çarem yazmaktı. Okuldayken Teyzem'in ilk versiyonunu yazmıştım. Onun çekilmesi için çok uğraştım. Büyük şans eseri karşıma Ertem Eğilmez, Müjde Ar, Leyla Özalp gibi projenin potansiyelini gören, çok destek olan insanlar çıktı. Teyzem çekilip başarılı olunca kendimi peşpeşe senaryolar yazarken buldum. Arada sinemanın krize girdiği yıllarda, on bir yıl reklam yazarlığı yaparak geçti. Yazmak bir dönem tek geçim kaynağım, mesleğim oldu. Ama ilk senaryomdan 35 sene sonra bile yazmak benim için çok acı verici bir süreç. Sinemanın en zorlandığım, en çok acı çektiğim kısmı senaryo yazma aşaması. Romanlarımı, hikayelerimi hep başka çare kalmadığı için, o hikayeleri film olarak çekemeyeceğim için yazdım. Bir yandan da hikayeler, hayatta tek varlığım. Hayatımı onlar sayesinde kazandım. Ne olduysam onlar sayesinde oldu. Neredeyse kutsal bir mana atfediyorum yazmaya.


Amerikan Güzeli, Aşkın Alfabesi, Kuyruk, Işık Gölge Oyunları ve Bana Göre Kıyamet adlı beş kitaptan sonra ilk kez bir çocuk kitabına imza attınız. Bu süreç nasıl gelişti, çocuk kitabı yazmak uzun zamandır aklınızda var mıydı? 


Şimdi biri 26 diğeri 21 yaşında olan iki kızım var. Okumayı bilmedikleri günlerde, onlara çok çocuk kitabı okudum. Bazı kitaplardan cümleler ve resimler hala aklımda. Birgün ben de küçük çocuklar için bir şeyler yapmayı hep istedim. Ama her şeyin bir zamanı var demek ki, ancak sıra geldi. 


“Ada ile Böcü” bir vapur yolculuğunda geçiyor. Kitabın girişinde İstanbul’da en sevdiğiniz yerlerin vapurlar olduğu yazılı. Küçük Ada'da sizi yansıtan neler var?      


Ada gibi ben de yalnızlığı hiç sevmiyorum. Yalnız kalınca her şeyden nefret etmeye başlıyorum. Ama herhalde en çok benzeyen yanımız hayal gücümüzün genişliği. Bu yolculuğu, vapurun renkli yolcularını onun yaşında ben de hayal edebilirdim. Ama Ada benden çok daha cesur bir küçük kız. En azından gördüğü bir haksızlığa karşı durabiliyor, hatta haksızlığı düzeltebiliyor. Ben onun yaşındayken çok utangaç, içine kapanık bir çocuktum. Ada'nın yerinde olsam büyük olasılıkla hiç sesimi çıkaramaz, Böcü'yü kurtaramazdım. Belki sonradan eve gittiğimde, oturup resmini çizer ve acıklı bir hikayesini yazardım. Ada'da özendiğim, küçükken olmak istediğim bir çocuğu yazdım diyelim.


Vapur yolculuğunda türlü türlü hayvanların olduğunu okuyoruz. Hepsi de çiftler halinde. Nuh'un Gemisi vurgusundan söz etmek mümkün mü? 


Elbette, Nuh'un Gemisi hikayesi ya da efsanesi, bir çok başka hikayeye, resme, filme, çocuk kitaplarına, karikatürlere, oyuncaklara esin kaynağı olmuş. Her hayvandan bir çift ve bir gemi deyince Nuh'un gemisinin akla gelmemesi imkansız. Bu bilerek seçtiğim esprili bir göndermeydi. Çocukken bu dini hikayeleri çok okudum. Aklımda iyi yer etmiş olmalı. Ama sakın yanlış anlaşılmasın, bu dini göndermeleri olan bir mesel değil. Kitapta bir Nuh yok, başka "günahkar" insanlar yok, yağmur-tufan değil meteorolojinin tahmin ettiği kar var. Kitabın derdi başka. 


Kitaptaki çizimler de size ait. Sanat evreninizde resim önemli bir yer tutuyor. Resim yapmak yazıyı tamamlıyor mu, farklı bir ifade tarzı mı sizin için?        


Benim için görsel dünya her zaman dilsel dünyadan, yazıdan önce var oldu. Senaryo yazarlığından geldiğim için, filmlerimin çoğunda diyaloglar önde olduğu için, bana yazarlık tarafı ağır basan bir sinemacı gözüyle bakılır hep. Oysa bu daha çok filmlerin bütçeleriyle ilgili bir durum. Görsel işçilikle uğraşacak bütçeniz yoksa ister istemez metin öne geçiyor. İşin temeli şu: Bir yazar kelimeler ve cümlelerle düşünür, günlük hayatta gözlemlerini dil ile yapar, aklına not eder. Ben sürekli görsel notlar alıyorum: Şu ışık, şu gölge, şu açı, mekanın bu köşesi vb. Sonradan bunları bir şekilde yazı diline tercüme ediyorum. Senaryolar da böyle gelişiyor, romanlar da. Aslında Ada ile Böcü ilk adımda resimlerle başladı, yazısını resimlere göre sonradan yazdım. Hatta tamamen resimlerden oluşan, hikayesini sadece resimlerle anlatan bir kitap yapmayı hayal etmiştim. Ama çizerliğim sınırlı. Resim eğitimi almadım. Kendi kendime eğlenir gibi çizdim hep, çizdikçe de keşfettim ve öğrendim. Bu yüzden yazının yardıma koşması şarttı. 


Çocukların genelde öcülerden korkutularak büyütülmesine karşın bu kitapta öcü ile barışık bir çocuk görüyoruz. Hikayeyi bu temel üzerine kurmanızın amacı neydi?


Öcüden korkan çocuk büyüklerin dünyasından, kurallarından çıkamaz. Öcülerden korkanlar, hayatta hiçbir şeyi değiştiremez. Tarih boyu insanlığı ancak kendisine öğretilen öcüleri, yabancıları, karanlıkta kalanları merak eden, anlamaya çalışan "yaramaz" çocuklar ileriye götürmüş... Elbette hayatta gerçek tehlikeler de var, çocuklara tedbiri de bir şekilde anlatabilmek gerek. Ama bence her çocuk kuralların esneyebileceğini, bozulabileceğini, her "öcü"nün dendiği kadar korkunç olmadığını anlayarak, bir özgürlük duygusuyla büyümeli. Hayal kurduğumu biliyorum, böyle çocuklar, böyle büyükler çok az çıkıyor, o yüzden de insanlık çok yavaş ilerliyor. 

   

Çocuk kitabı yazmanın, yetişkinlere yönelik kitap yazmaktan farkını nasıl tanımlarsınız? Neleri önceliklendirmek gerekiyor ve siz nasıl bir yöntem izlediniz?


Çocuklar için yazmak ayrı bir uzmanlık alanı aslında. Hem dilde, kurduğunuz dünyada bir çok unsura dikkat etmeniz gerek; hem de "şimdi çocuklara göre, çocukça bir şey yapayım" demeden, yetişkinlerden daha dikkatli, daha duyarlı ve çok akıllı okurlar için yazmanız-çizmeniz gerek. Her işimde olduğu gibi arkadaşlarıma danıştım, yazar ve çizer Behiç Ak'la sohbet ettik mesela. Behiç'in diğer işleri yanında çok başarılı çocuk kitapları var. Hikayede benim dikkat etmediğim ayrıntılara dikkatimi çekti, ondan çok şey öğrendim. Bir de editörüm Bahar Ulukan'ı dikkatle dinledim. "Bu cümle çocuklar için fazla uzun" dediyse, kendi yazdığımda inat etmedim. 


Çocuk kitabı yazmaya devam edecek misiniz?


Edeceğim umarım. Belki Ada ile Öcü'nün yeni maceraları olur. Belki yepyeni bir desen ve yazı fikri gelişir. Şimdi bilemiyorum. Maalesef hiç planlı programlı yaşayan biri olamadım. 


Yerli ve yabancı festivallerden büyük ödüllerle dönen Aşk, Büyü vs.'den sonra yeni projeler var mı gündeminizde?  


Son bir buçuk yıldır Glasgow'da yaşıyorum. Burada geçen bir senaryo yazdım. Şimdilik en büyük hayalim burada onu çekebilmek. Buralı bir yapımcıyla tanıştım, projeyle çok ilgilendi: Çeşitli destek fonlarına başvurduk, üzerine çalışıyoruz. Umarım çok uzun süre beklemeden finans bulunur ve hayata geçebilir. Türkiye için de iki mini dizi projesi geliştirdim ama şu an o cephede bir hareket yok. 


Pandemi başladığından beri bu süreci Glasgow'da geçirdiniz. Sosyal medyada sık sık fotoğraflarını paylaşıyorsunuz ama Glasgow'u bir de sizden dinlesek... Nasıl bir şehir, gezdiğiniz diğer dünya şehirlerinden farkları neler?  


Glasgow İskoçya'nın en büyük şehri. Bir saat mesafedeki Edinburgh başkent ve çok daha turistik, dekor gibi güzel bir şehir. Ama bir çok iş için merkez Glasgow. 19. yüzyıl sonlarında dünya ticaretinin, sanayinin çok önemli bir merkezi olmuş. Nüfusu şimdikinden çok daha kalabalıkmış. O görkemli geçmişin izlerini şimdi de mimaride, şehrin kurulumunda görmek mümkün. Sanayi ve uluslararası ticaret başka yerlere kaydığı için 1950'lerden itibaren yoğun yoksulluk, işsizlik, uyuşturucu ve şiddet sorunları yaşanmış. Bir dönem Britanya'nın suç oranı en yüksek yerlerinden biriymiş. 1990'lardan itibaren şehir bir yenilenme sürecine girmiş. Teknoloji, bilişim ve kültür yatırımları yapılmış. Şimdi o yenilenme sürüyor. Ben şehrin "normal" halini ancak bir buçuk ay görebildim, müzelerin, kitapçıların, tiyatroların, konserlerin tadına tam varamadan pandemi buraya da ulaştı ve "lockdown"-kapanma dönemi başladı. Glasgow'u sadece çoğu zaman bomboş sokaklarda saatlerce yürüyerek tanıdım. Şimdi şimdi bir "normale dönüş" yaşanıyor, her yer açılıyor, sosyal hayat eski haline dönüyor. Şimdilik uzun süreli bir misafir gibiyim, herşeyim İstanbul'da hala, aklım da biraz orada. Glasgow filmimi çekebilirsem, gerçek bir işim olursa, burada hayatım asıl o zaman başlayacak sanırım.