Sunday 15 May 2016

Express- Mayıs sayısından: Gregor'un Kanatları - Yücel Göktürk'le söyleşi.




Senden yeni bir film beklenirken bir sergi çıkageldi. Ressamlığın bilinmiyordu.
Ümit Ünal: Çizmek, boyamak kağıtla hemhal olmak kendimi bildim bileli çok sevdiğim bir şey. Küçükken hep bir şeyler çizer dururdum, ressam olmayı hayal ederdim. Annem oğlunun yeteneğini pratik bir işe yaratmaya çalışan tüm anneler gibi “Tekstil desinatörü” olmamı isterdi. Sonra üniversite sınavında Ege Üniversitesi –sonradan adı 9 Eylül oldu– GSF Sinema Bölümü'nün tanıtımını okuyunca, “Aa, sinema bölümünde okumak diye bir şey varmış” dedim. 1980'lerin başı, o sırada sadece üç sinema okulu vardı memlekette, biri de İzmir'deydi. Sinema okumak aykırı bir fikirdi. Ama sıralamada en yukarıya yazdım ve kazandım. İlk yıldan itibaren de aslında ressam değil sinemacı olduğuma, sinemada kendimi bulduğuma inandım. Sonraki otuz yılda enerjimin çoğu çizmekten çok yazmaya ve film çekmeye gitti. Ama çizmek, hep bir yan uğraş olarak sürdü.


Mahlûkat Bahçesi nasıl doğdu?
Bir buçuk yıl önce her açıdan sıkışık bir ruh hali içindeydim. Param yoktu, işler iyi gitmiyordu. Daha çok evde oturuyordum, geniş vaktim vardı. Bir arkadaşıma doğum günü hediyesi olarak fil kafalı bir adam çizdim. O çok beğenince oturup birkaç mahlûk daha çizdim. Açıkçası, durduk yerde, “out of the blue”, bu mahlûklar çıkmaya başladı. Bir-iki derken bundan bir seri olabileceğini düşündüm ve sosyal medyada paylaşmaya başladım. Önceleri esprili bulduğum tipik sözlerden yola çıkıyordum. Derken zaman geldi, hayat espri kaldıramayacak bir hal aldı. Bombalar patladı, insanlar öldü... Benim mahlûklar da sustu. Günlük tutar gibi, hemen hemen her gün çizdim. Hepsi göstermeye değer olmadı elbette, yarıya yakını çöp oldu. Sonra birgün Instagram'da desenleri bulan Zeki Coşkun aradı ve sergi fikrini açtı. Sonra devreye “Istanbul Concept” ve “Joint Idea” girdiler. Bu sergiye vardık. Bu arada, film bekleyenler varsa gerçekten, ekleyeyim: Bu yaz Sofra Sırları adında bir uzun metraj çekiyorum. Uzun zamandır üstünde çalıştığımız bir proje, nihayet gerçekleşiyor.
Serginin adı da ve işlerin de Borges’i ve Düşsel Varlıklar Kitabı’nı çağrıştırıyor. Nasıl bilirsin Borges’i?
Hayranıyım elbette. Hemen hemen her şeyini okudum. Anlat İstanbul'un ve son kitabım Işık Gölge Oyunları'nın başında Borges'den alıntılar var.
Neydi onlar?
Anlat İstanbul'un başında The Plot / Komplo hikâyesinden “Kader tekrarlara, çeşitlemelere, simetriye düşkündür” cümlesi. Bir manada, Anlat İstanbul'un bir buçuk saatte anlatmaya uğraştığı şeyi tek cümlede söylemiş geçmiş. (gülüyor) Işık Gölge Oyunları bir otobiyografi olduğu için, hatırlamanın hüznüyle ilgili bir kıta çaldım Borges'den. Yağmur, La Lluvia şiirinin ilk kıtası: “Nihayet ferahlıyor akşam aniden/ Dışarda usul usul yağmur yağıyor/Yağıyor mu, yağmış mı? Yağmur daima / Geçmişte yaşanan bir şeydir zaten.” Çevirisini İngilizceden ben yaptım. Türkçede sanırım yok. 
Bir Borges hikâyesini film yapmak istesen hangisini seçerdin?
Çoktandır böyle bir hayalim var: Ölüm ve Pusula hikâyesini İstanbul’da geçen bir polisiye kara film yapma hayali kuruyorum. Biraz Seven filmine benzeyen çok güzel bir polisiye hikâye. Olay Buenos Aires’te geçiyor, ama İstanbul’a da coğrafî, tarihî, atmosferik falan, her açıdan acayip yakışır. Borges denince benim çenem açılır: Düşsel Varlıklar Kitabı’nın özgün adı Manual de Zoologia Fantastica, Fantastik Zooloji Kılavuzu. Kitaba göz attığınızda en çarpıcı olan şu: Bütün uygarlıklar boyunca insanlar yarı hayvan-yarı insan varlıklara kafayı takmış. Minator’dan Sfenks’e, Yunanlılar, Mısırlılar, Sümerler, her eski uygarlıkta benim mahlûkların ataları var. Benimkiler tabii onların bir çeşit parodisi. (gülüyor)

Borges’in Düşsel Varlıklar Kitabı’ndan söz edip Foucault’yu anmamak olmaz. Malûm, Kelimeler ve Şeyler varlığını Borges’in John Wilkins’ın Analitik Dili adlı öyküsüne borçlu.(1) Foucault’yla aran nasıldır?
Foucault konusunda cahil sayılırım. Bir ara, memlekette “panoptikon” kelimesinin geçmediği entelektüel sohbet yok gibiydi, merak edip nedir diye biraz baktım. Foucault üzerine yazılmış birkaç makale okudum. Biraz da Cinselliğin Tarihi’ni okumaya gayret ettim. Ama üzerine uzun uzun konuşamam. “Toplumsal cinsiyet” meseleleriyle ben de çok ilgiliyim. Türkiye'nin en zehirli hastalıklarından birinin “erkeklik” olduğunu düşünüyorum. Çok ciddi, nobran, saldırgan, el koyucu ve sahiplenici, aynı zamanda çok korkak ve paranoyak bir erkek kafası doğuştan itibaren bu ülke erkeklerine zorla monte ediliyor. Öğretilen erkek rolünü kabul eder ve babalar, abiler, amcalar gibi olursanız rahat ediyorsunuz. Olmazsanız, hayatınız cehenneme dönüyor. Bence bu ülkede yaşayan bir sanatçı öncelikle bu “erkeklik” dairesinin dışına çıkmalı, bu zehirli “erkeklik”le hesaplaşmalı. Öğretilen erkeklik –ve cinsellik– kalıplarını sorgulamadan kabul eden ve işlerine yansıtan bir sanatçı daha baştan kaybeder. Bu noktada sergiyi izleyenler neden Mahlûkat Bahçesi'ndeki her mahlûk erkek ve konuşanlar neden hep gayet eril bir dil kullanıyorlar diye sorsun isterim. “Bahçe”nin dertlerinden biri memleketimizin erkek rolleri ve onların dili çünkü.
Mahlûkat Bahçesi'nin esin perileri arasında Borges’ten başka kimler var?
Bosch, Kafka, Goya, Max Ernst, Topor.. hepsinin etkisi var. Mehmet Siyah Kalem ve Karagöz'ün de. Hafızamdaki kimbilir daha kimlerin, nelerin tabii...
Topor’a bir mim koyalım istersen. Türkçede iki kitabı var, “Joko’nun Doğum Günü” ve “Masanın Altında”. Ama Topor dendi mi ilk akla gelen Polanski’nin sinemaya aktardığı “The Tenant” (Kiracı) romanı galiba. Malûm, ayrıca yönetmenliği var.
Topor'u yazarlığından önce çizer olarak tanıdım. 80'lerde İzmir'de Alman Kültür'ün güzel bir kütüphanesi vardı. Almanca bilmiyorum, ama orada oturup sanat kitaplarını, dergileri karıştırmayı severdim. Orada bir Topor albümüyle karşılaşmıştım. Büyülenmiştim çizimlerinden. Yazarlığından sonra haberim oldu. The Tenant tabii mükemmel bir film. Polanski'nin binanın karşı tarafına gidip sonra kendi odasına bakıp kendini gördüğü sahne! Bir yerde yabancı olmak ancak The Tenant kadar güzel anlatılır. Benim de İngiltere'de bir “yabancı” olarak yaşama tecrübem oldu. Bütün referanslarım, okuduklarım oralara ait, dili de iyi biliyorum, her şey tamam, yaşarım burada, diyorsun. Ama çevrendeki insanların gündelik yaşama adetleri, yazısız kuralları, dilin nüfuz edemediğin yerel nüansları, her topluma özgü yabancıyı dışlayan “bünye”, bunların hepsi birden duvar oluyor çevrende. Yabancı bir ülkede turist ya da geçici süreli olarak değil de hayatını orada kurmak için yaşamaya çalışıyorsan, birden “Kiracı” olarak bulabilirsin kendini. Gerçi kendi memleketimde de kendimi hiçbir zaman “yerli” gibi hissedemedim, buralarda da bir çeşit “Kiracı”yım, o ayrı. (gülüyor)

Topor’un “esrarengiz” yönetmen Jodorowsky ile işbirliği, “Panic Movement” hareketi var bir de...
Jodorowsky'yle geç karşılaştım. Kendi filmlerini çok ilginç buluyorum elbette. Ama Dune projesini nasıl tasarladığı, nasıl çekemediği, projenin storyboard aşamasında bile ne etkiler yaptığını anlatan bir belgesel var, (Jodorowsky's Dune) bence bir klasik. O çekseydi David Lynch'den daha güzel bir Dune yapacaktı sanırım.

El Topo’ya ne diyorsun, kült addedilmesini neye bağlıyorsun? John Lennon’ın çok beğenip dağıtımına destek vermesi sayesinde dünya çapında tanındığı söylenir.
Jodorowsky, Topor ve Arrabal'la birlikte kurdukları “Panic Movement”ın ilk performansında sahnede soyunup iki keçiyi kesiyormuş, seyircilere canlı kaplumbağalar fırlatıyormuş. El Topo'da da buna benzer peşpeşe hamleler var. Zengin göndermelerle dolu, şok edici görüntüler galerisi. Herkesin meşrebince bir şey bulabileceği, kendince bir yorum getirebileceği sarsıcı bir rüya gibi. Tabii kendi zamanı içinde değerlendirmek lâzım. Bugünün seyircisi hiçbir şey karşısında şoka uğramayacak hale geldi. Perdede kafalar uçup beyinler dağılırken pop-corn yiyebiliyor. Bugün bilgisayar oyunu dünyasından çıkıp gelmiş genç bir seyirci El Topo'yu sıkıcı bulup burun kıvırabilir. Ama kendi döneminde izleyenlerin bir hayli sarsıldıklarını hayal edebiliyorum. Jodorowsky bence Bunuel’den bir hayli esinlenmiş. Ama daha çok Endülüs Köpeği döneminden. Endülüs Köpeği'nde genç Bunuel ayın önünden bir bulut geçerken, bir kadının gözünü usturayla kesiverir. Bugün bile ilk seyredişte insan irkilir. Bunuel'in sonraki filmlerinde “şok” daha derinde gizli, “görsel bir tokat”tan çok filmin sonunda, filmin bütününden çıkan, çok daha kalıcı bir zihni sarsıntı yaşıyorsun onun filmlerinde. 
Bunuel sinemasının senin gönlündeki yeri ne?
Bunuel benim için ilah mertebesindeki birkaç yönetmenden biri. Büyüyünce onun herhangi bir filmi kadar cesur, olgun ve özgün bir film yapabilirsem çok mutlu olurum.

İstanbul Art News’daki söyleşide “fil en sevdiğim hayvandır” diyorsun. Filin hangi özellikleri seni cezbediyor?
Filin cüssesine, o azametine rağmen sakinliğine, her şeyi yiyebilecekken otobur oluşuna... Söylenti mi, gerçek mi, emin değilim ama, hafızasına, her şeyine bayılıyorum. Şekli çok güzel bir kere, oyuncak gibi sevimli. Yurt dışında yavru bir fili yakından gördüm ve dokundum, inanılmaz bir mahlûk. Canetti'nin çok güzel bir lafı var, diyor ki: “Ne zaman bir hayvana dikkatlice baksanız, içinde bir insan olduğu ve sizinle dalga geçtiği hissine kapılırsınız.” O hisse en çok kapılabileceğin hayvan fil bence. (gülüyor)

Bir sinemacı olarak kafası fil, gövdesi insan bir mahlûk resmi yapman ister istemez David Lynch’in kült filmini çağrıştırıyor. Fil Adam seni etkileyen filmler arasında mıdır?
Fil Adam tabii ki büyük bir film, ama David Lynch filmleri içinde Fil Adam'dan çok Eraserhead'e çarpılmıştım. Gördüğüm en ürkütücü filmlerden biri. O yavru hayvana ya da mahlûğa dönüşen bebeği unutmam mümkün değil. Korkudan ikinci kere seyredemedim, şimdi seyretsem aynı şekilde yamulur muyum bilmiyorum, ama 90'larda ilk gördüğümde cidden etkilenmiştim. Ama bunun dışında dev bir David Lynch hayranı sayılmam.

Senin “aynada selfie çeken maymun”un, “Rüyalarımı kimseye anlatmam. Başkalarının rüyaları hep korkunç gelir insana” demesine de bir mim koyalım. Perec’in Karanlık Dükkân diye bir kitabı var, rüyalarını anlatıyor.
Perec'i çok severim. Yaşam Kullanma Kılavuzu çok büyük bir kitap. Bir ara dönüp dönüp değişik yerlerinden tekrar tekrar okuyordum, uzun zamandır bakmadım özlemişim. Karanlık Dükkan’ı okumadım. Benim maymunun dediği laf, kendi lafım. Kimsenin rüyasını dinleyemem gerçekten. En masum rüyalar bile ürkütücü gelir. Bu yüzden Inception'ı bir tür korku filmi gibi seyrettim. Alice Harikalar Diyarında kadar tekinsiz atmosferi olan kitap pek azdır. En “neşeli” anları bile hafif ürkütücü. Borges'in Fantastik Zooloji'de Cheshire Kedisi’nden bahsetmesi boşa değil. Gülümseyerek konuşan bir kedi. Yavaşça silinir, ortadan kaybolur. Ama gülüşü havada asılı kalır.
Kedi demişken Kafka’nın hayvanlarından bahsedelim biraz da. Yarısı kedi, yarısı kuzu bir hayvanı var Melezleme adlı kısa öyküsünde. Vaktiyle haftalık Express’te “kaplan sosyaldemokratlar”a ithafen dilimize doladığımız bir yaratık... (2)
Kısa ama çok çarpıcı bir hikâye o. Ama orada hikayenin kahramanı o yarı kedi, yarı kuzu mahlûk değil, sahibi. Kuzu-kedinin neler düşündüğünü bilemeyiz. (gülüyor)

Onu bilemeyiz ama, sahibi biraz Can Yücel’in ünlü şiirindeki gibi düşünüyor galiba: “Babamla konuşurduk siyasetten miyasetten / Oğlum beni öldüreceksin derdi / Şimdi ne babam kaldı, ne CHP / Kendimden başka öldürecek.” Kafka’nın yarı kedi-yarı kuzu meselini vesile edip CHP’yi konu edelim mi?
CHP bir seçmen olarak bana ve benim gibi milyonlarca insana ne demek istiyor? Bilmiyorum. Son 14 yıldır iktidarı elinde tutanların en büyük gücü bence şu: Gayet net bir içerikleri, mesajları var. “Biz buyuz!” diyorlar. Onlardan önce sağdan ya da soldan hiçbir parti onlar kadar açık bir içerik sunamamıştı. Muhalif konumdaki CHP ise Kafka'nın melez mahlûğu gibi, net bir tarifi yok, vaadi, mesajı yok. Son olay: İktidar HDP milletvekillerinin dokunulmazlığını kaldırmak istiyor, “meclisin önünden bile geçemeyecekler” diyor. Olay dün gece (2.5.2016) utanç verici bir şiddet gösterisine dönüştü herkesin gözü önünde. Ana muhalefet CHP de, koyu CHP'li bir çok insanı utandıracak şekilde şiddete seyirci kaldı, öneriye destek verdi. Ne yapıyorlar? Neyi hesaplıyorlar? Anlaşılmaz! Ya ne yapmak istediklerini anlatamıyorlar, ya da belki ben göremiyorum. Herhalde koskoca partiyi yönetenler kendi var oluşlarına aykırı hareketlere kalkışmayacak kadar sağduyu sahibidir, değil mi? Değilse durum gerçekten feci demektir. 
Kafka’ya dönelim... En ünlü yaratığı Değişim'deki hamamböceği. Kafka'nın yayıncısına "sakın kitabın kapağında ilüstrasyon kullanmayın" dediği halde, birçok baskısında bir böcek çizimi olmasına ne demeli?
Kafka'nın böcek görseli istememesi çok anlaşılır. Çünkü hikâye final sahnesine kadar sadece “böceğin gözünden” anlatılıyor. Yalnızca kahramanın bakış açısından çekilmiş bir film gibi. Gregor kendisine dışarıdan bakamıyor. Tam olarak neye dönüştüğünü göremiyor. Kafka belli ki bilinen bir adı, görseli olan bir böcek hayal etmemiş. Okuyucu da böceği kafasında tam canlandırmasın, böcek belirsiz kalsın istemiş. Çünkü öylesi daha ürkütücü. Ama bunu anlamayan bir sürü yayıncı, editör kapağa bir hamamböceği oturtmaya bayılır. Hikâyenin filmini yapsaydım, tüm filmi Gregor’un gözünden anlatırdım. Böceğin ayakları belki görünürdü, ama tüm gövdesi –belki bir iki yansıma ve gölge hariç– hiç görünmezdi. Final sahnesine kadar öznel açı kameradan asla çıkmazdım.

Gregor Samsa’nın gözünden dünya nasıl görünüyor?
Değişim kendini değersiz hissetmek, ailene, en yakınlarına bile yabancılaşmak hakkında. Çok ciddi bir hastalığa yakalanabilirsin, sevdiğinden ayrılabilirsin, aklını, hayata ilgini, işini, paranı kaybedebilirsin, ya da bir böceğe dönüşebilirsin. Kafka kendini bir böcek gibi hissetmene yol açacak ne varsa hiçbirini anmadan, hiçbir sebep, belirti koymadan böcekleşmiş bir adamı anlatıyor ve bütün o durumları anlatmaya yarayacak bir metafor yaratıyor. Demin Kiracı’dan bahsettik, o da bence Değişim’den çok etkilenmiş bir hikâye. Tutucu insanlarla çevrili bir ortamda kendisini çok değersiz, yabancı hisseden bir adamın kendini yok edişi. Şimdi belki iddialı kaçacak ama, şunu demeden duramayacağım: Bence bu değersizlik ve yabancılık hissi bir sanatçı için olmazsa olmaz bir şey. Kendisini hayatta en az bir kere Gregor Samsa gibi yabancı ve değersiz hissetmemiş biri sanat manat yapamaz. “Sanat”ı eğlenceden, iletişim endüstrisi ürünlerinden ayıran şey bence bu. Ruhen, kimsenin gitmediği kadar uzak, çorak, yabancı bir yere gidip dünyaya ve insanlara oradan bakabilmek. Kendini bir hiç olarak hissedebilen insanların yaptığı bir şey sanat. O yabancılaşmayı yaşamamış, “en dibi” görmemiş bir sanatçı gerçek bir derinlik yakalayamaz. Zanaat açısından başarılı, iyi eğlencelikler üretebilir, bu da çok zor iştir, iyisi de gerçekten iyidir. Ama, diyelim Değişim gibi bir hikâyeyi yazabilmek için, insan ruhunun daha önce gidilmemiş yerlerine gidecek cesaretiniz olması lâzım. Sanatta belirleyici ayrım ticarî/sanatsal, popüler sanat/yüksek sanat, vs. değil, belirleyici ayrım aslında bu bence. Dibe vurmak... Kendi değerini unutmak, belki hiç bilememek...

Nabokov’un Kafka’nın böceğinin tarifini ve ayrıntılı çizimini yapmasını nasıl yorumlamalı?
Nabokov’un Kafka’nın böceğinin detaylı tarifini ve çizimlerini yapması, aynı zamanda bir böcek bilimci olan Nabokov'un, Kafka'nın tasarımı üzerinde bilimsel inceleme yapmasıdır, kapağa böcek koymak gibi Kafka'nın ruhuna ihanet sayılmaz. Nabokov'un Değişim çözümlemesini okumayan varsa, hemen okusun isterim. Makalenin bir yerinde Gregor'un aslında kanatlı bir böceğe dönüştüğünü anlatır: “Tuhaf olan, böcek Gregor sert sırt kabuğunun içinde kanatları olduğunu hiç bilemez. Bu gözlemi, hayatınız boyunca hatırlayın: Bazı Gregor’lar, Joe'lar, Jane'ler kanatları olduğunu hiç bilemez.” Bu kısmı ilk okuduğumda gözlerim dolmuştu. Nabokov'un Değişim incelemesini de içeren Edebiyat Dersleri başucu kitaplarımdan biri. Yıllar önce Ada Yayınları baskısı elimde parçalandı, yakınlarda da İletişim'den çıktı. Senaryo derslerimde mutlaka okunması için saydıklarımdan.

Senin en çok ilgini çeken, üzerinde en çok düşündüren Kafka hayvanı hangisi?
Herkesin hayatında “metafor”la tanıştığı bir an vardır. “Aa, bu gördüğüm, okuduğum aslında sadece ‘bu’ demek değil, ‘başka bir şey’ demek” dersin ve hikâyelerin arkasına bakmaya başlarsın. Bu an benim için Kafka'nın Yuva hikâyesiyle oldu. Yuva’da Kafka bir köstebeği konuşturur uzun uzun. Onun yeraltındaki yuvasını nasıl özene bezene yaptığını, labirent gibi düşmanları şaşırtacak yollarla nasıl güvenlik sağladığını okuruz. Yuva'nın kahramanı köstebeğin en korktuğu şey sonsuz güvenli yuvasında bir yırtıcı hayvan tarafından kıstırılıp yenmektir. Her önlemi alır, ama bu korkudan kurtulamaz. Okulda bir hocam, Ahmet Sipahioğlu, “Sizce bu köstebek sadece bir köstebek mi? Kafka ne demek istiyor burada?” diye sordu derste. Biraz düşününce, elbette değil dedik. Kafka aslında bir insanın hayatını ince ince kuruşunu, işini, evini, çevresini düzenleyişini ve her şeye rağmen paranoyakça bir güvensizlik evreninde yaşayışını anlatıyordu. Bu da Değişim kadar çarpıcı bir metafor aslında. Çevrenize bakınca –bazen de aynaya– çok görürsünüz o köstebeklerden.
Bir de “Hayatım nasıl da değişti, ama aslına bakarsanız temelde her şeyiyle aynı” diye başlayan Bir Köpeğin Araştırmaları vardır. Köpeklerin hayatına insanî bir gözle bakan yaşlı bir köpeğin hikâyesi. Özellikle sanatçılardan, “uçan köpekler”den bahsettiği bölüm nefis. Kafka görsel olarak yarı insan-yarı hayvan mahlûklar tasarlamıyor. Ama Gregor tam da bir yarı insan-yarı böcek. Değişim çok yavaş gerçekleşiyor. Gregor sabah uyandığında böceğe dönüşmüş buluyor kendini, ama bundan çok, “treni kaçırdım, işe geç kaldım” diye endişe ediyor. Bir Köpeğin Araştırmaları’ndaki köpek de insanlaşmaya doğru giden, insan gibi düşünen bir köpek. Sadece Kafka ve Borges'i kendi dillerinden okumak ve gerçek inceliklerine varabilmek için Almanca ve İspanyolca öğrenmek isterdim.

Senin hindi “Bazı büyük düşünceler 140 karaktere sığmıyor” diyor. Kendisiyle anlaşamayacağız... 
Hindi büyük düşünür. (gülüyor)
Twitter “elektronik haiku” bir bakıma. Ya da “telgraf yeniden icat olundu” diyebiliriz. Bütün büyük düşünceler 140 karaktere sığdırılabilir pekâlâ. “140’a sığdırılamıyorsa büyük değildir” desek “baba hindi” kızar mı bize?
Desenin konusu aslında Twitter'dan çok, kendini gereğinden fazla ciddiye alan insanlar. Memleketimizde onlardan mebzul miktarda var. Antropolog Kate Fox’un Watching English (İngilizleri Gözlemek) adında bir kitabı var. Orada İngilizleri tarif eden en önemli özelliğin, kendileriyle sürekli dalga geçmeleri, her şeyin ciddi ciddi mizahını yapmaları, her şeyi biraz hafife almaları olduğunu söylüyor. Orada kendini çok ciddiye almak ayıp neredeyse. Bunu orada yaşarken seziyordum, ama asıl kitabı okuyunca anladım: Mesela bir İngiliz ciddi ciddi “Hava çok soğuk” bile demez, “Biraz serin, değil mi?” filan der. Bizim memleketimizde ise eğilim “Hava yüreğimdeki ateşi donduracak kadar soğuk” demek. (gülüyor) Her şey dramatik, herkes çok ciddi. Böyle konuşursa daha ciddiye alınacağını sanan çok “baba hindi” var. Twitter da onların en çok sahne aldığı yer. Sabah yataktan kalkınca herkesin aklına gelebilecek fikirleri büyük bir ciddiyetle ve kusturucak kadar baygın bir edebi dille sıralamaya bayılıyorlar. Politikayı, dış politikayı, savaşları, aşkları, sinemayı, edebiyatı, çayı, her şeyi onlar biliyor. Türkiye aynı zamanda herhangi bir konuda “Bilmiyorum” demenin zayıflık sayıldığı bir ülke. Biraz önce “Foucault konusunda cahilim” dedim diye pişman oldum içten içe, bizde bildiğin-duyduğun kadarını sağını solunu gözetmeden, çok emin bir tavırla sallayacaksın. Aslında ben de sık sık kendimi iki kadeh sonrası bilgisayar başında aforizmamsı şeyler yumurtlarken, bilgiç görünmeye çalışırken buluyordum. Önce içip tweet atmayı bıraktım, sonra da utanıp silmeye başladım çoğunu.
Bardağın boş tarafı öyle, ama dolu tarafını es geçmeyelim.
Elbette sosyal medyanın insanlara sağladığı büyük bir özgürlük hissi var. Hele benim gibi, günlük hayatta, mesela telefonda rahat konuşamayan biriyseniz, kendinizi yazıyla daha rahat ifade ediyorsanız, bir süre sonra mail, chat, sosyal medya tek iletişim tercihi haline gelebiliyor. Bir dönem internette chat yapmayı, normal sohbete tercih eder hale gelmiştim. İtiraf edeyim, hala internet bağımlısıyım. Azaltmaya çalışıyorum. Orada tam manasıyla “sanal” ama çok da gerçek bir şey var. Kitaplar gibi, dışarıdaki hayattan daha gerçek. Orada konuşurken daha özgürsün. En azından öyle sanıyorsun. Tabii bahsettiğim özgürlüğün ciddi sınırları da var. Birincisi, söylediğiniz her şey kayda geçip, aleyhinize delil olarak kullanılır hale geliyor. Kendi elinizle, kendinizi devlete, polise ya da daha hafifi, paparazzi cinsi tüm izleyen gözlere teslim ediyorsunuz. Başıma bir iki kere geldi, tweetlediğim lafları magazin sayfalarında “haber” olarak gördüm. İkincisi, çok sayıda ölçüsüz, münasebetsiz insan var. Sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada. Adamın biri geçen gün Papa'ya Hristiyanlık dersi veriyordu. “Onu öyle demezler, git İncil'deki bilmemkaç numaralı duayı oku” diye tweet atmış. Papa’ya! Ama yurtdışıyla buranın farkı, orada Papa'nın kendisi dahil, çoğunluk bu zavallıya güler geçer. Burada yazan, okuyan herkes çok ciddiye alıyor ve başına bela oluyor. Her konuda sonsuz ukalâlığın haricinde, söylediğiniz bir şeyi, en kişisel, atıyorum, “kuru fasulye severim” lafını bile yanlış anlamayı başarıp hakaretler sıralamaya başlayanlar var. Geçen yıl beni Twitter üzerinden Adana Büyükşehir Belediye Başkanı’na ve MHP’ye şikayet edip “Bu adamı niye Altın Koza jüri başkanı seçtiniz?” diyen birileri bile çıktı. Çok tuhaf. Şaka gibi geliyor, ama değil. Orada yazdıkları yüzünden hedef gösterilen, işini kaybeden, mahkemeye “düşen” insanlar var. O yüzden açıkçası eskisi kadar çok ve açık açık yazmıyorum Twitter’da. Fikirlerimi senaryolara, hikâyelere saklıyorum. Paparazzilere “haber” malzemesi vermiyorum. Sosyal medyada daha çok gırgır geçiyorum, desenleri, kedimin ve başka hayvanların fotoğraflarını, dinlediğim şarkıları, vs. paylaşıyorum. Ama işte, facebooktwitterinstagram olmadan da duramıyorum. Daha önce de söyledim, sosyal medya olmasaydı Mahlûkat Bahçesi sergisi olmazdı. Büyük ihtimal kendi kendime çizer çizer, bırakırdım bir süre sonra. Oralarda paylaştığım desenleri sevip, cesaret verenler çok olduğu için sergi fikri doğdu. Sergiye önayak olan Zeki Coşkun da beni önce internette buldu.
Bardağın dolu tarafından devam edelim. Haber alma-haberdar etme, eylem-kampanya örgütleme işlevi bir yana, edebiyattan sinemaya, müzikten felsefeye, ekonomiden politikaya birçok alanda paslaşmaya, bilgilendirmeye, tartışmaya zemin oluyor. Devasa bir forum. Herkesin söz alabildiği, herkesin kendi “publicum”unu, “izlerçevre”sini oluşturabildiği bir mecra. Uzmanların, kanaat önderlerinin “sıradan vatandaş” karşısında yaya kalmaları ayrıca eğlenceli. Ve tabii mizah boyutu... Halk dehası diye bir şey varsa, bugün başlıca mecrasının Twitter olduğunu da söyleyebiliriz. 140 karakter de haiku’yla yarışan nefis bir icat... Kaptırdık gidiyoruz, övgünün dozu kaçtı mı yoksa?
Kaçmadı, aslında dediğin gibi. Eğer bozup daha ticari, daha reklama yönelik bir hale getirmezlerse bütün saydığım dikenlerine rağmen harika bir araç. Zaten yarattığı tepkiden, sağın, solun, herkesin orada görünür olmak istemesinden belli.

Sergiye dönelim... Sende iz bırakan, üzerinde düşündüren yorumlar, eleştiriler neler?

Taraf gazetesindeki yazısında, Kahraman Çayırlı desenlerimi Rene Laloux'un La Planet Sauvage (Vahşi Gezegen) filmindeki çizimlere benzetmiş. Ben filmi görmemiştim. Araştırınca, bu uzun animasyon filmin Topor’un desenlerinden yola çıktığını öğrendim. Bu kesişme hoşuma gitti. Bir de geçen gün galeride otururken ailesiyle gelmiş on yaşlarında gözlüklü bir kızın olağanüstü bir ilgiyle, zaman zaman sesli bir hayretle desenleri incelediğini gördüm. Bu da çok hoşuma gitti.

Sinemayla bitirelim. Çekmeye hazırlandığın Sofra Sırları’ nı nasıl tarif edersin?
Birtakım resmi başvurularda senaryoyu tanıtmak için “Yönetmen Yorumu” diye bir metin yazılır. Orada “Hayalimde Amelie (Jeunet) ile Repulsion (Polanski) arasında bir film var” diye yazdım. (gülüyor) Evet, sinemanın iki apayrı ucundan örnekler bunlar ama sanırım film bittiğinde ne demek istediğim anlaşılacak.

Sofra Sırları’nın esin perisi neydi, öykünün ana hatları neler?
Yemek yapmayı severim. Aile ve yakın arkadaşlar arasında yemeklerim sevilir. İngiltere’de bir tür “Kiracı” gibi yaşamaya çalışırken kafayı yemeklere takmıştım. Sürekli yemek pişiriyordum. Birgün kendimi koltukta oturup romantik romantik, tereyağında kavrulan soğanları hayal ederken buldum ve “N’oluyoruz?” dedim. Sanırım Sofra Sırları’nın ilk tohumu o gün düştü. Hayatta bir noktada sıkışıp kalmış, ama sıkıştığını da farketmeyen, sıradan bir ev kadını hayal ettim. Deli gibi yemek pişiriyor, tek iyi yaptığı şey bu. Hayatta tek çıkışı. Sonra hayatı darmadağın oluyor. Roald Dahl'ın Lamb to the Slaughter (Ölüm Kuzusu) diye bir kısa hikayesi vardır. Hitchcock TV uyarlamasını yapmış hatta. Kocasını donmuş bir kuzu buduyla öldüren, sonra da pişirdiği cinayet aleti butu gelen polislere afiyetle yediren bir ev kadınını anlatır. Yıllar önce Barış Pirhasan bahsetmişti. Benim filmin ilk ilham kaynağı o kısa hikayeydi. Roald Dahl vakfından yeni uyarlama için izin alamadık, kuzu budu hikayesini kullanmadım filmde. Ama onun yerine çok lezzetli başka yemek tarifleri koydum, daha da ele vermeyeyim aslında hikâyeyi. (gülerek ağzını kapıyor)


Notlar

(1) Foucault, önsözde “Bu kitap Borges’in ‘bir Çin Ansiklopedisi’nden yaptığı alıntıdan doğdu” diyor. Söz konusu alıntı, o hayali ansiklopedideki hayvanlara dair bir sınıflandırma: “a) İmparatora ait olanlar b)Mumyalanmış olanlar c) Evcil olanlar d) Meme emen domuzlar e) Deniz kızları f) Masal canavarları g) Başıboş köpekler h) Bu kategoride yer alanlar i) Azgın olanlar j) Sayılması mümkün olmayanlar k) İncecik bir devetüyü fırçayla resmi yapılanlar l) Ve saire m) Az önce sürahiyi kıranlar n) Uzaktan sineğe benzeyenler...”
(2) “Acaip bir hayvanım var, yarı kedi, yarı kuzu. Öbür eşyalarla babamdan miras kaldı. Ama gelişip serpilmesi benim zamanımda oldu. Eskiden kediden çok kuzuya benziyordu, şimdi her ikisini de eşit ölçüde andırıyor. Başı ve pençeleriyle bir kedi, gövde biçimiyle kuzu… (...) Belki kasabın bıçağı bir kurtuluş sayılırdı, ama miras işte, böyle bir kurtuluşu ondan esirgemek zorundayım. Dolayısıyla, akıllıca bir işe çağıran o akıllı insan gözleriyle bazen beni ne kadar süzerse süzsün, kendiliğinden soluksuz kalana kadar beklemesi gerekiyor.”
Melezleme



Friday 13 May 2016

ÜMİT ÜNAL’DAN ‘Mahlukat Bahçesi’ - Dalia MAYA, Şalom Gazetesi


Büyütmek için resme tıklayınız
Siz onu ödüllü sinemacı, senarist, yönetmen, yazar olarak tanıyorsunuz. Hatta “Ben aslında ressam olmalıymışım” dediğini biliyorsunuz belki, ama resim çalışmalarını hiç görmediniz. Şimdiye kadar görmediniz. Ayakları yere basan, sakin; başarılı, bir o kadar da kadar mütevazı, hani hayata mizah penceresinden bakan, içi dışı bir komple bir sanatçı o.

Ümit Ünal ‘Mahlukat Bahçesi’’ sergisinin açılışında heyecanlı ancak evinin oturma odasında, en yakınları ile muhabbet eder gibi rahat hali ile içimizi ısıttı. İlk defa tanışıyordum Ümit Ünal ile; oysa sanki kırk yıllık dosttuk.


İstanbul Concept’in yapımcılığını üstlendiği, küratörlüğünü Zeki Coşkun’un yaptığı Mahlukat Bahçesi sergisinde Ünal, her birimizin içinde var olan, kimi zaman farkında bile olmadığımız; en derinlere bastırdığımız, reddettiğimiz; kimi zaman bir şükür nefesle kabullendiğimiz bin bir hayvansal, mahluksal yanımızın bir ayna misali yüzümüze tutarak hicvetmekte. Bazan keyifli, neşeli bir ruh hali, bazan bireysel ve toplumsal yaşanmışlıkları, yüzleşmekte zorlandığımız korkuları, hatta dehşeti; yüreğinden çıkan her duyguyu doğrudan yüreğimize akıtan bir resim/karikatür hikayesi Mahlukat Bahçesi.

Son bir buçuk yılın bir ‘resim günlüğü’. Bireysel olduğu kadar toplumsal. İnsan bedeni çizimlerinin üzerine yerleştirilmiş hayvan kafaları, bitkiler, şeyler... Ve alt yazı görünümlü hikâyeler: aforizmalar. Gündelik yaşamdan, sokaklardan alınma, o kadar gerçek ve bir o kadar da gerçek dışı. Gerçek ile gerçek dışının birlikteliği ile çarpıyor insanı. Sakınmıyor sözünü. Tek bir çekiç darbesiyle söylüyor diyeceğini. O denli güçlü! Son derece ciddi, bir o kadar da hercai. Bir çocuk gibi... Oyun oynuyor yaşamla, toplumla, yaşananlarla... Oyun oynuyor, eğleniyor, kahkahalar atıyor, dehşete düşüyor, sırasında çığlık çığlık bağırıyor! Ama ne yapıyorsa  ciddiyeti ile, yaptığı işle bütünleşerek yapıyor. 

İnsanın içinde toplumsal öğretiler sonucu sakladığı gerçek özündeki iyi ya da kötü nitelediği ne varsa çekinmeden açığa çıkardığınız, beyaz boşluğun, siyah var yok çizgilerin, capcanlı renklerle bütünleştiği, sessiz olanın sese büründüğü bu serginize ve içten samimi duruşunuza hayran kaldım. İçindeki meşrebini mi dışarı çıkarıyor herkes bu sergide? Mahlukatlar mı çıkıyor ortaya?

Olabilir. Ya da çıkamadığı için korkuyorlar. Ya çıkarsa diye korkuyorlar. O da olabilir. Orası önemli bir nokta değil mi aslında? Kabuklar, duvarlar koyuyoruz,  kendimizi korumak için mi? Dışarıya çıkacak şeylerden de korkuyor olabilir, dışarıdan gelecek zarardan da korkuyor olabilir insan. İnsan kendi zayıflığı anlaşılmasın diye çevresine zırh örüyor.

O zaman daha zayıf olunmuyor mu?

O fark edilirse evet de… (gülüşmeler) Çoğunluk fark edilmiyor. Türkiye’de en çok işleyen şey o bence, büyük bir ciddiyet duvarı. Herkes çok ciddi, çok dramatik. ‘Işık Gölge Oyunları’ kitabımda da yazdım. Çocukken bir belgesel seyrediyorum. Bir kuş cinsi var, saz taklidi yapıyor. Bataklıkta. Çok ince zayıf bir kuş. Korunmasız da normalde. Tek korunma yolu  ‘bööyle gagasını dikiyor’, saz taklidi yapıyor (bunu anlatırken kendi de kafasını dikiyor), sazların arasında saklanıyor. Bunun bir tanesini yakalamışlar. Getirmişler stüdyoya koymuşlar, masanın ortasına ışıklar, herkes çevresinde, bakıyor inceliyor. Bu da yazık hâlâ saz taklidi yapıyor. Büyük bir ciddiyetle.  Kafayı dikmiş (gülüşmeler) o kadar ışığın, kameranın ortasında! Böyle çok ciddi olan insanlar ve böyle çevrelerine zırh geren insanlar, bu kuş gibi bence . Aslında her şeyimizle ortadayız değil mi? Bütün zayıflıklarımızla… Herkes her şeyimizin ne olduğunu biliyor

Kendimiz hariç belki de...

Kendimiz hariç. Bir de işte ona rağmen söylememek ve böyle gizlemeye çalışmak. Bizde en çok işleyen şey o. Ama ben büyük ölçüde ilk işlerimden beri çok kişisel işler yaptım. Teyzemden beri insanlara hep çok açık olarak her şeyimi anlattım.

Eserlerin arasında içine kapanık biri vardı. “Bana asosyal diyorlar, ama asosyal değilim” diyor.

Kirpi. Öyle insanlar var. Aslında kirpi ama “hiç asosyal değilim” diyor. (gülüşmeler)

Geçtiğimiz hafta, 23 Nisan Çocuk Bayramı idi. Çocuk dediğimiz kirpiliklerini, kurtluklarını, tilkiliklerini, her bir özelliğini yaşıyor. O bir özgürlük belki. Yaş ilerledikçe biz yaratıcılığı, mizahı kaybediyoruz ve bütün o bize has özellikleri de saklıyoruz.

Çocuklar deli gibi bir şey aslında. Cıva gibi, elle tutulamaz bir şey. ‘Aslında her çocuk dâhidir, dâhi bir sanatçıdır, sadece büyüdüğünde unutur onu’ diye meşhur birisinin lafı vardı. İnsan küçükken çok daha deli, çok daha özgün şeyler düşünürken sonra ister istemez belli kalıplara göre düşünmeyi öğreniyor ve hoşa gitmeye çalışıyor. Aslında insanı en çok kısıtlayan şeylerden bir tanesi o sanatta: Hoşa gitmek. Başka insanları memnun edecek şeyler yapmaya çalışmak. Halbuki, bir yandan da en özgün şeyler, hiç başkasını düşünmeden yaptığın şeyler. Piyasanın kurallarını düşünmeden, satar mı satmaz mı, sakıncalı mı değil mi gibi şeyleri düşünmeden yaptığın şeyler aslında, sanatta en ilginç şeyler oluyor. Çünkü sanatın öyle bir algısı var. Yemekte böyle olmaz. Yemek yaparken bir insan onları kimin yiyeceğini düşünmek zorunda. (gülüşmeler - bir sinemacı olarak gözünün önünden nasıl bir sahne geçiyor acaba?) Sanatta öyle yaptığınız zaman olmuyor. Ticari iş tam da seyircisi düşünülerek yapılmış işler. Hollywood ona göre çalışıyor. Araştırmalar, sosyolojik veriler vs hepsi  göz önünde bulundurularak yapılıyor. Bunu şuna satabiliriz, şu kadara satabiliriz. Ama onların içinde bile en tutması beklenen iş bazan yatabiliyor ve bazan hiç hesaplanmamış özgün bir iş kenardan sıyrılıp ticari olabiliyor. Ticari dünyanın haricinde ‘gerçek’ sanat diyeyim, orada gerçekten özgünlük ve kendi sesini bulmak şart. Her alanda sinemada, edebiyatta, resimde… Başkasının hoşuna gitmeye çalışmadan bir şey yapabilmek şart.

Sizi sinemacı ve yazar biliyorduk. Ama resim aslında en başında varmış da biz pek bilmiyorduk.

Aslında çocukluğumdan beri hep bir şeyler çiziyorum. Hatta her yerde söylüyorum ressam olmak istiyordum küçükken, sinema biraz tesadüfen çıktı.

Başarılar da öyle geliyor. Farkında olmadığınız başka bir mahluk belki içeriden çıkan?

Ve aslında belki de hikâye anlatma tarafım daha ağır basıyor. Resimlere, baktığınızda tam bir ressam gibi düşünmekten çok, aslında her birinin bir hikâyesi var. Eserler de sanki o hikâyeyi görselleştiren işler.

Altında da dip notu var o hikâyenin.

Bazısı sessiz, konuşmuyor. Ama çoğu konuşuyor. Ve bundan sonra bir seriye daha başladım. O biraz daha resimsel ve daha büyük boyutlu. Umarım seneye bir sergi daha açarız. Dev manzaralarda küçük, kaybolmuş insanlar. 

Mahlukat Bahçesi filmi de yaparsınız. Besliyor mu birbirini?

Bence her sanatçı aslında kendi dalına göre yaşıyor. Sürekli kafasında not alarak. Ressam buraya girdiğinde buranın ışığına dikkat eder, şuranın yeşili, o siyah çizgiler. Sinemacı benzer şekilde burada kamerayı nereye koyayım diye bakar. Kafasında hemen notlar almaya başlıyor. Veya edebiyatçı aklına gelen cümleleri, şair mısraları not alıyor kafasına.  Sonra bir yer geliyor ve oradaki şeyler birleşiyor.

Kusuyor bir şekilde…

Bu eserlerin altına yazdığımız notlar hep yollarda duyulmuş, kulağıma çalınmış sözler. Ya da twitter da birisi bir şey yazıyor, onu görüp etkileniyorsun. Aslında altındaki bütün notlar onların ağzından yazılmış laflar. Her biri bir karakter gibi. Biraz da o ‘sinemacı notları’.

Şu anki toplumumuza dair tek bir şey çizecek olsanız ne olurdu?

Herhalde her bir parçası diğer parçalarla boğuşan bir şey çizerdim.  (gülmeler – bu sefer ciddiyeti biraz dağıtmak için bu gülmeler)  Ben 51 yaşındayım. 12 Eylül öncesi -çocuktum gerçi, çok algılayamıyordum- ama galiba bir tek o zaman böyle bir kutuplaşma vardı. Herkeste birbirinden acayip bir nefret ve güvensizlik ortamı vardı. Bir de galiba şimdi var. Korkunç bir kutuplaşma var. Toplumun bütün uçları birbirinden giderek ve çok nefret ederek ayrışıyor ve birbirini aynı zamanda yok etmek istiyor. Öyle bir toplumda yaşar hale geldik. Herhalde öyle bir şey çizerdim.

Umut var mı?

Var. Sonuçta bu tür bir iç gerginlikle bir toplum uzun süre yaşamaz. Bir şekilde kendi yolunu bulacak ve bütün bu kutuplaşmayı bir şekilde çözecek. Başka yolu yok. Bu böyle yukarıdan emirle veya eğitimle olacak bir şey değil. Toplumun kendi kendine farkına varıp geliştireceği bir şey. Ama dediğim gibi zaman alacak. Birkaç on yıl.

GERGEDAN
Gergedan, gergedana dönüştüğünü sonradan fak etmiş, karısı demiş ya “alnında bir şey çıkıyor”. Sonra farkına varınca çok geç oldu diyor. Gergedana dönüşmüş. Bu seride ilk çizdiğim oydu. İonesco’nun bir oyunu var: Gergedan. Giderek gergedanlaşan bir  toplumu anlatıyor. 
Şimdiki son durum ne kadar acıklı! İnsanlar buradan geçip Avrupa’ya sığınmaya gidiyorlar. Avrupa bir de diyor ki “bunları geri alın, onun yerine size üç milyar euro.” Ne kadar korkunç bir şey! Ne kadar aşağılayıcı! Hem o insanlar için hem bizim için! Avrupa’nın gardiyanı! Açık hava hapishanesi!  (Yeni serginin ipuçları, demedi demeyin ) 

Şalom Gazetesi, 04 Mayıs 2016