Monday 6 June 2016

Cine Dergi röportajı - Gizem Ertürk

"İnsan çevresindeki her şeyi yiyen, kullanan, tüketen asalak bir canavar. Tabii ki, canavar olduğumuzun bilincine varacak kadar akıllıyız. Kaderimizi öngörecek kadar birikimliyiz. Yaptıklarımızdan suçluluk duyacak kadar duyarlıyız. Bilim ve sanat canavarlığımızla baş etmenin yolları ama çoğunluğun canavarlığı karşısında bilimin de sanatın da çaresiz kaldığı noktalar çok fazla."

Biz sizden yepyeni bir film beklerken, sürpriz bir sergi ile karşımıza çıktınız… Gerçi “Işık Gölge Oyunları” adlı kitabınızda ressamlığın çocukluk hayaliniz olduğunu öğrenmiştik. Hem çizimlere başlama hem de serginin doğuş hikayesi de oldukça ilginç, sizden dinleyebilir miyiz bir kez daha?

Kendimce bir şeyler çizmek, desenler yapmak her zaman sevdiğim bir yan uğraştı. Son bir buçuk iki yıldır da daha yoğun ilgilenmeye başladım. Bir arkadaşıma hediye olarak fil kafalı bir adam çizmiştim, arkadaşım o deseni çok beğenince birden bir seri desen akın etti. Peşpeşe hayvan ya da bitki ya da nesne kafalı insanlar çizmeye başladım. Sonra bunları Instagram üzerinden sosyal medyada paylaşmaya başladım. Aylar süren paylaşımlar sonucu ufak bir “hayran” kitlesi bile oluştu. Daha sonra beni Instagram'da “keşfeden” Zeki Coşkun aracılığı ile Istanbul Concept'in kurucusu Işık Gençoğlu ile tanıştım. Sergi fikri çok çabuk gelişti ve Kanyon'daki Joint Idea'da sergi açıldı.

Sergiye bütünüyle baktığımız zaman, sizin sinemacı tarafınızdan bağımsız düşünmek nerdeyse imkansız. Her bir resmin ayrı bir öyküsü var, öykülere dair minik ipuçları alacağımız notlar yazılı… Bu çizimler sizin anılarınız mı yoksa hayalleriniz mi?

Daha çok hayallerim elbette. Bazı sözler sokakta yürürken, metroda-vapurda giderken kulağıma çalınan cümleler. Bazısı gündelik hayatta çok karşımıza çıkan bildik klişeler. Bazı mahluklarım da hiç konuşmuyor, sessizce, sadece görsel olarak var oluyorlar. Bu desenler bir tür günlük oldu benim için. Yaklaşık bir yıla yayılan bir süreçte, ruh halim değiştikçe desenler de değişti, ilk çizdiklerim daha güünç ve espriliyken, sonlara doğru daha trajik, yer yer ürkütücü bir hal aldılar.

Ben aşk nedir bilmedim, romanlarda filmlerde olur aşk – meşk. Bütün olay alışveriş, ne aldın ne verdin, kazık yedin mi? Olay bu…” yazıyor mesela bir tanesinde. Bu bana Ara adlı filminizi hatırlattı.

Günlük hayata bir senarist gözüyle yaklaşıyorum. Kulaklarım hep açık, duyduğum ilginç lafları bir şekilde zihnime not alıyorum. Daha sonra bunların bazısı senaryolarda diyaloglara dönüşüyor. Bazısı da mahlukatın ağzından çıkan sözler oluyor işte. Ama sonuçta hepsi benim süzgecimden geçtiği için daha önceki işlerimde yansımış temaların tekrarı, ya da akrabalık kaçınılmaz elbette.

Geçenlerde Ankara Film Festivali’nde Wir Monster diye bir film izlemiştim. Bir şekilde film ve sizin çizimleriniz kafamda bir köprü oluşturdu. Sanırım insanlık olarak giderek canavarlaşıyoruz ve gerçek canavarlar daha masum kalıyor.

İnsanın canavarlaşması yeni bir olay değil. İnsan yeryüzünde belirmeye başladığı andan itibaren bir canavardı zaten. Canavar olduğumuz için diğer bir çok türün önüne geçtik ve onların soyunu kurutup, yüz küsur bin senedir ayakta kaldık. İnsan çevresindeki her şeyi yiyen, kullanan, tüketen asalak bir canavar. Tabii ki, canavar olduğumuzun bilincine varacak kadar akıllıyız. Kaderimizi öngörecek kadar birikimliyiz. Yaptıklarımızdan suçluluk duyacak kadar duyarlıyız. Bilim ve sanat canavarlığımızla baş etmenin yolları ama çoğunluğun canavarlığı karşısında bilimin de sanatın da de çaresiz kaldığı noktalar çok fazla. Dünyayı ve bir tür olarak kendimizi mahvedene kadar canavar kalacağız.

Bundan sonra sizi daha çok çizim ve yeni sergilerle görmemiz mümkün olacak mı? Bu aralar mesela yazmak mı yoksa çizmek mi sizi daha çok mutlu ediyor?

Açıkçası yazmanın kendisi hiç mutlu etmedi. Bir kitap ya da senaryo bitirmek, yazdığın şeyi elinde tutmak elbette mutluluk verici ama yazma süreci bir tür ruhsal işkence. Çizmek öyle değil. Çizmenin kendisi de neredeyse fiziksel bir zevk, tedavi edici bir süreç. O yüzden devam edeceğim, ediyorum. Bu günlerde yeni bir seri üzerinde uğraşıyorum. Seneye belki onlar sergilenir. Şu an bilemiyorum tabii.

Çizimlerinizin instagramda keşfedilmesi çok ironik bir taraftan da çok güzel tabii. Sosyal medyayı aktif bir şekilde kullanıyorsunuz. Serra Yılmaz biraz daha hızlı sanırım. İkinizi de keyifle takip ediyorum. Sosyal medya hayatınızın neresinde duruyor? Sizi besleyen ya da yoran tarafları neler?

Evime ilk internet bağlandığından beri (2004) sosyal medya hayatımda çok yoğun yer almaya başladı. Sadece orada tanıdığım ve sohbet ettiğim insanlar var mesela. İşlerimi, işlerimle ilgili haberleri orada paylaşmak da çok hoşuma gidiyor ve gerçekten belli bir etki-tepki doğuruyor. Ayrıca gündemi neredeyse tamamen sosyal medyadan takip ediyorum. Bazen tuhaf saldırgan tipler, ya da magazin malzemesi arayanlar sıkıcı olabiliyor. Ama internet bağlantısı olmayan bir yere gittiğimde huzursuz olacak ölçüde bağımlıyım maalesef, azaltmaya çalışıyorum.

Sizinle çeşitli zamanlarda yaptığımız röportajlarda (Ara, Nar) bir şekilde sektörün dertlerini hep konuşmuşuzdur. Ben her şeyden önce bir sinemasever olarak sizin gibi yaratıcı ve üretken bir yönetmenin filmlerinden mahrum kaldığım için üzüntü duyuyorum. Film çekmeye bu kadar uzun süre ara vermenizin sebepleri neler?

2011'den beri uzun metraj çekmedim evet. Arada bir dizi projesi oldu: Çıplak Gerçek. Bir takım projeler gündeme geldi, iki senaryo yazdım ama şu anki piyasa koşullarında hemen filme dönüşemediler. Onların da zamanı gelir. Bu yıl Sofra Sırları adında bir film çekeceğim.

Yanlış hatırlamıyorsam bir dönem Cihangir’de oturuyordunuz. (Röportaj için buluştuğumuzda elinizde market alışverişi yaptığınız poşetler vardı.) Daha sonra Ada’ya taşınma fikri nasıl gelişti. Ruhu, dokusu, hayat akışı birbirinden çok farklı bu iki yerin sizin için ne ifade ediyor?

Cihangir'de çok uzun süre yaşadım. 25 yıl kadar. Artık yeter, değişiklik zamanıydı. Adalar çok ayrı bir dünya. İstanbul'a ilk geldiğimden beri sık sık ziyaret ettiğim, bazen kısa süreli kaçış bazen de çalışmak için kaldığım yerler. Hem İstanbul'a çok yakın hem de başka şehir gibi. Burada yaşamayı hep istedim bu yıla kısmetmiş.

Biraz geçmişe gidecek olursak, Yeşilçam’ın usta-çırak ilişkisi geleneğinden geliyorsunuz. Çok kıymetli yönetmenlerle çalıştınız. Yeşilçam dönemini ve günümüz sektörünü kıyaslamanız gerekse nasıl bir yorumda bulunursunuz?

Yeşilçam bugünün ölçülerine göre daha küçük ve yerel bir sektördü. Bir parça “kendi yağında kavrulan”, kendisine sanatçıdan çok “zanaatkar” diyen insanların yaptığı, eski tip usta-çırak ilişkilerinin egemen olduğu bir yerdi. Bugün artık sinemada Yeşilçam yok. Yeşilçam zihniyeti belki bir parça TV dizileri dünyasında yaşıyor ama sinemada Yeşilçam öldü. Sinema dünyasında tüm üretim ilişkileri çok daha farklı. Bugünün Türkiye sineması teknik olarak dünya standartlarına daha yakın. İçerik olarak aynı düzeyi yakalamak her zaman mümkün olmasa da, bugünün en kötü filmi bile diyelim 1970'lere göre çok daha iyi teknik koşulllarla ve bütçelerle çekiliyor. Bugün eskiye göre genç bir sinemacının önünde daha fazla seçenek var. Ana akım yapısının içine girip kaybolmadan kendi sinemanı yaratmak, bağımsız kalmak mümkün.

Filmlerinizde kadına bakış açınız her zaman çok belirgin olmuştur. Güçlü kadın karakterler, erkek yönetmenlerin Türkiye’de pek ön plana çıkarmadığı bir konu. Son zamanlarda Türk sinemasında güçlü kadın hikayelerinin anlatılmaya başlandığını görüyoruz. Kadın-erkek yönetmen demişken, yakın zamanda bu konu ile ilgili de bir esprili bir haber çalışması yapıldı. Nasıl buluyorsunuz son dönemdeki yerli filmleri? İçlerinden birkaç tanesini seçmenizi istesem mesela sizi etkileyen, hangi filmleri, yönetmenleri ve performansları söylersiniz?

Kadın karakterler yazdığım ilk senaryodan beri işlerimde öne çıktı. Ama sadece kadınlar değil, bir manada ülkemizin erkek egemen bakış açısının dışında kalan herkes ilgimi çekti ve hikayelerime, senaryolarıma, filmlerime konu oldu. Son birkaç yılda etkilendiğim Türk filmlerini sayarsam: Vavien, Kozmos, Abluka, Sarmaşık diyebilirim.

Geçtiğimiz yıllarda bir film festivalinde bazı sorunlar yaşamıştınız. Sizden sonra da festivaller de benzer sorunlar oldu. Mesela bir festivalde ödül alan bir oyuncu konuşmasını yaparken yayın kesildi. Bu yüzden pek çok festival canlı yayın yapmadan artık söyleyeceklerini kapalı kapılar ardında söylüyor. Tüm bunların sizin festivallere bakışınızı ya da genel olarak sektöre bakışınızı değiştirdi mi?

O zaman da değişik yazı ve röportajlarda defalarca belirttiğim gibi, benim festivallerin kendisiyle değil o günlerdeki yönetimleriyle ve seçim şekilleriyle sorunlarım oldu, bunları dile getirdim. Yoksa bir yönetmenin, hele bağımsız bir yönetmenin geçmişi yıllarca öncesine uzanan film festivalleriyle kişisel sorunu olamaz. “Bundan sonra festivale katılmıyorum” diyemez. Çünkü sonuçta festivaller hepimiz için filmlerimizi seyirciyle ilk kez buluşturduğumuz ortak alanlar. Yönetimler, yanlış anlayışlar değişir, festivallerin ismi kalır.

Son dönem de bir de tekelleşme sorunu başladı. Bir grup sinemacı buna karşı bir belgesel çekti, imza kampanyası başlatıldı. Sizin bu konu ile ilgili görüşünüz nedir?

Dağıtımda bir tekel sorunu olduğu çok açık. Ama açıkçası kısa vadede çözülebilecek kolay bir sorun gibi görünmüyor bence. Dağıtım tekeli haricinde filmlerin yaratım/finansman sürecine dair ciddi sorunlar da var. Ama bunları konuşmak bu söyleşinin sınırlarını aşar.

Son olarak yeni bir Ümit Ünal filmi ne zaman izleyebileceğiz diye sormak istiyorum. Çekmeyi planladığınız bir hikayeniz var mı?

Daha önce söylediğim gibi, Sofra Sırları adında bir filme başlıyorum. Bakanlık kredisi aldı. Bir yıl kadar başrol oyuncularından birinin zamanlama sorunu yüzünden bekledik. Oyuncu değişti. Bu yaz çekeceğiz. Onun dışında başka projeler de var, hazır iki senaryom filme dönüşmeyi bekliyor.


Bu röportaj http://cinedergi.com/ Mayıs 2016 sayısında yayınlandı.