Tuesday 28 February 2012

Kaktüs'ün kapanma haberleri üzerine

Beyoğlu Kaktüs Kahvesi kapanıyor haberleri okuyorum. 90'ların başlarında İstiklal'in yaşadığı dönüşümün ilk işaretçilerinden sayılabilecek bu mekanda çok anı biriktirdim. Tanışmalar, aşklar, kavgalar, aklımdan hiç çıkmayacak sohbetler yaşadım. Bu sanırım bir çok insan için böyledir. Son yıllarda pek "dışarı" çıkmıyorum, Kaktüs'e de gitmiyorum ama orayı, orada geçirdiğimiz birkaç yılı, bir daha benzeri yakalanamayan ya da en azından benim yakalayamadığım Kaktüs havasını çok özlüyorum.

Kaktüs, 1996'da yayınlanan "Aşkın Alfabesi" romanımın merkez mekanlarından biriydi. Romanda Allen Ginsberg'in bir şiirinden esinlenerek "Köpek" adını koymuştum oraya. Kitabın kahramanlarından biri Kaktüs/Köpek'i şöyle anlatır:


Bayanlar baylar, burası Köpek'tir. Köpek İstanbul’un en büyük caddesi olmasa da kalbi sayılabilecek Cadde-i Kebir’dedir. Kışın caddenin ıslak, çamurlu, cangul cungul aydınlığından; kaset satıcılarının bangır bangır gürültülerinden sıyrılıp şöyle bir ara sokağa dönünce, Köpek’in kahve kokusu ve sıcak sarı ışıkları sizi karşılayıverir. Karşılasın. İyidir. Burada kendinizi iyi hissedersiniz. Burada çoğalırsınız. Duvarlar ayna kaplıdır. Kapıdan girince insanlara değil, aynalara bakarsınız. Aynaların buğulu kalabalığında mutlaka tanıdık bir yüz size el sallar. Bahar gelip, hava ısındığında, kahvenin önüne küçük masalar koyarlar. Bir çeşit Paris havasıdır. Ama sokaktan  geçen insanlar, sokağın kadim sakinleri pek “Parisienne” yüzler değildir. Affediniz. Sokaktan pavyon fedaileri geçer. Çarşafları, şalvarları ve beyaz takkeleriyle Tarlabaşı’nın aşağılarında oturan dindar simalar geçer. Dandik pavyon şarkıcıları ve orospular geçer. İnşaat işçileri geçer. Tiner koklayan çocuklar geçer. Hayır bu sonuncular geçmezler, çoğu zaman burada takılır kalır bizi seyrederler, sigara, çerez filan dilenirler. Bizi tinerci çocuklardan, sarhoşlardan, meczuplardan birkaç saksı süs çalısı ayırır. Köpek’in gerçek adını kapıdaki küçük pirinç tabela dışında kimse hatırlamaz. Buranın meşhur sürüngenlerinden, Umur ve Asaf beylerin değerli arkadaşı, Gülsen Hanım’ın uzatmalı sevgilisi, başarılı reklamcı, uslanmaz çapkın Fırat bey bir akşam çok sarhoş olmuş ve “Köpek olduk ulan burda” diye bağırmıştır. Mekanın ismi o zamandan beri Köpek'tir. Bayanlar baylar! Hayat karanlıktır. Anlaşılmaz ve acımasızdır. Hızlıdır. Ama Köpek, bu hayatın, bu şehrin, bu caddenin ortasında ışıklı, sıcak bir adacıktır. Kendimizi düşlemek için iyi bir resimdir. Gidecek başka yerimiz var mı? Yok. Ülkemiz, ne olduğunu bilemediğimiz, hiçbirimizin çıkıp anlatmaya cesaret edemeyeceği; cesaret bir yana anlayıp açık seçik tarif edemeyeceği, gözümüzün yetişemeyeceği bir hızda oynayan bir çalkantı filmidir. Millet kafayı yemiştir. Nazi Almanyası, Devrim Öncesi Rusya, Casablanca benzetmeleri yaşadığımız yeri tarif etmeye yetmez. Hepsinden biraz, ama hiçbiridir. Prusya'dır. Kafka'nın Prag'ıdır. Birgün 'Gizli Yahudi’niz, akıl hocanız, büyük yazar Asaf bütün bunları düzene sokacak kitabı yazana kadar da böyle gidecektir. Köpek’te, kapının ya da aynaların önünde oturup, sokağın hayatından ayrı, küçük hayatlarımızı sürdürmeye çalışmaktan başka çaremiz yoktur. Oturalım, içelim. Şerefe.

Sunday 12 February 2012

Coleridge



Beyim ne mümkün size  itiraz,
Bütün şairler aptal demişsiniz.
Ama her aptal şair olamaz,
En büyük kanıtı da sizsiniz.

Samuel Taylor Coleridge

“Sir, I admit your general rule, 
 
That every poet is a fool,   
But you yourself may serve to show it, 
That every fool is not a poet.”


Saturday 11 February 2012

İki Şehrin Hikayesi'nden giriş paragrafı





"En iyi zamanlardı, en berbat zamanlardı, bilgelik çağıydı, aptallık çağıydı, inanç devriydi, kuşku devriydi, aydınlanma dönemiydi, karanlık dönemiydi, umudun baharıydı, umutsuzluğun kışıydı,  önümüzde her şey vardı, önümüzde hiç bir şey yoktu, doğrudan cennete gidecektik, doğrudan cehenneme gidecektik, - sözün kısası, o zamanlar da tam bu zamanlar gibiydi: En bağırtkan yetkililer, her şey iyisiyle kötüsüyle ancak "en"ler mertebesinde anlaşılacak diye tutturmuştu."
"It was the best of times, it was the worst of times, it was the age of wisdom, it was the age of foolishness, it was the epoch of belief, it was the epoch of incredulity, it was the season of Light, it was the season of Darkness, it was the spring of hope, it was the winter of despair, we had everything before us, we had nothing before us, we were all going direct to heaven, we were all going direct the other way - in short, the period was so far like the present period, that some of its noisiest authorities insisted on its being received, for good or for evil, in the superlative degree of comparison only."

Tuesday 7 February 2012

Toplumun sinir uçları

"Sanatçılar, yaşadıkları toplumun sinir uçları gibidir. Her şeyi ilk önce onlar hisseder. Birçok sanatçının delirmesi, yaşadığı toplumla ters düşmesi, alkolik ya da madde bağımlısı olmasının sebebi bu aşırı duyarlıktır. Yetenek, duyarlık ya da İngilizce’de “gift” denen şey bir ayrıcalık değil bir görev ve ağır bir yüktür bence. Bir sanatçı çevreden gelen baskı, tehlike, ahlaki kısıtlar ne olursa olsun gördüğü, hissettiği şeyleri açıkça söylemekle yükümlüdür. Sinir uçları hissettikleri ateşi haber vermezse, yanacak çok insan vardır çünkü. Elbette, sanatçıya “daha iyi bir toplum için” hastalıkları, olumsuzlukları önceden bildiren bir sosyal yardım uzmanı görevi atfediyor değilim. Sanatın işlevi ve sorumluluğu, toplumsal fayda ile sınırlanamaz. Yine de hatırlamak gerek, bildiğim en “kişisel” yazarlardan biri olan Kafka sanatçıyı gece herkes uyurken uyanık kalan, çünkü buna mecbur olan birine benzetir. “Çünkü biri uyanık kalmak zorunda.” Sanatçı “içinden gelen sese” kulak vermelidir, herkesten önce hissettiği şeyi söylemelidir. Bilerek yalan söyleyen bir sanatçı her şeyden önce kendi yeteneğine ihanet ediyor demektir.

Bir sanatçı seyircisinin zaaflarını çok iyi bildiğini sanıyorsa, alacağı etkiden çok eminse, “nabza göre şerbet” verdiğini düşünüyorsa, benim inancıma göre kötü bir sanatçıdır. Ne pahasına olursa olsun seyircisini etkileme tutkusuyla tutuşan sanatçılar arasından da ender olarak iyi birileri çıkabilir ama ilk anda göz boyamayı başarsalar, hatta hayli başarılı olsalar bile kalıcı olmazlar, bir şekilde çabuk sönerler. Hollywood’da formüllere dayalı suiistimal sineması yapan ve “başarılı” olan yönetmenler var elbette. Ama Hollywood’un şartları da bambaşka, sadece sinema olarak değerlendirmemek lazım. Oranın tanıtım/pazarlama gücü apayrı bir üstünlük yaratıyor. Gerçek sanattan söz edeceksek, bence bir yönetmenin her şeyden önce samimi olması ve seyirciyi düşünmeyi bırakıp boş vermesi şart. Seyirci, siz ne derseniz, ne yaparsanız yapın zaten kendi kapasitesine göre bir şeyler bulacak filmde. Ticaretse sizin işiniz değil, pazarlama ve satış başkalarının işi, bırakın ticari bir mal olarak filmi nasıl satacaklarını başkaları düşünsün.

Günümüz sinemasını, genelde de sanatı zehirleyen en korkunç şey, “pazarlama ve satış”ın üretim aşamasına kadar sızmış olması. Bu dediğim sinemanın doğuşundan beri var denebilir. Amerikan sineması gibi büyük endüstriler için elbette bu durum normal ama “sanat” sineması olarak bilinen daha çok Avrupa çıkışlı sinemada da satış ve dağıtım şirketleri bir film yapımının en başında işe dahil oluyor ve belli formüllere dayalı filmler talep ediyorlar. Ya da iki taraflı işleyen bir süreç söz konusu diyelim: Bazı sinemacılar da formüllere dayalı filmler üretip bir an önce dolaşıma dahil olma konusunda fazla istekli. Sonuçta daha saf, daha özgür olmasını beklediğiniz “sanat” sinemasında da, tıpkı ticari sinemada olduğu gibi, pazarın isteklerine göre güdümlenmiş, hem anlatım açısından hem de anlattıkları şeyler açısından birbirine çok benzeyen filmler görmeye başlıyorsunuz. Bu çok can sıkıcı ve sanatın doğasına aykırı bir durum. Çünkü sinema büyük paralar dönen bir sanayi olsa da, pazarın arz-talep dengesine göre işleyen herhangi bir sanayi dalının kuralları sinemaya uyarlanamaz. Şu modelin modası geçti, yenisini piyasaya sürelim, ya da bu model tutmuştu biraz allayıp pullayıp yine çok satalım diyenler sinemada çok yanılır. Elindeki adaletsiz pazarlama-tanıtım gücüne rağmen Hollywood bile özgün fikirlerle, özgün bir dille, samimiyetle yarışamaz.  Pazarın gürültüsü geçtikten sonra elimizde gerçek bir filmle ve onun seyircide yaratacağı birebir etkiyle baş başa kalırız. Zaman içinde bazı filmler kalır, bazısı unutulur."


Gül Yaşartürk'le birlikte hazırladığımız "Işık Gölge Oyunları" (YKY Yayınları) kitabından. 

Saturday 4 February 2012

Delirmek

Çok eski bir rüyada delirdiğimi görmüştüm. Aklım her zamanki gibi işliyordu ama kendime, yaptıklarıma hakim olamıyordum. Önüme çıkan ve beni sakinleştirmek isteyen insanlara elime geçen nesneleri atıyor, korkunç bir şekilde gülüyor ve ağıza alınmayacak şeyler söylüyordum. Bir yandan da yaptığım şeylerin yanlışlığını, bir noktadan sonra geri dönemeyeceğimi bilip, kendimi durdurmaya çalışıyordum. Ama kendisini dışarıdan seyreden biri gibiydim. Ya da sanki içinde yaşadığım bu vücuda hapis olmuştum ve kontrol başkasının elindeydi.

Hayat boyu hatırlayabildiğim tüm rüyalar içinde en korktuğum, etkisinden en uzun süre kurtulamadığım rüya budur.

Rüyanın nasıl bittiğini hatırlamıyorum.

Thursday 2 February 2012

Terörist, seyrediyor - Wislawa Szymborska

Wislawa Szymborska                 Photo: Adam Golec
















Wislawa Szymborska  ölmüş. Onu ilk kez İngilizce bir gazetede okuduğum bu şiiriyle tanımıştım. Şiiri internette birkaç versiyonunu bulduğum İngilizce çevirilerinden karşılaştırarak çevirmeyi denedim. 



Terörist, seyrediyor 

Bardaki bomba biri yirmi geçe patlayacak.
Henüz on altı geçiyor.
Bazılarının içeri girmeye vakti olacak,
bazılarının çıkmaya.

Terörist şimdiden yolun karşı kıyısında.
Yeri zarar görmeyecek kadar uzak
herşeyi görecek kadar yakın, sinema gibi.

Sarı ceketli bir kadın, giriyor.
Kara gözlüklü bir adam, çıkıyor.
Kot giymiş oğlanlar, laflıyor.
On altı dakika ve dört saniye.
Ufak oğlan, şanslı, motoruna atlıyor
Öbür uzun boylusu, bara giriyor.

On yedi dakika kırk saniye.
Bir kız, oradan geçiyor, saçında yeşil kurdele.
Ama bir otobüs görüşü kapatıyor.
On sekiz dakika oldu.
Kız ortada yok.
Aptal gibi içeri girdi mi, girmedi mi?
Cesetleri çıkarırlarken öğrenebileceğiz.

On dokuz dakika.
Başka giren yok.
Ama şişman kel bir adam çıkıyor.
Derken ceplerine bir bakıyor
tam yirmi geçeye on saniye kala
manasız eldivenlerini aramak için dönüyor içeri.

Biri yirmi geçiyor.
Zaman, nasıl da illet eder.
Tabii ki, şimdi.
Yok, tam değil.
Evet, şimdi.
Bomba, patlıyor.