Sıra Nar’a geldi. Şimdilik son filmim, dolayısıyla hatıraları hala taze, film de yolun çok başında.
Türkiye son on yılda ciddi bir değişimden ve dönüşümden geçti, geçiyor. Çocukluğumuzun ülkesinde değiliz artık. Gücün ve paranın el değiştirmesiyle birlikte, resmi tarih değişiyor, değerli ve doğru bilinen şeyler değişiyor, yeni değerler ve doğrular yerleşiyor; korkulanlar, sevilenler, nefret ya da saygı duyulanlar değişiyor. Güzel memleketimizin krizi, darbesi eksik olmaz ama bu son yıllar gerçekten her şeyin derinlemesine alt üst olduğu ve belirsizliğin, güvensizliğin, kutuplaşmanın, inanç savrulmalarının dorukta olduğu, gerçekten tuhaf zamanlar.
Kalabalık bir grup insana bakınca ne kadar farklı olduklarını, aynı anda birbirinden bunca faklı düşünen insanın birlikte yaşamayı nasıl başardıklarını düşünürüm hep. İstanbul’un kalbi denebilecek İstiklal Caddesi’nin başında durup nehir gibi akan insanlara bir baksanız: Günümüz insanları, 1970’ler, 1960’lar, 19. yüzyıl... Sanki tüm bu zamanlardan saç baş, kılık kıyafet ve uçurumlarla ayrılmış bambaşka zihniyetler aynı anda yan yana yürür gibidir. Birbirlerine dokunmamaya çalışarak geçer giderler. Aslında fikir düzeyinde birbirinin yok olmasını isteyecek binlerce insan, yine de barış içinde bir şekilde yaşar. Nedir onları birlikte yaşatan?
Hepimiz nar taneleri gibi birbirinden ayrıyız: Hem çok benzeriz, hem de çok farklıyız. Ama açılmamış bir bütün nar gibiyiz aynı zamanda. Bence bir narın tüm tanelerini bir arada tutan kabuk gibi, bizi bir arada tutan şey, birbirimize duyduğumuz inançtır.
Peki ya o kabuk çatlarsa... Ya birbirimize duyduğumuz güven dahil inandığımız her şeyden kuşkuya düşersek... Ya adalet duygumuz kaybolursa... Ya, her insan kendi adaletini aramaya başlarsa... Çatlayan bir nar gibi, taneler her yere yayılmaz mı?
Nar çok yeni ve henüz seyirci kitlesiyle buluşmamış bir film. Bu kitap çıktığında da büyük olasılıkla filmi görmemiş pek çok insan olacak. O yüzden hikayesini özetlemek istemiyorum. Ama karşılıklı güvenin ve inancın, toplumdaki adalet duygusunun kayboluşuyla ilgili olduğunu söylersem herhalde hikayeyi ele vermiş olmam.
Kendi adaletini sağlamak üzere boyundan büyük işlere kalkışan, çok ezilmiş ve acılar çekmiş ve bu yüzden her şeye inancını kaybetmiş çaresiz bir kadının hikayesiyle başlıyor film. Onun yol açtığı olaylar başka üç insanın hayatını temelden değiştiriyor.
Apayrı şeylere inanan dört kişiyi bir evin içinde, yarım gün gibi kısa bir sürede adalet konusunda, kendilerine yarattıkları inanç dünyaları konusunda ciddi bir sorguya tabi tutmayı istedim. Bugün düştüğümüz belirsizlik ve güvensizlik ortamını, batıl inançla bilime duyulan inancın, naif idealistlerle büyük kötülükler olmasın diye küçük kötülüklere izin verilebilir diyenlerin çatışmasını anlatmak istedim.
9 ve Ara gibi yine küçük bütçeli bir tek mekan filmi çekmek üzere yola çıktım. Senaryoyu yazmak araya giren başka işler yüzünden oldukça uzun vaktimi aldı. Gazetelerde çok sık karşıma çıkan hastane kazası haberlerinden, otobiyografik öğelere kadar ilham aldığım çok şey vardı yine.
Bugünlerde zihni iyice bulanmış köşe yazarlarının “vijdan” diye dalga geçtikleri “eski bir kelime”yi hatırlatmak istedim. Vicdan ya da vicdansızlık da filmin temel motiflerinden biri oldu.
Filmin yapımcısı Türker Korkmaz’ı çok uzun zamandır tanırdım ama birlikte çalışma şansımız olmamıştı. Türker, reklam filmleri yapıyor birçok filmde de ortak yapımcı ya da yürütücü yapımcılık görevi üstleniyordu. Selim Demirdelen’in filmi Kavşak’ın da yapımcısıydı. Nar’ın senaryosunu ona götürdüm ve ilk okuyuşta senaryoyu çok sevdiğini ve yapmak istediğini söyledi. Bir ön satış yapmadan, bakanlık vs desteği olmadan tamamen kendi yatırımıyla işe başladı. Oyuncular ve ben ücretsiz çalıştık. Türker’le proje boyunca çok çok iyi anlaştığımızı söyleyebilirim. Kendi özgün fikirleri olan ama bunu dikte etmek yerine öneri olarak sunabilen, tartışabilen, aynı zamanda kendi işini çok iyi yapan bir yapımcı. Filmin hazırlığında, çekiminde ve post-prodüksüyonunda olağanüstü uyumlu çalıştık.
Nar dört başrollü bir film. Bir rolü, arkadaşım Serra Yılmaz’ı düşünerek yazdım. Serra sevinerek kabul etti. Erdem Akakçe de senaryodaki tek erkek karakter için aklımdaki ilk isimdi. Diğer iki kadın oyuncu için bir çok alternatif düşündük. Casting sorumlusu Luiza Almızrak’ın önerdiği, benim tanıdığım isimler içinde en beğendiklerimiz İrem Altuğ ve İdil Fırat oldular. Özellikle uzun diyaloglu kimi sahneleri, uzun uzun prova yaptık. Ara günlerinde olduğu gibi oyuncularla evimde toplanıp sahnelerin üzerinden geçmek, kim neyi niye diyor, ne demek istiyor tartışmaları yapmak, kimi sahneleri tekrar tekrar prova etmek bende büyük heyecan yaratıyordu. Sonuçta bence oyunculuk açısından olağanüstü bulduğum birkaç bölüm çektiğimizi söyleyebilirim.
Daha önce çalıştığım ve çok iyi anlaştığım herkesi bu projeye davet ettim. Görüntü yönetmeni yine Türksoy Gölebeyi oldu. Sanat yönetmeni Elif Taşçıoğlu’ydu. Birinci asistan da Ses’te çalıştığım Toygun Başıdinç’ti. Ekibin diğer üyeleri Türker Korkmaz’ın önerdiği çok hoş ve çalışkan insanlardı. On beş gün boyunca şimdi kısa bir rüya gibi gelen bir çekim yaşadık. Hava muhalefeti dışında bir aksaklık görmedik. Kurguyu yine Çiçek Kahraman’la, ses tasarımını da yine Burak Topalakçı ile yaptık. Bu ekiple bundan sonra yapacağım her işte çalışabilirim diye düşünüyorum.
Filmin müziklerini Anlat İstanbul'dan beri tanıştığım ve işlerini sevdiğim Selim Demirdelen yaptı. Filme çok güzel eşlik eden bir soundtrack yaptı ve sözlerini benim yazdığım Nar Taneleri adında bir şarkı besteledi. Selim'le çalışmak sadece bir müzisyenle çalışmak değildi, yönetmen olduğu için çok uyumlu çalıştık. Film kapalı ve sınırlı bir mekanda geçmesine rağmen zengin bir ses kuşağına sahip. Düzgün teknik şartlarda seyredildiğinde seyirciye o evin çevresindeki sesleri, yoldan geçen arabaları, Boğaz'dan geçen tekneleri, rüzgarı ve yağmuru hissettirecek; evi ve çevresini yaşatacak bir ses tasarımı yaptık.
Filmin çoğunu Arnavutköy’de bir apartman dairesinde çektik. Arnavutköy sahili, Alibeyköy sırtlarında gecekondu mahallesi ve çok yoksul bir ev içi, İstanbul’a yakın Karadeniz kıyısında bir köy olan Yukarı Ağaçlı’da bir tepe.. dış mekanlarımız bunlardı. Filmin tüm gerilimini, hikayenin akışını temelde yine dört duvar arasında çözmek zorundaydım.
Filmlerim içinde en sevdiklerim 9, Ara ve Nar'ın bir üçleme olarak anılmasını isterim. Bu önceden düşünerek karar verdiğim bir şey değildi, ama yıllar içinde tema ve üslup açısından birbirine benzeyen bu üç filmi yaptım. Üçü de dar mekanlardan, mikro bir alandan geniş resme bakmaya çalışan filmler. Üçü de oyunculuk ve diyalog üzerine kurulu. Üçü de toplumsal dertleri temel alıp, küçük birey hikayeleri üzerinden o dertleri incelemeye çalışıyor. Bir hayalim istenirse bir çok ortak noktası daha bulunabilecek bu üç filmi birlikte izlenebilecek bir set haline getirip seyirciye sunmak.
Nar henüz yolun başında bir film, bu kitabı yayın hazırlıkları için teslim etmek üzere son kez gözden geçirdiğim bu günlerde sinemalarda ilk günlerini yaşıyor. Eleştirmenlerden olağanüstü olumlu yazılar ve tepkiler gelmeye devam ediyor. Bugüne kadar Antalya, Ankara Kuir Fest, Londra Türk Filmleri Festivali gibi yerlerde, ancak birkaç yüz kişilik seyirci gruplarıyla buluştu. Salonlardaki ve gelecekteki kaderini çok merak ediyorum.