“Summertime... Bu şarkının Ella Fitzgerald ve Louis Armstrong’un birlikte söyledikleri eski bir yorumu hayatımın belirsiz bir evreye girdiği o zor günlere sesinin rengini verdi. Kazancı Yokuşu’nda oturduğum karanlık apartman dairesinde mono bir teypten, sokaktaysam ‘walkman’den durmaksızın Summertime’ı dinliyordum. Summertime beni içine alıyordu, beni kışkırtıyordu, düşlere sürüklüyordu. Her seferinde parçanın ortasına doğru “Tamam bu son, artık dinlemem” diyordum ama Ella Fitzgerald son defa “Hush little baby” deyip arkadaki büyük orkestra son notaları çıkarınca, sıcak bir kucağa geri döner gibi yeniden başa alacağımı ve sonsuza kadar bu şarkının ılık havasına kapanıp yaşamak istediğimi anlıyordum.”
1987’de Amerikan Güzeli diye bir hikaye yazdım, bu itirafla başlıyordu. Jazz’ Best adında toplama bir kaseti askere giderken küçük bir dükkandan almıştım. Dört beş ay boyunca elimde sadece o standart parçalardan oluşmuş kaset vardı dinlemek için. 22 yaşındaydım. Karadeniz kıyısında bir denizci birliğinde “Katip-Er” olarak kısa dönem askerlik yapıyordum.
Her şeyin gerçek muharipler için tasarlandığı bu topçu birliğinde her türden yazı-mazı işlerine tabii ki dapdaracık bir yer ayrılmıştı. Yazıhane dediğimiz oda ufak bir tuvaletten biraz daha büyüktü. Önümde daktilonun durduğu duvara dayalı bir sehpa, sandalyeye oturup biraz kaykılınca arkamdaki duvara değebiliyordum. Bir dosya dolabı da benimle birlikte bu daracık odayı paylaşıyordu. Dışarıda akıp giden güzel bir yaz vardı. bulunduğumuz tepenin aşağılarındaki plajdan, çocukluk günlerimden çok iyi hatırladığım kesintisiz bir cıvıltı geliyordu. Hergün neredeyse sekiz saat boyunca o loş yazıhaneden çıkmadan birliğe teslim olan, geç teslim olan, izne giden, terhis olan vs askerler hakkında; birliğin sabun, giysi, yiyecek istihkakları hakkında ve daha bir sürü şey hakkında rutin mektupları daktiloya çekiyordum; gelen-giden evrakı imzalara çıkarıyordum, gelenleri deftere kaydedip dosyalarına kaldırıyordum. Bir yandan da küçücük hoparlörlü bir gazeteci teybinden günde neredeyse sekiz saat Summertime’ı dinliyordum.
Bu walkman büyüklüğünde mono teyp-radyo askerden önce son çalıştığım yönetmen olan Ertem Eğilmez’in hediyesiydi. Senaryo çalışırken doğaçlama oynadığı diyalogları kaydetmek için almıştık bu teybi, senaryo bitince de bana vermişti.
Ertem Eğilmez küçükken yazlık sinemalarda yeniden yeniden seyrettiğimiz “Hababam Sınıfı” dizisinin, Münir Özkul ve Adile Naşit’li “Gülen Gözler”, “Süt Kardeşler”, “Oh Olsun”, “Neşeli Günler” gibi klasik komedilerin yönetmeni ve yapımcısıydı. Çocukken bizi gülmekten yerlere yatıran filmleri çekebilmek için (ve herhalde bir takım başka dertler yüzünden) kendini yiyip bitirmiş, günde üç paket sigara içmiş ve şimdi ciğerlerinde amfizemle, bir deri bir kemik, evine ve bir koltuğa çakılıp kalmıştı.
Ben onun filmleri, bir sürü şarkı ve bir sürü kitap eşliğinde büyümüş, film okulunda okuyup senaryolar yazmaya başlamıştım.
Ertem Eğilmez, ona biraz yakın olan herkesin deyişiyle Ertem Abi, ilk senaryom “Teyzem”in çekilmesine önayak olan kişiydi. Onunla o yılların en ünlü oyuncusu Müjde Ar sayesinde tanışmıştım. Evine ilk kez “Teyzem”i anlatmak için gitmiştim. Bana bir küçük tanrı gibi anlatılan adamın, iki büklüm, zorlukla yürüyen biri olduğunu görünce biraz hayal kırıklığına uğramıştım. Ama Ertem Abi konuşmaya başlayıp beni yörüngesine aldığında, kendimi yazdığım senaryonun inceliklerini filan anlatmayı bırakıp, doğrudan gerçek teyzemin, gerçek hikayesini anlatırken bulmuştum. Ertem Abi’de insanın bütün yapmacıklığını, bütün savunmasını yıkan ve bir anda en çıplak haliyle konuşma ve kaderiyle yüzleşme zorunda bırakan tuhaf bir karizma vardı. Hayatta bu tür insanlarla karşılaşmamışsanız- ki ender bir deneyimdir- bu söylediğimi biraz zor anlarsınız.
Neyse, karşısında oturuyordum. Ellerimi nereye koyacağımı bilemiyordum. Biraz kekeleyerek hikayemi anlatmaya başladım. Sonuna doğru biraz açıldım ama hepsi hepsi beş dakika içinde herşey bitti. Ertem Abi beni dikkatle dinledi, dinlerken yüzünde önce utangaç bir gülümseme, sabırsız, sanki sözümü her an kesecek bir ifade; sonra da acayip bir durgunluk, bir dalgınlık belirdi. İçin için korktum ama bu ifadeyi önümüzdeki bir yıl içinde tanıyacak ve bir şeyi beğenip gerçekten ilgi duyduğunda böyle baktığını öğrenecektim.
“Teyzem” film olarak çekildi, bu ayrı bir hikaye, ondan sonra Ertem Abi bana kendisi için bir senaryo yazmamı teklif etti.
Askere gelmeden önceki bir yılı onun evinde haftanın beş gecesi senaryo çalışarak geçirmiştim. Evi sinema çevresinin uğrak yeri; akıl danışma, fikir sorma, senaryo önerme durağıydı. Senaryo çalışması dediğimiz, aslında Ertem Abi’nin uzun uzun yazdığımız filmin hikayesi, karakterleri hakkında konuşması, o an aklına gelen diyalogları bir meddah gibi oynamasıydı. Eve gelen ziyaretçiler de konuya ortak olur, Ertem Abi’nin tekrar tekrar anlattığı sahneleri dinler, fikir belirtirlerdi. Onun konuşmalarını teybe kaydeder, ertesi gün evde oturup kasedi dinler ve işe yarayacak şeyleri not ederdim. Bir manada yine “katip”lik yapıyordum yani, biraz lüks bir katiplik... Sohbet ya da Ertem Abi’nin monoloğu bir süre sonra senaryodan çıkar, tanıdık insanlara, eski filmlere, Türk Sineması’nın kendince bir endüstri olduğu eski şaşaalı günlere, açık saçık anılara ve daha bir sürü şeye uzanırdı. Ertem abi sinemanın teknik tarafına ya da kişisel anlatıma filan önem veren bir yönetmen olmamıştı. Onun için mühim olan, etkileyici bir hikayeyi en kısa yoldan, herkesin anlayıp etkilenebileceği bir şekilde aktarmaktı. Ama gençliğinde “titiz” bir yönetmenken, en küçük ayrıntılara bile neredeyse hastalık derecesinde nasıl önem verdiğini, mesela iki bayat köfteyi gerçeğe uygun olarak çekebilmek için akşamdan nasıl pişirttiğini, nasıl köftelerin çevresindeki donmuş yağ tabakasını görmek için beklediğini anlatırdı.
Küfür etmenin bu kadar yakıştığı bir başka adam görmedim. Ertem abi, her hikayesini bin bir detaylı küfürle süslemeye bayılırdı. Çocukluk, ilk gençlik yıllarının tüm hatıralarını tükenmez bir heyecanla anlatıp dururdu. 21 yaşında biri olarak benim, hiç bir zaman anlayamayacağım o “akord tutturma telaşı”ydı bu. Ertem Abi hatıralarından, hatıralarını paylaşmaktan medet umuyordu. Ertem Abi’nin alkollü şeyler içmesi yasaktı ama diğer misafirlerin suç ortaklığı etme kapasitesine göre buzlu viskiler sohbete eşlik eder, ikinci bardağın ve akşamın sonunda mutlaka Ertem Abi’nin gözlerini yaşartacak bir konu bulunurdu.
Evin pek çok şeyi gibi, aşınmış kadife kaplı koltukların düzeni de yıllardır aynı kaldığı için; çoktan ölmüş bir yazarın ya da oyuncunun adı geçtiği zaman bile Ertem Abi onun sürekli oturduğu köşeyi işaret ederek konuşurdu. “Sadık Abi bir gün dedi ki...” Sadık Abi’nin olarak benimsenmiş koltukta şimdi ben oturuyor olurdum, parmağı beni işaret ederdi. Kitaplıkta eski iş bir çalar saat sürekli çın çın çınıyla nadir sessizlik anlarını doldururdu.
Yazdığımız senaryo, bir sürü etken yüzünden, maalesef iyi bir film olamadı ama yazarken, Ertem Abi’nin yönetmenler, oyuncular, yazarlar, müzisyenler için buluşma yeri olan evindeki sohbetleri izlerken, hem sinemaya hem de hayata dair çok şey öğrendim.
Askerde gece nöbetleri bitmek bilmiyordu. Ertem Abi’nin hediyesi teybin radyosundan acayip istasyonlar bulur, nöbet saatlerinde gizli gizli müzik dinlerdim. En çok takıldığım program Varşova (sunucusu kendi dilinde varsva gibi birşey derdi) Radyosu’nda gece birden üçe kadar yayınlanan bir rock programıydı.
Askerliğin sonuna doğru, bir gece nöbeti sırasında radyoda feci güzel bir şarkı başladı, söyleyenin kim olduğunu bilmiyordum, şarkının ismini de Lehçe sunuştan anlayamamıştım ama birden İngilizce sözleri anladığımı, kısık sesli şarkıcının “Hush little baby, don’t you cry” dediğini farkettim. Bu bal gibi de Summertime’dı. Sunucunun sonraki lafları arasında “Canis Caplin” kelimelerini seçebildim.
Sonra sabah oldu, o zamana kadar hiç görmediğim büyüklükte bir deniz olan, insanda okyanus çağrışımları yaratan Karadeniz aydınlandı, denize bakarak Summertime’ı düşündüm ve askerden döndükten sonra Janis Joplin’in söylediği Summertime’ı her yerde deliler gibi aradım. Bulduğum zaman kaçınılmaz bir şekilde Summertime’a ikinci kere takıldım ve çok uzun süre Janis Joplin versiyonundan kurtulamadım. Hala ara sıra huşu içinde ziyaret ettiğim ve eskisi kadar çok olmasa bile iki üç tekrar için, içine gömüldüğüm bir şarkıdır.
Amerikan Güzeli’nde hikayeyi sanki Summertime tutkunluğum askerden önce başlamış gibi kurmuştum; insanın hayatını yazıyormuş gibi yaptığı sözde “otobiyografik” hikayelerde bile, hayatı üzerinde ufak tefek düzeltmeler yapması kaçınılmazdır çünkü.
Asıl büyük düzeltmeyi yapabilseydim, şimdi başka türlü yazmak isterdim ama askerlik dönüşü Ertem Abi’yle ilişkim koptu. Ben gençlere özgü o vefasızlık ve kayıtsızlıkla, başka türlü bir pırıltı gördüğüm yerlere burnumun doğrultusunda koşturdum. Ertem Eğilmez bir manada hayatının bütün tecrübesini özetleyen bir vasiyet filmini, bir zamanlar asistanı ya da öğrencisi olan yönetmenlerin yardımıyla yazıp, tekerlekli sandalyede çektikten sonra öldü. Buna inanmıyorum tabii ki. Yıllar sonra bugün bile, Gümüşsuyu’nda oturduğu evin önünden geçerken dönüp bakmamaya gayret ediyorum. Şimdi bir ofise dönüşmüş zemin katın penceresinden, Ertem Abi’nin koltuğunda oturduğunu ve karşısındaki insanlara sürekli hikayeler ve anılar anlattığını; öğütler ve emirler verdiğini göremeyeceğim için...
O bitmek bilmez gece sohbetlerinin sonunda herkes gittikten sonra yalnız kaldığımız bir sırada, iki viski sırasında taktığım şarkılardan, şarkı tiryakiliğimden filan bahsetmiştim. “Sen çok içli çocuksun yahu” demişti. “İyi sinemacı olacaksın, çok iyi olacaksın. Ama biraz bırak, böyle herşeye takma, çok içlendiğin şeyleri otur kitap olarak yaz, herşeyin sineması olmaz.”
Ben içli bir çocuk olarak görülmek istemiyordum. Derin, ağır ve akıllı bir adam olmak istiyordum. Herşeyin sineması olsun istiyordum.
Tabii ki zaman üzerimizden geçiyor ve herkesi ama herkesi daha içli, daha yüzeysel, daha akılsız, daha eli kolu bağlı yapmayı ve herkesi hizaya getirmeyi çok iyi biliyor. Ben bir istisna olmak isterdim, olamadım.
Bu yazdıklarımı Ertem Abi de okuyacakmış gibi yazıyorum, ne kadar isterdim okumasını... Yüzünde beliren utangaç gülümsemeyi görmeyi ne çok isterdim.
Bu yazı Öykülem dergisinin 2017 Sonbahar sayısında yayınlandı.