Yazdığım tüm senaryolar içinde yeniden çekmek istediğim tek işim Teyzem. 2012'de bir oyuncu arkadaşla birlikte, büyük bir yapım şirketiyle olumlu bir görüşme yapmıştık. Senaryoyu yeniden yazmıştım ama o günlerde maddi koşullar el vermedi, olamadı. Büyük bütçeli bir iş, şu anki sinema ortamında zor görünüyor ama bir gün çekeceğim o filmi. Teyzem benim kendi hayatımdan, teyzemin hayatından esinlenen bir hikaye. Ama bu hikayeyi yeniden çekmeyi başarırsam adı Teyzem olmayacak. Yaşanmış bir hikaye olduğu için elbette çok benzer noktalar olacak ama bambaşka bir film, başka bir yorum. Teyzem'le kıyaslanmayacağını umuyorum.
-Teyzem için, “Yıllarca o senaryonun samimiyetine yetişmeye çalıştım” ifadelerini kullanmışsınız. Hangi filminiz, Teyzem’in senaryosunun samimiyetine en yakın yerde duruyor?
9 bildiğim her şeyi unutup, sıfırdan kurduğum bir işti. Ara ve Nar'ı da sayabilirim. Son olarak Aşk, Büyü vs kendimden çok şey kattığım, o samimiyete yaklaşmaya çalıştığım işlerimden biri.
-Teyzem’in ardından 7 senaryonuz daha filme çekildi… Sonrasında sanırım sinemaya bir ara verdiniz. Reklamcılık alanında çalışmalar yaptınız. Peki senaristlikten yönetmenliğe geçişiniz nasıl oldu?
1990 - 2000 arası reklam ajanslarında çalıştım. 1996'dan başlayarak RPM'de, yaratıcı yönetmenliğin yanında reklam filmleri de çekmeye başladım. Çektiğim birkaç reklam ödüller aldı. Reklam çekmek setlerde, stüdyoda bana teknik deneyim kazandırdı. İlk filmim 9'u, sadece senaryo olarak değil teknik manada hayal edebilme imkanım oldu.
-2001 yılında yazıp yönettiğiniz ilk film 9, büyük bir başarı yakalayarak 2003 yılında Yabancı Film Oscar’ında Türkiye’nin adayı seçildi. İlk senaryonuzda ödül aldınız ve çok gençtiniz, ilk yönetmenliğinizde de bu önemli başarıyı yakaladınız. Bu ilk ve önemli adımların size kattıkları neler oldu?
Ödüller elbette yol açıcı, cesaret verici. Teyzem'in başarısı benim senaryocu olmamı sağladı. 9'un Türkiye'nin Oscar adayı seçilmesi de benim için çok büyük sürprizdi. Ama Oscar'da finaldeki beş adaydan biri olabilmek için, arkanızda büyük tanıtım desteği olması şart. Amerika'da olmanız, özel gösterimler, buluşmalar düzenlemeniz, ciddi bir PR etkinliği yürütmeniz gerek. Biz 9'u olağanüstü küçük bir bütçeyle yapmıştık, yapımcılar olarak filmin tanıtımını üstlenmek bir yana, Los Angeles'e gidecek paramız bile yoktu. O günlerde Oscar adayı filmlere devlet de destek olmuyordu. Dolayısıyla film diğer ülkelerin adaylarıyla birlikte Telluride ve Palm Springs festivallerinde gösterildi, finale kalması gerektiğini söyleyen birkaç güzel eleştiri çıktı, yıllar sonra 9'u o dönemde görmüş ve beni hatırlayan birkaç yabancı sinemasever ile tanıştım ama o kadar.
-Ertem Eğilmez, Atıf Yılmaz, Halit Refiğ gibi isimlerle çalıştınız… Yeşilçam’ın içinden gelmek, usta isimlerle çalışmak sinema hayatınızı nasıl etkiledi?
Yeşilçam'ın son günlerine yetişip bu büyük ustalarla çalıştığım, sinemayı onların yanında öğrendiğim için kendimi çok şanslı sayıyorum, onları çok sık anıyorum. Kendi filmlerim onların filmlerinden çok farklı, anlattığımız şeyler, üsluplarımız bambaşka. Ama onlardan iş ahlakını, ekonomik çalışma yöntemlerini, yaratıcı insanlara saygıyı öğrendim. Onlardan öğrendiğim temel ilkeleri hala uyguluyorum.
-Yeşilçam’ın ardından Türk sinemasına geçişi çok yakından gözlemleyen biri olarak; Yeşilçam ve şimdiki dönemi kıyasladığınızda arada ne tür farklılıklar var, neler değişti?
Türk sineması 90'lardan itibaren büyük bir değişim yaşadı. 80'lerde bağımsız sinemadan söz etmek imkansızdı. Öncü birkaç yönetmen sayesinde bir yandan bağımsız sinema gelişip, yabancı festivallerde kendini gösterdi. Öte yandan ticari sinema da kendini yeniledi ve büyük kitlelere hitap eder oldu. Son iki-üç senedir yeniden bir değişim (bu sefer geriye doğru) geçiriyoruz. Öncelikle seyirci sayısında kayda değer düşüşler yaşandı. Derken yapımcı-dağıtımcı şirketler arasında anlaşmazlıkla başlayan krize pandemi büyük bir darbe vurdu. "Şimdiki dönem" derken nasıl bir şey kast etmeliyiz, bilemiyorum. Bildiğim kadarıyla pandemi sonrası salonlar açıldı ama henüz seyirci sinemaya dönmüş değil. Bir çok salon kapanma tehlikesi yaşıyor. Şu an yapılan filmler, sinema kaynaklarından değil, digital platformlar ve bağımsız yapımcılar tarafından finanse ediliyor.
-Sizi yazmaya iten, sinemaya yönelten ana duygu nedir?
Bir tür "haksızlığa ititraz" duygusu. Yazdığım her şeyde, çektiğim filmlerde en belirgin ortak tema bu sanırım.
-Hikâyenin oluşum süreci, yazma süreci ve çekme süreci uzun bir yol… Bu yolculukta en zorlandığınız ve en keyif aldığınız kısım hangisi?
En çok acı çektiğim kısım hikayeyi bulmak ve senaryoyu yazmak, bir senaryo bitttiğinde dağları delmişim gibi bir duygu yaşıyorum. En zorlandığım kısım finans arayışı, çok zengin olmayı sadece bu yüzden isterdim. En eğlendiğim kısım elbette çekim ve kurgu-ses aşamaları, bütün zorluğuna ve kaçınılmaz aksaklıklara rağmen.
-Senaryo yazıp film çekmenizin yanı sıra yazdığınız kitaplar, çektiğiniz fotoğraflar ve çizimler var. Çok yönlü yanınız, filmlerinize nasıl yansıyor? Bu alanların birbiriyle etkileşim içine girip size farklı bakış açıları kazandırdığını düşünüyor musunuz?
Sinema dışında yaptığım her şey bence yine hayata sinemacı gözüyle bakışımın sonucu. Filmin çekemeyeceğim hikayelerimi oturup yazıyorum, kitap olarak yazıyorum. Çektiğim fotoğraflarda, yaptığım resimlerde de filmlerimin izleri var.
-Son filminiz Aşk Büyü vs.’yi yazma ve çekme sürecinizi anlatır mısınız? Hikâye nasıl ortaya çıktı, çekim süreci nasıl gelişti?
2016'dan itibaren yaz kış Büyükada'da yaşadım. Hikayeyi orada bir gün içinde geçmek üzere tasarladım. Baştan itibaren küçük bütçeli, kendi kontrolümde yapabileceğim boyutta bir proje hayal ettim. Selen Uçer ve Ece Dizdar'la işin en başından itibaren birlikteydik. Projenin her aşamasını birlikte yaşadık. 2019 kışında bir "fragman" çektik film için. Onu sosyal medyada paylaşıp finans arayışına girdik. Yapımcı-Yönetmen Tayfur Aydın filme yapımcı olarak, Mimar Fuat Volkan yapımcı ortak olarak girdiler. Film ekibinin çoğu benim ya da Tayfur'un yakın arkadaşlarıydı. Çok çok küçük bir bütçe ve ekiple, 12 gün içinde çektik filmi. Hiçbir pahalı ekipman, sinema ışığı, figürasyon, vb kullanmadık. Meslekte usta insanların bir araya gelip, profesyonel bir tasarımla ama gayet amatör bir heyecanla çalıştığı bir iş oldu.
- Mekân olarak neden Büyükada’yı tercih ettiniz? Ve filmin isminin bir öyküsü var mı?
Dediğim gibi adada yaşıyordum, oranın doğasından, mimarisinden çok etkilendim. Filmin ismi yazdığım bir diyalogtan çıktı. Karakterlerden biri "Aşk, büyü vesaire, bunlar aynı şeyler" diyor. Bir de 90'larda bir saç jölesi için reklam senaryosu yazmıştım, sloganı "Gençlik, güzellik vs" idi. Bir manada kendimden çaldım.
-Aşk, Büyü vs. çok sevildi, çok sayıda önemli ödüle değer görüldü. Film, izleyiciyi nasıl bu kadar içine aldı? Ve neden bu kadar çok beğenildi?
Bunun sırrını bilmiyorum açıkçası. Bilsem her filmimde uygulamaya çalışırdım. Bazı filmler, bazı hikayeler birden zamanın akışında, seyircide bir damar yakalıyor. Bu hikayenin de anlatılma zamanı gelmiş sanırım. Ama şunu söyleyebilirim: Aşk, Büyü vs karakterlerine dışarıdan bakmayan, cinsellik konusunu suistimal etmeyen, gerçek bir dert anlatmaya çalışan bir film. Ayrıca görsel-işitsel dili de benzer bir samimiyete sahip. Şu an TV ekranlarını dolduran şiddet içeren dizilere benzemiyor, Türk filmlerinin de çoğuna benzemiyor. Sanırım özellikle genç seyircinin bir "samimiyet" arayışına, ihtiyacına cevap verdi film.
-“İki kız bulur, hayatın sırrını, apansız mısrasında bir şiirin” sözleri ile başlıyor film. Edebiyat özellikle şiir sinemayı nasıl etkiliyor? Bir film izleyicisine nasıl “şiir gibiydi” dedirtebiliyor? Edebiyat ve sinema arasındaki ilişkiye dair yorumunuz nedir?
Ben edebiyatla hep iç içe oldum. Bazı sinemacıların esin kaynağı yine sinemadır. Benim için önce hayatın kendisi, sonra da edebiyat kaynak oldu. Şiir her zaman hayatımda büyük yer kapladı. Kendim hiç yazmadım ama şiir okumayı, İngilizce'den şiir çevirmeyi severim. Geçen Aralık ayından beri arkadaşlarla her hafta bir akşam çevrimiçi toplanıp şiirler okuduğumuz bir Şiir Kahvesi yapıyoruz. Bu salgın günlerini az ruhsal hasarla atlatmama sebep olan bir etkinlik oldu.
-Filmlerinizde öne çıkan karakterler kadınlar… Kadın karakterleri daha iyi yazdığınızı söylüyorsunuz. Bu filminizde de iki kadının aşkını anlatıyorsunuz. Vurgu yaptığınız noktalardan biri de sınıf meselesi… Reyhan, filmin bir sahnesinde ilişkilerine dair Eren’e “Zengin kız fakir kıza tutulur. Melodramın kralı.” diyor. Filmin Yeşilçam ile bağı nedir? Yeşilçam’a bu sahne ile bir selam verdiğinizi söyleyebilir miyiz?
Benim için filmin Yeşilçam'la bağı o diyalogtaki küçük şaka kadar. Bir Yeşilçam melodramında hiçbir şey bu filmdeki gibi olmaz sonuçta. Ama içinden çıktığım bir dünyaya, bir geleneğe "Zengin kız, fakir oğlan" filmlerine bir selam yollamak istedim.
-Aşk, Büyü vs.’nin Atıf Yılmaz’ın Düş Gezginleri filmiyle “bir his, bağlam ortaklığı” olduğu görülüyor. Düş Gezginleri, 1992’de Kültür Bakanlığı desteği ile çekilerek gişe rekoru kırabilen bir film olmuş. Aradan geçen yıllarda Türkiye’de neler değişti? Türkiye sinemasında kuir hikâyelerin temsili neden bu kadar az?
Türkiye'de LGBT karakterlerin olduğu filmler gişe yapmıyor. Düş Gezginleri iş yapmış ender bir örnek. Türk filmlerinin çoğunda gay karakterler ikinci, üçüncü derecede dekoratif unsurlar olur. Genellikle çok karikatürize çizilir. Toplum da bu konuda, genelde cinsellik konusunda dev bir iki yüzlülük içinde. Eşcinsellik yokmuş gibi yapılıyor. Tecavüz, taciz, cinsel suçların tavan yaptığı ama tüm suçların ört bas edildiği ve erkeklerin "namus"unun temiz kaldığı bir ülke. Cinsellik konuşulamıyor. Konuşulmadıkça daha zehirli, tehlikeli bir birikim doğuyor. 90'larda da daha iyi değildi durum. Ama günümüzde iktidar, kutuplaştırma siyasetinin sonucu olarak LGBT birey ve dernekleri şeytanlaştırıyor, hedef gösteriyor. Bütün bunların sonucunda ticari yapımcılar bu konuları işlemekten korkuyorlar, kanallar yer vermek istemiyor.
-Ve yeni kitabınız, ilk çocuk kitabınız, Ada ile Böcü… Resimleyen de sizsiniz, yazan da. Bir çocuk kitabı yazma fikri nasıl ortaya çıktı?
Artık yetişkin insanlar olsalar da, zamanında kızlarıma çok çocuk kitabı okudum. Onlarla birlikte keyif alırdım kimi kitaplardan. Çocuk kitabı yazma fikri hep aklımın bir köşesindeydi ama sanırım her şeyin bir vakti var. Yetişkinler için onca film ve kitaptan sonra galiba çocuklar için bir kitap tasarlayacak olgunluğa ancak gelebildim.
-Çocuklar için yazıp çizmek nasıl bir deneyim?
Yetişkinlere yazmaktan daha zor. Genelde yazar çizerken, okuru, seyirciyi unutuyorum. Kendim gibi, çekincesiz konuşabiliyorum. Çocuklarla öyle olması zor. Elbette belli sınırları gözetmek zorundasınız. Ama bir yandan sesinize bebekçe bir ton verip "n'apıyosun çen?" gibi çocuk taklidiyle konuşursanız, çocuklar sizi ciddiye almıyor. Ders veren, üstten konuşan kitapları zaten sevmiyorlar. Belli sınırlar içinde yine yetişkinlerle konuşur gibi seslenmeniz gerek onlara.
-Karlı bir kış günü Kadıköy İskelesi’nden kalkan bir vapurda geçen hikâyenin baş kahramanı Ada, hayal dünyası çok geniş bir çocuk. Sizin çocukluğunuzdan izler taşıyor mu bu hikâye?
Benim çocukluğum Ege köylerinde, sonra da İzmir'de geçti. İstanbul'u, vapurları, karı sonradan tanıdım. Ama benim de hayalgücüm Ada gibi genişti diyebilirim. Onun gibi biraz yalnız bir çocuktum. Bir köşeye çekilip kendi kendime "masal anlatmak" çocukken en sevdiğim şeydi. Elimin altındaki nesnelerle bir hayal sahnesi kurardım, taşlar, deniz kabukları, anahtarlar canavar ya da savaşçı olurdu, arenalarda kalelerde maceralar yaşarlardı. Kendimi kaybederdim bu "masal"ların içinde. Çerden çöpten kurduğum hayaller şimdiki bilgisayar oyunlarından daha canlıydı.
-Diğer kahraman “Böcü”, o bir “öteki” o soğukta vapura alınmıyor. Ada onun vapura girmesini sağlıyor, Böcü mutlu, Ada da yalnız değil artık… Filmlerinizdeki gibi çocuklar için olan bu hikâyede de haksızlık yaşayanları anlatmaya, savunmaya çalıştığınızı söyleyebilir miyiz?
Evet, bütün işlerime yayıldığını söylediğim "haksızlığa itiraz" teması burada da var. Ama ben Ada kadar cesur bir çocuk değildim, o benden daha girişken. Böcü'yü kurtarmak için harekete geçebiliyor. Ben o yaşta herhalde ancak seyreder ve üzülürdüm, sonradan da hikayesini yazardım, kitaptaki gibi kurallara meydan okuyamazdım.
-Üzerinde çalıştığınız projeler var mı? Bir film projesi için mi Glasgow’da bulunuyorsunuz?
Glasgow'a üniversiteden bir arkadaşımın davetiyle geldim. Film projesi sonradan gelişti. Burada geçen İngilizce bir senaryo yazdım: Mrs Kara Goes to Glasgow. Türk bir kadının Glasgow maceraları. Buralı bir yapımcıyla tanıştım, senaryoyu çok beğendi, birlikte çalışmaya karar verdik. Film şu an finans arayışında, yapımcı çeşitli fonlara başvurdu, bütçe toparlanabilirse çekeceğiz. Şu an en büyük hayalim bu. Evlere kapandığımız günlerde oldukça üretken bir dönem geçirdim. Türkiye için de çalıştığım işler oldu. Bir dizinin genel hikayesini geliştiren ekipte yer aldım. Kerem Ayan'ın çekeceği bir film için yeni bir senaryo yazmıştım, burada bitirdim: Oregon adı.
-Son olarak İzmir ile ilgili duygu ve düşüncelerinizi paylaşır mısınız?
İzmir doğduğum, büyüdüğüm, dünyayı ilk tanıdığım şehir. 20 yaşımdan beri, kısa aile ziyaretleri dışında bir daha uzun süreli yaşamadım orada. Ama anne-babam hala oradalar, her gelişte "evimdeyim" duygusunu aldığım şehir. İzmir'in uygarlığını, rahatlığını, canlılığını çok seviyorum, çok özlüyorum.