2 Kasım 2020'de, Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, Açılış Dersi olarak yaptığım konuşmanın metni.
Çok tuhaf zamanlardan geçiyoruz. Gerçi diyeceksiniz ki, tuhaf olmayan zaman var mı? Hatırlayabildiğim zaman içinde, üç darbe, depremler, sayısını unuttuğum ekonomik kriz, siyasi kriz, işsizlik, ne varsa yaşadım. Ama bugünler gerçekten başka. Şu an hayatta olan hiç kimsenin görmediği büyüklükte, dünya çapında bir salgın hayatımızı ele geçirmiş durumda. Dünyada kaçacak hiçbir yer yok, herkesin başı aynı belada.
Tabii insan inanılmaz uyum yeteneği olan bir yaratık, 8-9 ayda normalleştirdik her şeyi, bakın, online ders diye bir şey icat ettik, dersleri burada yapıyoruz. Geçen sene böyle bir şey hayal bile edemezdik herhalde.
Şahsen benim hayatımda çok şey değişmedi, günlerimin çoğu zaten şu ekranın başında geçiyordu, Ocak ayında ülke değiştirdim, İskoçya’ya geldim ama geçen sene nasıl yaşıyorsam yine oldukça benzer bir şekilde yaşıyorum.
Ama bakış açımız değişti. Artık hiçbir şeye eskisi gibi bakamıyoruz. Salgın, hayata bakışımızı, tüm perspektifimizi değiştirdi her şeyi daha berrak bir hale getirdi… Daha da değiştirmeye devam edecek. Bu salgın bittiğinde eski “normal” devam etmeyecek, edemeyecek.
Zengin yoksul, doğulu batılı, hristiyan müslüman budist ya da musevi dinlemeden herkese aynı şekilde saldıran bir virüs bir manada insanlığı eşitledi.
Ama aynı zamanda mevcut eşitsizlikleri ve çatışmaları, her zamankinden çok daha belirgin bir hale getirdi.
Bu yeni dünyada herkes maske takmaya mecbur. Ama dünyanın hakimleri, güç sahipleri her zamanki maskelerini fırlatıp attılar. Çünkü artık rol yapmaya gerek kalmamış gibi. Artık kartlarını açık oynuyorlar.
Çünkü salgın dünya çapında eşitsizlikleri altını çize çize, gözümüze zorla sokarak gösterdi. “Herkesin eşit olduğu ama bazılarının daha eşit olduğu” hiç bu kadar açık şekilde ortaya çıkmamıştı.
Dünyanın her yerinde virüs kapan güç sahiplerine daha kolay, daha sık test yapılıyor, onlar daha öncelikli ve hızlı tedavi görüyor, deneme aşamasında bile olsa yeni çıkan ilaçlardan faydalanabiliyor. Ölenlerin çoğu yine toplumların alt katmanlarındaki güçsüzler. Amerika Birleşik Devletleri’nde en çok ölenler Afrika kökenlilermiş örneğin.
Dünya çapında ülkeler arasındaki eşitsizlik uçurumu da son derece açık bir şekilde görünür oldu artık, görünmez bir virüs sayesinde. Üretilecek aşılara hangi ülkeler öncelikli ulaşacak, varolan grip aşılarına kimler ulaşabiliyor, bunlara bakmak yeter.
Dünya kimi zamanlarında daha umut dolu oluyor, her şey daha parlak görünüyor. Kimi zamanlar da işte.. Pek parlak değil… Umarım içinizi karartmıyorum konuştukça.
Ernst Gombrich’i çoğumuz Sanatın Öyküsü adlı baş yapıtıyla tanırız. Ama bir de “genç okurlar için” yazdığı Kısa Dünya Tarihi adında ufak bir kitabı var. A Little History of the World.
Gombrich kitabında, tarih boyunca uygarlıkların yükselişi ve düşüşünü, fikirlerin ortaya çıkıp sonra yok oluşunu dalgaların iniş çıkışına benzetiyor. İnsanlık sanki bir dalga ya da zıt uçlar arasında bir sarkaç gibi, bir uçtan tam ters tarafa salınıyor. Dev fikirler dev etkiler doğuruyor, ardından da dev tepkiler.
Bütün insanların eşit haklara sahip olduğu fikri bir toplum çoğunluğu tarafından, tarihte ilk defa Fransız Devrimi sırasında kabul edilmiş. Aristokrasi, soylular, dini sınıf ortadan kaldırılmış, ya giyotine gönderilmişler ya da Fransa dışına kaçmışlar. Kendi kendime, peki çok sonra yaşamış markiler, baronlar nereden çıkmış diye merak ediyordum. Cevabı yine Gombrich’in kitabında buldum. Fransız Devrimi sonrasında büyük bir askeri deha ortaya çıkıyor: Napoleon. Napoleon büyük bir hırsla, Avrupa’yı ve dünyayı fethetmeye girişiyor. Gittiği her yere de aydınlanmacı fikirleri yayıyor. Ama bunun karşısında çok geç kalmadan ilerlemenin, aydınlanmanın tam zıttı, tutucu tepkiler oluşuyor. Avrupa’nın gerici hakim güçleri birleşip Napoleon’u ortadan kaldırıyorlar ve aristokrasiden artakalanlar bütün o markiler, markizler, bilmemkimler, Fransız Devrimi’nin üzerinden elli yıl geçmeden eski konumlarına dönüyorlar. Eski düzen yeniden kuruluyor.. Ta ki dalga yeniden kırılıp, sanayi devrimi her şeyi yeniden ve tamamen değiştirene kadar…
Bu söylediklerim tarih uzmanlarına basit gelebilir. Ama bazen herseyi daha açık göstermek için basitleştirmek, özetlemek gerekiyor sanırım.
Şimdilik, yarım yüzyıldan beş yıl daha fazla yaşadım. Tarihin iniş çıkışlarını, sarkacın karanlıktan aydınlığa zıt uçlar arasında gidip gelişini kendi hayatımda da tecrübe ettim:
Bizim kuşak o günleri yaşamamış olsa da, 68’in isyancı ruhunu sevmiş, o günlerin ruhuna çok şey borçlu bir kuşak. Biz Easy Rider’daki motosikletli maceracıları sevdik. Hair’deki savaş karşıtı hippileri, Serseri Aşıklar’ın ya da Bonnie and Clyde’ın isyancı sevgililerini sevdik. Guguk Kuşu’nun otoriteye başkaldıran delilerini sevdik. Onlara özendik, dünyaya bakışımız onlara benzedi.
Oysa Hollywood bugünlerde Guguk Kuşu’ndaki baskıcı hemşire Ratched’in dizisini, Bonnie ve Clyde’ı öldüren polislerin filmini yapıyor. Hippileri alev makinasıyla yakan “kahramanlar” var şimdi. Sokak isyanları Joker filminde bir delinin peşine takılmış, amaçsız, manasız çapulcular olarak gösteriliyor. Hollywood geniş kitleleri kandırıyor demek zor, çünkü daha kötü bir gerçek var. Geniş kitleler bunları seyretmek istiyor.
1960’larda dünya çapında ciddi bir özgürlük arayışı, bir başkaldırı yaşanmış. Etkisi çok uzun süren ve tüm dünyaya yayılan bir başkaldırı. Sistemin hakim güçleri o başkaldırıyı 70’lerden itibaren bastırmışlar ve kontrol altına almışlar. 90’ların başında Sovyetlerin çöküşü ve tek kutuplu bir dünyaya geçişten sonra da kapitalizmin insafına kalmış ve bir daha kendine gelememiş dünya…
İnsanlık bugünlerde yine dalganın kırılıp karanlık bir yere savrulduğu zamanları yaşıyor. Dünyanın her yerinde popülist, otokratik yönetimler işbaşına geliyor. Daha 75 yıl önce Avrupa’da faşizme karşı savaşan Amerikalıların torunları bugün beyaz üstünlükçü, neo-nazi olabiliyor. 21. yüzyılda düz dünya fikrini, aşı karşıtlığını, bilim karşıtlığını, savunan insanlar çıkabiliyor. Bilginin zorla baskı altında tutulduğu ülkelerden bahsetmiyorum, özgür batı ülkelerinde de çıkıyor bu insanlar.
Cehalet, ırkçılık, yabancı korkusu yükseliyor hatta özellikle teşvik ediliyor. Black Lives Matter gibi, Occupy gibi, Gezi gibi, Hong Kong’daki isyanlar gibi ciddi direniş hareketleri de var ama bunlar iktidarlar tarafından kanlı şekillerde bastırılıyor, propaganda makineleri tarafından şeytanileştiriliyor.
Dünya Shakespeare’in 400 yıl önce yakındığı gibi bir yer sanki bugünlerde:
66. Sone. (*)
Yoruldum hep bunlardan, ölüp gitsem diyorum
Hep sahici insanlar yoksulluğa mahkum,
Hep en sahteler, parlak süsler içinde,
Hep saf inançlar uğramış ihanete,
Hep şan şeref kalmış şerefsizlere,
Hep ırzına geçilmiş en temiz değerlerin,
Hep hakikatin adını çıkarmışlar yanlışa,
Güçlüyü topal etmiş, hep yalan, hile hurda,
Hep iktidar kesmiş atmış dilini sanatın,
Oyuncak olmuş elinde sözde ustaların
Basit gerçeğin adı olmuş sana basitlik
Hep kötülerin eline esir düşmüş iyilik,
Bıktım, yoruldum evet, çekip gitsem diyorum
Ama yalnız kalır aşkım, tek bundan korkuyorum
Dünya böyle bir yer oldu yine evet.
Her yerde dedikleri gibi “post-truth” çağındayız. Hakikat sonrası. Hakikat ötesi. Hakikatleri yok saymak, görmezden gelmek, gizlemek, hatta yok etmeye çalışmak, yalanı el altındaki makul bir silah olarak görmek, bir gün söylediğinin tam tersini ertesi gün söylemek… Bunlar günümüzde gayet kanıksanmış, gayet kabul görmüş hatta alkışlanan ve destekçi bulan tavırlar.
Dünyanın geneline yayılan bu kötülük dalgasından elbette ülkemiz de bağımsız değil.
Ülkemizde de eleştirel akıl sahibi olmak, hakikate dayalı bir fikir geliştirmek ve bunu dile getirmek sosyal medyada cinnete ve lince yol açıyor. Herhangi bir konuda, cinsel, politik, ekonomik, kültürel vb ne olursa olsun, eğer çoğunluğun söylediğinden bir milim farklı bir fikriniz varsa ve bunu açıkça dile getiriyorsanız hemen muhalif damgası yiyorsunuz ve saldırıya uğruyorsunuz. Sosyal medyada başlayan saldırıların ve ihbarların nerelere vardığını da görüyorsunuz.
Bu sadece Türkiye’de değil, Çin’de de, Rusya’da da, Macaristan, ya da benzeri bir çok ülkede böyle. Amerika’da bir yere kadar fikir özgürlüğü var ama onu ortadan kaldırmak isteyen bir adam 4 senedir başkanlık yapıyor ve söylediklerini onaylayan milyonlar var peşinde.
Peki böyle bir dünyada, böyle bir ortamda, bir iletişimci ne yapabilir? Bir iletişimciye düşen görev nedir?
Öncelikle koşullar ne olursa olsun hakikatin peşinde olmak ve yalnızca hakikate sadık olmak temel görev bence.
Aslında her dönem, hakikatin dönemi. Hakikatin modası geçmez, “hakikat-sonrası” lafı içinde yaşadığımız kötülükler devrine bir yakıştırma sadece, şu anda da hakikatten vazgeçmemek en önemli şey.
Hakikatten vazgeçenler mevki sahibi, mal mülk sahibi olabilir ama gece rahat uyumak çok önemli. Kötü uyku bağışıklık sistemini bozuyor biliyorsunuz.
Gündüz söylenen yalanlar, saklanan gerçekler gece yastığın altından çıkar.
Böyle bir atasözü var mı bilmiyorum şu an uydurdum sanırım.
Diyeceksiniz ki boş mideyle, ya da çatısı akan, rutubetli bir evde, ya da hapiste ya da sürgünde uyumak da zor. Güç sahibi olmak daha iyi.
Bence değil.
Gençliklerinden itibaren tanıdığım kimi insanların güç, mevki, para uğruna hayallerinden, ideallerinden vazgeçtiklerine tanık oldum. Güce taptılar, onun bir parçası olmaya çalıştılar, bir kısmı olmayı başardı da. Ama çok mutsuz ve pişman olduklarına da tanık oldum.
Meşhur sözü bilirsiniz: Hakikatin er ya da geç ortaya çıkma huyu var. Her dalganın inişi olduğu gibi çıkışı var. Zaman değiştiğinde sevdiklerinizin, yakınlarınızın, çocuklarınızın yüzüne gururla bakabilmek çok önemli. “Ben hakikatin tarafında durdum, onu bulmak, onu dile getirmek için çalıştım” diyebilmek çok önemli.
Ben senaryo yazarı ve yönetmenim. Bir sanatçının toplumda olup bitene, “gündeme” sırtını dönebileceğine inananlar var. Hatta bunun sanat için iyi olduğunu düşünen sanatçılar da var. Güçlüler ve güçten yana olanlar da buna inanır, sosyal medyada sesi çok çıkan oyunculara, müzisyenlere “sen sanatına bak siyasete karışma” diyen çok kişi oluyor. Sadece bizde değil son dönemde Amerika’da da böyle bu. Sanatın siyasetten bağımsız, hakikate değil yalana, yapay olana, uydurmaya dayalı olduğunu düşünenler çok.
Ama gerçek bir sanatçının en “uydurma”, en hayale dayalı yaratımında bile hakikate dair bir damar vardır. Daha doğrusu, yaptığı şeye sanat diyebilmemiz için, o hakikat damarı mutlaka olmalıdır.
İster sanatla uğraşın, ister iletişimin herhangi bir alanında çalışın, hepimizin hakikate karşı bir sorumluluğu olduğunu düşünüyorum.
Yıllar önce bir TED konuşması izlemiştim. (**) Nöroloji uzmanı Dr. Vilayanur Ramachandran’ın yaptığı bir konuşma. Bu konuşmanın bir yerinde doktor Ramachandran şöyle bir şey anlatıyor.
Beynimiz, anne karnında gelişirken önce bir tenis topu gibi tek parçaymış. Fetüs geliştikçe, beyin de loblara ayrılıyormuş ve kıvrımlar oluşuyormuş. İşte konuşma merkezi, işitme merkezi, koklama merkezi vesaire oluşuyor. Fakat bazı insanlarda o loblar oluşurken çok ince, nöron düzeyinde ince bağlantılar kalıyormuş. Bu durumun ortaya çıktığı insanlar mesela koku ve görme duygularını ortaklaşa yaşayabiliyorlarmış. Mesela pembe ile belirli bir kokuyu özdeşleştirebiliyorlar, ya da 5 sayısını bir notaya benzetiyorlar, ya da m harfi yumuşak diyebiliyorlar. Buna sineztesi adı veriyorlar. Ve yapılan araştırmalara göre sanatçıların çoğunda sinesteziye rastlanıyormuş. Yaratıcı insanların çoğu sinestezi geliştiyor. Çünkü beyinlerinde duyu merkezleri arasında o sinirsel bağlantılar bulunuyor. Yani yaratıcılık bir manada beyindeki bir kısa devreden kaynaklanıyor.
Ben sanatçılara verilen yeteneği, bir ayrıcalık ya da üstünlük gibi değil, bir yük, bir tür sorumluluk olarak görüyorum. Sanatçılar çevrelerindeki herkesten daha duyarlı olabiliyor. Toplumdaki aksaklıkları, işlemeyen şeyleri onlar önceden hissedebiliyor. Mesela Kafka’nın 20 yüzyıl başında yazdığı romanları, 20 yüzyılda yaşanacak hayata dair kehanet gibi unsurlarla doludur. Amerika romanının sonunda, Oklahoma Tabiat Tiyatrosu bölümünde, insanları bir hipodromda toplar yaş, cins, geçmişlerine göre gruplara ayırır ve trenlere doldurup bilinmeyen bir yere gönderirler. Sanki İkinci dünya savaşı sırasında Yahudilere yaşatılan soykırımı, 40 sene önceden uğursuz bir kabus gibi hayal etmiştir Kafka. O yüzden 20. Yüzyıla Kafka yüzyılı diyenler var. Ama Kafka yazdıklarının çok büyük kısmını yayınlamadan çok genç yaşta ölmüş. Bazen bir sanatçının hissettiği şeyleri söylemesi, yazıp-çizmesi tehlikeli de olabilir. Günün ahlakına, siyasetine, yasalarına aykırı da olabilir. Bu yüzden hissettiklerinin ağırlığı altında ezilen bir çok sanatçı alkolik, bağımlı vs olabiliyor.
İşte sorumluluk derken bunu kastediyorum. Sanatçılar bir bilim adamı gibi verilere dayanarak değil ama hissederek, duyarlılıkları sayesinde toplumun sinir uçları yerine geçebiliyorlar. Sinir uçları nasıl dokunmamamız gereken yakıcı bir nesneyi beyne hemen haber veriyorlarsa, sanatçılar da başkalarının görmediği şeyleri görüp önceden haber verebiliyor. Demek ki içinden gelen sesi dinlemeyip, içgüdülerine, hislerine değil de piyasanın koşullarına, güç sahiplerinin isteklerine göre sanatını icra eden bir sanatçı önce kendine sonra da yaşadığı topluma karşı görevini yapmıyor.
Bir yerde yangın olduğunu görüp haber vermemek gibi bir şey bu.
Bir sanatçı hakikate karşı sorumlu olduğunu, toplumun hayati önemde sinir uçlarından biri olduğunu çok iyi bilmeli ve kendisini buna hazırlamalı.
Sanat ve sanatçılar hakkında bütün bu söylediklerimin bir metafor olarak anlaşılmasını isterim: Elbette sanata doğrudan bir vazife atfetmiyorum. Sonuçta bir sanat yapıtı bize bir yol göstermekle, derdimize çare bulmakla sorumlu değildir. Sanat bize dünyaya daha büyük bir dikkatle bakmayı, baktığımız şeyde farklı anlamlar aramayı, dünyadan aklımızla ve duyularımızla zevk almayı öğretebilir. Onu işe yarar bir getirmek bize kalmış.
Hangi bölümde olursanız olun, ister sanatla uğraşın, ister gazetecilik, reklam ya da halkla ilişkiler… Size okulun bu yeni yılında ve önünüzdeki yıllarda her şeye rağmen yılmadan çalışacağınız ve sevdiğiniz işi yapabileceğiniz bir dünya diliyorum.
* Çeviri: Ümit Ünal
**https://www.ted.com/talks/vs_ramachandran_3_clues_to_understanding_your_brain?language=tr