Tuesday, 1 December 2020

Gelecek Gelmiş. - Express'ten



Bilim kurgu filmi Looper'da kiralık katil/zaman yolcusu Joe ile patronu Abe arasında şu diyalog geçer: Abe: Çin'e gitmen lazım. / Joe: Fransa'ya gidiyorum. / Abe: Ben gelecekten geliyorum, Çin'e gitmen lazım.

Yolum Çin'e düştü. Altı yıldır yurt dışına çıkmamıştım. Gittiğim ilk yerin, on saat uçuş ve beş saat dilimi ötede, dilini anlamadığım, insanları, kokuları, yemekleri, bitki örtüsü çok başka bir yer olması lazımdı. Shenzhen'e (Çince telaffuzu Şıncın'a yakın) gittim. 

İzmir Kısa Film Derneği etkin çalışan bir kurum. Yöneticisi Yusuf Saygı ve sinemacılardan oluşan bir grup Shenzhen'de yapılan 9. Çin Uluslararası Yeni Medya Kısa Film Festivali sırasında, festival merkezinde bir bölüm açtılar ve “Focus On Turkey” isimli, Türk sinemasını, Türkiye'de sinema yapımını, eğitimini tanıtan bir sunum gerçekleştirdiler. Festival yöneticileri jüride bir Türk yönetmen olmasını istemiş, onlar da beni önermişler. İzmir Kalkınma Ajansı İZKA onların gelişini desteklemiş, festival de benim harcamalarımı üstlendi. Yağmurlu ama sıcak bir Kasım akşamı kendimizi Shenzhen'de bulduk. 


Shenzhen, Hong Kong'un biraz kuzeyinde küçük bir balıkçı kasabasıyken, şehirlerin ömrüne göre çok yakın bir tarihte, 1970'lerin sonunda kurulmuş bir şehir. Hong Kong'a alternatif bir “özel bölge” olarak devlet tarafından teşvik edilmiş, bugün Çin'in bilişim, iletişim, finans vb konularında en önemli merkezlerinden biri, bir “tech-hub” olmuş. Resmi nüfus 12 milyon ama gayrı resmi sayının 20 milyonu aştığı söyleniyor. Dev ve yepyeni bir şehir. Eski, tarihi, geçmişe ait bir şey yok. Belki de bunun eksikliğiyle şehir merkezinde Çin'in geçmişini yansıtan bir park kurmuşlar, Çin Seddi dahil eski Çin'e ait ne varsa burada minyatür versiyonlarını görmek mümkün. Tropik ağaçlarla dolu parkların arasından led aydınlatmalı gökdelenler yükseliyor. Her şey yeni, yüksek, büyük ve parlak.  


Katıldığımız festival de çok büyük bir organizasyon. Dünyanın her yerinden onlarca kısa film yönetmeni ve diğer konuklar ağırlanıyor. Açılış ve kapanış geceleri görkemli TV gösterileri olarak tasarlanmış, dev sahnelerde saat gibi aksamasız, dakik törenler yapılıyor. Biraz Eurovision-vari kitsch dünyasına kaçsa da, etkileyici. Bizim Antalya, Adana vb festival açılışlarından daha büyük ve profesyonelce diyebilirim. Rehberim ve çevirmenim Penny'ye “Kısa film festivali için bu kadar büyük bir açılış beklemiyordum,” dedim. “Çin'de her şey böyle kocaman,” dedi. Diğer bazı Uzak Doğu ülkelerinde olduğu gibi burada da insanlar kendilerine Çince isimleri haricinde, telaffuzu kolay bir İngilizce isim seçiyorlar. Penny, Ümit'i ilk anda okuyamadı ve “İngilizce isminiz yok mu?” diye sordu.  


Yakın bir ülkeye gidip de ağaçlar, bitkiler aynı kalınca insan tam anlamıyor ama bitki örtüsü değişince gerçekten yabancı bir ülkeye geldiğini fark ediyor. Shenzhen subtropikal iklimiyle bir yandan çok uzak ve yabancı bir yandan da çok yakın ve tanıdık. Otobüs garajında bağıra bağıra yolcu kapmaya çalışan taksiciler çok tanıdık. Biri manevra yapamadığında beliren “Gel abi, sağ yap, gel, gel”ciler çok tanıdık. Misafirperverlikleri tanıdık. Yemekler elbette tanıdık değil ama otellerde yapılan şaşaalı düğünler stüdyo fotoğraflarına kadar çok tanıdık. İnsanların çekingenliği, sokakta bir şey sorduğunuzda yüzlerinde beliren yarı şaşkınlık yarı kuşku çok tanıdık. Tertemiz sokaklarda evsiz, dilenci, taşkın sarhoş, tacizci yok ama bolca polis ve güvenlik görevlisi görmek tanıdık. Özellikle yoksulların yüzlerinde gördüğüm içselleştirilmiş hiyerarşi çok tanıdık. Bizdeki gibi uzun uzun konuşmalar yapan resmi görevliler mekanı teşrif ettiğinde herkeste oluşan korkuyla karışık askeri huşu çok tanıdık. Onlar yokken yapılan “Bunlar da hep böyle” yakınmaları da...


Shenzhen Üniversitesi'nde bir masterclass yaptım. Pazar sabahı 10.00'da beş-on kişi beklerken bir salon dolusu öğrenciyi karşımda görmek şaşırtıcıydı. Hiç bilmedikleri bir yönetmeni dinlemeye gelmiş çocukların ilgisi, sordukları sorular da ilginçti. Orhan Pamuk'un kitaplarını okuyup, Masumiyet Müzesi'ni çok beğenen ama Benim Adım Kırmızı'yı tam anlamadığını söyleyen genç bir kıza, ikincinin temel meselesini açıklamaya çalıştım ama hiç Çinli yazar okumadığımı söyleyemedim, utandım. 


Yarışma filmlerinin toplu gösterimi dolu bir üniversite anfisinde yapıldı. Dünyanın her yerinden gelen filmler çok çeşitli konuları, çok farklı üsluplarla işliyordu. Yarışmadaki yönetmenlerin yarısı kadındı. Amerikalı yönetmen Kathryn Everett'in, Pakistan'da okula gidemeyen ortaokul çağındaki kız çocukların  eğitimi için kurulmuş özel bir okul üzerine belgesel “Girls Section”, (Kızlar Bölümü) hepimizi etkiledi ve iki ödül birden aldı. En İyi Film Ödülü'nü Slovenya'dan gelen, Dusan Kastelic'in “The Box” (Kutu) adlı harika animasyon filmi aldı. Bir kutuda hapsedilip tektipleştirilen insanlık üzerine kısa bir hikayeydi bu film, gösterim sırasında üniversite öğrencilerinin en çok alkışladığı film oldu. 


Yarışmada Qihong Hu adlı Çinli yönetmenin “Out of the Woods” (Ormandan Çıkış) adlı filmi de vardı. İki genç kadının aşkını oldukça üstü kapalı, simgesel bir dille anlatan bu cesur filmin dilini ve anlatımını ben ve Amerikalı jüri üyesi Chris Edwards çok beğendik ve “En İyi Drama” ödülü için önerdik. Ama jürinin tüm Çinli üyeleri topluca “Because of a Little Apple” (Bir Ufak Elma Yüzünden) adlı Rus filmin tercih etti. Bu film de ufak bir hırsızlık ardından market güvenliğiyle iki gencin yaşadığı gerilimi ustaca anlatan, iyi çekilmiş bir filmdi. “Ormandan Çıkış” Çinli bir jüri üyesinin deyişiyle “çizgiyi biraz aştığı” için mi kaybetti bilmiyorum. Ama LGBT temalı filmlere yönelik bu çekingenliği de oldukça tanıdık buldum. 


Kapanış gecesi sahnede mini etekli kızlardan oluşan bir rap grubu, danslar eşliğinde bir şarkı söyledi. Adı “Belt and Road”du. Siyaset, hele uluslararası siyaset konusunda hayli cahil biri olarak bu sözün manasını bilmediğim için sıradan bir neşeli gençlik şarkısı sandım. Aslında Çin'in dünya ülkelerindeki ticari destek ve yatırımlarını öven milli propaganda şarkısı olduğunu, Google'dan bakınca anlayabildim. (https://en.wikipedia.org/wiki/Belt_and_Road_Initiative) 


Wikipedia deyince, Çin'de, bizdeki gibi bir çok şey erişime kapalı. Facebook, Twitter, Youtube, WhatsApp vb VPN olmadan açılmıyor. Yasaklara rağmen, Çin'de Internet kullanıcıları 800 milyonun üzerinde. Bizim sanal tiryakiliklerimize ihtiyaçları yok gibi. Alışveriş sırasında ödemeler bile Internet üzerinden cep telefonundan barkod taratarak yapılıyor. Belki de Looper'da mafya patronu Abe'in bahsettiği gelecek, gelmiştir. Biz o geleceğin neresindeyiz, bizim herhangi bir şeyimiz onlara tanıdık geliyor mu, bilmiyorum. 


Express Bir + Bir Aralık 2018 sayısından. 


Monday, 2 November 2020

Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi, Açılış Dersi

 2 Kasım 2020'de, Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi'ndeAçılış Dersi olarak yaptığım konuşmanın metni. 




Çok tuhaf zamanlardan geçiyoruz. Gerçi diyeceksiniz ki, tuhaf olmayan zaman var mı? Hatırlayabildiğim zaman içinde, üç darbe, depremler, sayısını unuttuğum ekonomik kriz, siyasi kriz, işsizlik, ne varsa yaşadım. Ama bugünler gerçekten başka. Şu an hayatta olan hiç kimsenin görmediği büyüklükte, dünya çapında bir salgın hayatımızı ele geçirmiş durumda. Dünyada kaçacak hiçbir yer yok, herkesin başı aynı belada. 


Tabii insan inanılmaz uyum yeteneği olan bir yaratık, 8-9 ayda normalleştirdik her şeyi, bakın, online ders diye bir şey icat ettik, dersleri burada yapıyoruz. Geçen sene böyle bir şey hayal bile edemezdik herhalde. 


Şahsen benim hayatımda çok şey değişmedi, günlerimin çoğu zaten şu ekranın başında geçiyordu, Ocak ayında ülke değiştirdim, İskoçya’ya geldim ama geçen sene nasıl yaşıyorsam yine oldukça benzer bir şekilde yaşıyorum. 


Ama bakış açımız değişti. Artık hiçbir şeye eskisi gibi bakamıyoruz. Salgın, hayata bakışımızı, tüm perspektifimizi değiştirdi her şeyi daha berrak bir hale getirdi… Daha da değiştirmeye devam edecek. Bu salgın bittiğinde eski “normal” devam etmeyecek, edemeyecek. 


Zengin yoksul, doğulu batılı, hristiyan müslüman budist ya da musevi dinlemeden herkese aynı şekilde saldıran bir virüs bir manada insanlığı eşitledi. 


Ama aynı zamanda mevcut eşitsizlikleri ve çatışmaları, her zamankinden çok daha belirgin bir hale getirdi. 


Bu yeni dünyada herkes maske takmaya mecbur. Ama dünyanın hakimleri, güç sahipleri her zamanki maskelerini fırlatıp attılar. Çünkü artık rol yapmaya gerek kalmamış gibi. Artık kartlarını açık oynuyorlar. 


Çünkü salgın dünya çapında eşitsizlikleri altını çize çize, gözümüze zorla sokarak gösterdi. “Herkesin eşit olduğu ama bazılarının daha eşit olduğu” hiç bu kadar açık şekilde ortaya çıkmamıştı. 


Dünyanın her yerinde virüs kapan güç sahiplerine daha kolay, daha sık test yapılıyor, onlar daha öncelikli ve hızlı tedavi görüyor, deneme aşamasında bile olsa yeni çıkan ilaçlardan faydalanabiliyor. Ölenlerin çoğu yine toplumların alt katmanlarındaki güçsüzler. Amerika Birleşik Devletleri’nde en çok ölenler Afrika kökenlilermiş örneğin. 


Dünya çapında ülkeler arasındaki eşitsizlik uçurumu da son derece açık bir şekilde görünür oldu artık, görünmez bir virüs sayesinde. Üretilecek aşılara hangi ülkeler öncelikli ulaşacak, varolan grip aşılarına kimler ulaşabiliyor, bunlara bakmak yeter. 


Dünya kimi zamanlarında daha umut dolu oluyor, her şey daha parlak görünüyor. Kimi zamanlar da işte.. Pek parlak değil… Umarım içinizi karartmıyorum konuştukça. 


Ernst Gombrich’i çoğumuz Sanatın Öyküsü adlı baş yapıtıyla tanırız. Ama bir de “genç okurlar için” yazdığı Kısa Dünya Tarihi adında ufak bir kitabı var. A Little History of the World. 


Gombrich kitabında, tarih boyunca uygarlıkların yükselişi ve düşüşünü, fikirlerin ortaya çıkıp sonra yok oluşunu dalgaların iniş çıkışına benzetiyor. İnsanlık sanki bir dalga ya da zıt uçlar arasında bir sarkaç gibi, bir uçtan tam ters tarafa salınıyor. Dev fikirler dev etkiler doğuruyor, ardından da dev tepkiler. 


Bütün insanların eşit haklara sahip olduğu fikri bir toplum çoğunluğu tarafından, tarihte ilk defa Fransız Devrimi sırasında kabul edilmiş. Aristokrasi, soylular, dini sınıf ortadan kaldırılmış, ya giyotine gönderilmişler ya da Fransa dışına kaçmışlar. Kendi kendime, peki çok sonra yaşamış markiler, baronlar nereden çıkmış diye merak ediyordum. Cevabı yine Gombrich’in kitabında buldum. Fransız Devrimi sonrasında büyük bir askeri deha ortaya çıkıyor: Napoleon. Napoleon büyük bir hırsla, Avrupa’yı ve dünyayı fethetmeye girişiyor. Gittiği her yere de aydınlanmacı fikirleri yayıyor. Ama bunun karşısında çok geç kalmadan ilerlemenin, aydınlanmanın tam zıttı, tutucu tepkiler oluşuyor. Avrupa’nın gerici hakim güçleri birleşip Napoleon’u ortadan kaldırıyorlar ve aristokrasiden artakalanlar bütün o markiler, markizler, bilmemkimler, Fransız Devrimi’nin üzerinden elli yıl geçmeden eski konumlarına dönüyorlar. Eski düzen yeniden kuruluyor.. Ta ki dalga yeniden kırılıp, sanayi devrimi her şeyi yeniden ve tamamen değiştirene kadar…


Bu söylediklerim tarih uzmanlarına basit gelebilir. Ama bazen herseyi daha açık göstermek için basitleştirmek, özetlemek gerekiyor sanırım.


Şimdilik, yarım yüzyıldan beş yıl daha fazla yaşadım. Tarihin iniş çıkışlarını, sarkacın karanlıktan aydınlığa zıt uçlar arasında gidip gelişini kendi hayatımda da tecrübe ettim:


Bizim kuşak o günleri yaşamamış olsa da, 68’in isyancı ruhunu sevmiş, o günlerin ruhuna çok şey borçlu bir kuşak. Biz Easy Rider’daki motosikletli maceracıları sevdik. Hair’deki savaş karşıtı hippileri, Serseri Aşıklar’ın ya da Bonnie and Clyde’ın isyancı sevgililerini sevdik. Guguk Kuşu’nun otoriteye başkaldıran delilerini sevdik. Onlara özendik, dünyaya bakışımız onlara benzedi.


Oysa Hollywood bugünlerde Guguk Kuşu’ndaki baskıcı hemşire Ratched’in dizisini, Bonnie ve Clyde’ı öldüren polislerin filmini yapıyor. Hippileri alev makinasıyla yakan “kahramanlar” var şimdi. Sokak isyanları Joker filminde bir delinin peşine takılmış, amaçsız, manasız çapulcular olarak gösteriliyor. Hollywood geniş kitleleri kandırıyor demek zor, çünkü daha kötü bir gerçek var. Geniş kitleler bunları seyretmek istiyor. 


1960’larda dünya çapında ciddi bir özgürlük arayışı, bir başkaldırı yaşanmış. Etkisi çok uzun süren ve tüm dünyaya yayılan bir başkaldırı. Sistemin hakim güçleri o başkaldırıyı 70’lerden itibaren bastırmışlar ve kontrol altına almışlar. 90’ların başında Sovyetlerin çöküşü ve tek kutuplu bir dünyaya geçişten sonra da kapitalizmin insafına kalmış ve bir daha kendine gelememiş dünya…


İnsanlık bugünlerde yine dalganın kırılıp karanlık bir yere savrulduğu zamanları yaşıyor. Dünyanın her yerinde popülist, otokratik yönetimler işbaşına geliyor. Daha 75 yıl önce Avrupa’da faşizme karşı savaşan Amerikalıların torunları bugün beyaz üstünlükçü, neo-nazi olabiliyor. 21. yüzyılda düz dünya fikrini, aşı karşıtlığını, bilim karşıtlığını, savunan insanlar çıkabiliyor. Bilginin zorla baskı altında tutulduğu ülkelerden bahsetmiyorum, özgür batı ülkelerinde de çıkıyor bu insanlar. 


Cehalet, ırkçılık, yabancı korkusu yükseliyor hatta özellikle teşvik ediliyor. Black Lives Matter gibi, Occupy gibi, Gezi gibi, Hong Kong’daki isyanlar gibi ciddi direniş hareketleri de var ama bunlar iktidarlar tarafından kanlı şekillerde bastırılıyor, propaganda makineleri tarafından şeytanileştiriliyor.


Dünya Shakespeare’in 400 yıl önce yakındığı gibi bir yer sanki bugünlerde:


66. Sone. (*)


Yoruldum hep bunlardan, ölüp gitsem diyorum

Hep sahici insanlar yoksulluğa mahkum,

Hep en sahteler, parlak süsler içinde,

Hep saf inançlar uğramış ihanete,

Hep şan şeref kalmış şerefsizlere,

Hep ırzına geçilmiş en temiz değerlerin,

Hep hakikatin adını çıkarmışlar yanlışa,

Güçlüyü topal etmiş, hep yalan, hile hurda,

Hep iktidar kesmiş atmış dilini sanatın,

Oyuncak olmuş elinde sözde ustaların

Basit gerçeğin adı olmuş sana basitlik

Hep kötülerin eline esir düşmüş iyilik,


Bıktım, yoruldum evet, çekip gitsem diyorum

Ama yalnız kalır aşkım, tek bundan korkuyorum


Dünya böyle bir yer oldu yine evet. 


Her yerde dedikleri gibi “post-truth” çağındayız. Hakikat sonrası. Hakikat ötesi. Hakikatleri yok saymak, görmezden gelmek, gizlemek, hatta yok etmeye çalışmak, yalanı el altındaki makul bir silah olarak görmek, bir gün söylediğinin tam tersini ertesi gün söylemek… Bunlar günümüzde gayet kanıksanmış, gayet kabul görmüş hatta alkışlanan ve destekçi bulan tavırlar. 


Dünyanın geneline yayılan bu kötülük dalgasından elbette ülkemiz de bağımsız değil. 


Ülkemizde de eleştirel akıl sahibi olmak, hakikate dayalı bir fikir geliştirmek ve bunu dile getirmek sosyal medyada cinnete ve lince yol açıyor. Herhangi bir konuda, cinsel, politik, ekonomik, kültürel vb ne olursa olsun, eğer çoğunluğun söylediğinden bir milim farklı bir fikriniz varsa ve bunu açıkça dile getiriyorsanız hemen muhalif damgası yiyorsunuz ve saldırıya uğruyorsunuz. Sosyal medyada başlayan saldırıların ve ihbarların nerelere vardığını da görüyorsunuz. 


Bu sadece Türkiye’de değil, Çin’de de, Rusya’da da, Macaristan, ya da benzeri bir çok ülkede böyle. Amerika’da bir yere kadar fikir özgürlüğü var ama onu ortadan kaldırmak isteyen bir adam 4 senedir başkanlık yapıyor ve söylediklerini onaylayan milyonlar var peşinde. 


Peki böyle bir dünyada, böyle bir ortamda, bir iletişimci ne yapabilir? Bir iletişimciye düşen görev nedir?


Öncelikle koşullar ne olursa olsun hakikatin peşinde olmak ve yalnızca hakikate sadık olmak temel görev bence. 


Aslında her dönem, hakikatin dönemi. Hakikatin modası geçmez, “hakikat-sonrası” lafı içinde yaşadığımız kötülükler devrine bir yakıştırma sadece, şu anda da hakikatten vazgeçmemek en önemli şey.


Hakikatten vazgeçenler mevki sahibi, mal mülk sahibi olabilir ama gece rahat uyumak çok önemli. Kötü uyku bağışıklık sistemini bozuyor biliyorsunuz.


Gündüz söylenen yalanlar, saklanan gerçekler gece yastığın altından çıkar. 


Böyle bir atasözü var mı bilmiyorum şu an uydurdum sanırım. 


Diyeceksiniz ki boş mideyle, ya da çatısı akan, rutubetli bir evde, ya da hapiste ya da sürgünde uyumak da zor. Güç sahibi olmak daha iyi. 


Bence değil. 


Gençliklerinden itibaren tanıdığım kimi insanların güç, mevki, para uğruna hayallerinden, ideallerinden vazgeçtiklerine tanık oldum. Güce taptılar, onun bir parçası olmaya çalıştılar, bir kısmı olmayı başardı da. Ama çok mutsuz ve pişman olduklarına da tanık oldum. 


Meşhur sözü bilirsiniz: Hakikatin er ya da geç ortaya çıkma huyu var. Her dalganın inişi olduğu gibi çıkışı var. Zaman değiştiğinde sevdiklerinizin, yakınlarınızın, çocuklarınızın yüzüne gururla bakabilmek çok önemli. “Ben hakikatin tarafında durdum, onu bulmak, onu dile getirmek için çalıştım” diyebilmek çok önemli. 


Ben senaryo yazarı ve yönetmenim. Bir sanatçının toplumda olup bitene, “gündeme” sırtını dönebileceğine inananlar var. Hatta bunun sanat için iyi olduğunu düşünen sanatçılar da var. Güçlüler ve güçten yana olanlar da buna inanır, sosyal medyada sesi çok çıkan oyunculara, müzisyenlere “sen sanatına bak siyasete karışma” diyen çok kişi oluyor. Sadece bizde değil son dönemde Amerika’da da böyle bu. Sanatın siyasetten bağımsız, hakikate değil yalana, yapay olana, uydurmaya dayalı olduğunu düşünenler çok. 


Ama gerçek bir sanatçının en “uydurma”, en hayale dayalı yaratımında bile hakikate dair bir damar vardır. Daha doğrusu, yaptığı şeye sanat diyebilmemiz için, o hakikat damarı mutlaka olmalıdır. 


İster sanatla uğraşın, ister iletişimin herhangi bir alanında çalışın, hepimizin hakikate karşı bir sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. 


Yıllar önce bir TED konuşması izlemiştim. (**) Nöroloji uzmanı Dr. Vilayanur Ramachandran’ın yaptığı bir konuşma. Bu konuşmanın bir yerinde doktor Ramachandran şöyle bir şey anlatıyor. 


Beynimiz, anne karnında gelişirken önce bir tenis topu gibi tek parçaymış. Fetüs geliştikçe, beyin de loblara ayrılıyormuş ve kıvrımlar oluşuyormuş. İşte konuşma merkezi, işitme merkezi, koklama merkezi vesaire oluşuyor. Fakat bazı insanlarda o loblar oluşurken çok ince, nöron düzeyinde ince bağlantılar kalıyormuş. Bu durumun ortaya çıktığı insanlar mesela koku ve görme duygularını ortaklaşa yaşayabiliyorlarmış. Mesela pembe ile belirli bir kokuyu özdeşleştirebiliyorlar, ya da  5 sayısını bir notaya benzetiyorlar, ya da m harfi yumuşak diyebiliyorlar. Buna sineztesi adı veriyorlar. Ve yapılan araştırmalara göre sanatçıların çoğunda sinesteziye rastlanıyormuş. Yaratıcı insanların çoğu sinestezi geliştiyor. Çünkü beyinlerinde duyu merkezleri arasında o sinirsel bağlantılar bulunuyor. Yani yaratıcılık bir manada beyindeki bir kısa devreden kaynaklanıyor. 


Ben sanatçılara verilen yeteneği, bir ayrıcalık ya da üstünlük gibi değil, bir yük, bir tür sorumluluk olarak görüyorum. Sanatçılar çevrelerindeki herkesten daha duyarlı olabiliyor. Toplumdaki aksaklıkları, işlemeyen şeyleri onlar önceden hissedebiliyor. Mesela Kafka’nın 20 yüzyıl başında yazdığı romanları, 20 yüzyılda yaşanacak hayata dair kehanet gibi unsurlarla doludur. Amerika romanının sonunda, Oklahoma Tabiat Tiyatrosu bölümünde, insanları bir hipodromda toplar yaş, cins, geçmişlerine göre gruplara ayırır ve trenlere doldurup bilinmeyen bir yere gönderirler. Sanki İkinci dünya savaşı sırasında Yahudilere yaşatılan soykırımı, 40 sene önceden uğursuz bir kabus gibi hayal etmiştir Kafka.  O yüzden 20. Yüzyıla Kafka yüzyılı diyenler var. Ama Kafka yazdıklarının çok büyük kısmını yayınlamadan çok genç yaşta ölmüş. Bazen bir sanatçının hissettiği şeyleri söylemesi, yazıp-çizmesi tehlikeli de olabilir. Günün ahlakına, siyasetine, yasalarına aykırı da olabilir. Bu yüzden hissettiklerinin ağırlığı altında ezilen bir çok sanatçı alkolik, bağımlı vs olabiliyor. 


İşte sorumluluk derken bunu kastediyorum. Sanatçılar bir bilim adamı gibi verilere dayanarak değil ama hissederek, duyarlılıkları sayesinde toplumun sinir uçları yerine geçebiliyorlar. Sinir uçları nasıl dokunmamamız gereken yakıcı bir nesneyi beyne hemen haber veriyorlarsa, sanatçılar da başkalarının görmediği şeyleri görüp önceden haber verebiliyor. Demek ki içinden gelen sesi dinlemeyip, içgüdülerine, hislerine değil de piyasanın koşullarına, güç sahiplerinin isteklerine göre sanatını icra eden bir sanatçı önce kendine sonra da yaşadığı topluma karşı görevini yapmıyor.


Bir yerde yangın olduğunu görüp haber vermemek gibi bir şey bu. 


Bir sanatçı hakikate karşı sorumlu olduğunu, toplumun hayati önemde sinir uçlarından biri olduğunu çok iyi bilmeli ve kendisini buna hazırlamalı.


Sanat ve sanatçılar hakkında bütün bu söylediklerimin bir metafor olarak anlaşılmasını isterim: Elbette sanata doğrudan bir vazife atfetmiyorum. Sonuçta bir sanat yapıtı bize bir yol göstermekle, derdimize çare bulmakla sorumlu değildir. Sanat bize dünyaya daha büyük bir dikkatle bakmayı, baktığımız şeyde farklı anlamlar aramayı, dünyadan aklımızla ve duyularımızla zevk almayı öğretebilir. Onu işe yarar bir getirmek bize kalmış. 


Hangi bölümde olursanız olun, ister sanatla uğraşın, ister gazetecilik, reklam ya da halkla ilişkiler… Size okulun bu yeni yılında ve önünüzdeki yıllarda her şeye rağmen yılmadan çalışacağınız ve sevdiğiniz işi yapabileceğiniz bir dünya diliyorum.



* Çeviri: Ümit Ünal 


**https://www.ted.com/talks/vs_ramachandran_3_clues_to_understanding_your_brain?language=tr 

Thursday, 15 October 2020

Uzun Başlangıç - Express















Glasgow'a 2020 Ocak ayının sonunda, yeni bir başlangıç umuduyla geldim. “55 yaşında ne başlangıcı?” diyen olabilir. Cevabım: Bilmiyorum. Uzun zamandır, iktidardakilerin çok sevdiği tabirle “Yeni Türkiye”de, iliklerine kadar “Eski Türkiyeli” biri olarak acı çekiyordum. Tanıdığım, bildiğim, sevdiğim, yaptığım, sevdiğim insanların yaptığı her şey suya gömülüyordu. Elimden yazıp çizmekten, film çekmekten başka hiçbir şey gelmiyordu... Boşunalık, çaresizlik duygusu insanı hasta ediyor. Biraz uzakta olmak iyi gelir diye düşündüm. Geldi de. Glasgow, yorgun bir adama Glaswegian aksanıyla “hoşgeldin” dedi, ilk günden hoş buldum.

Rivayet o ki, yıllar önce ilk defa Glasgow'u gören bir İskoç delikanlı, çok etkilenmiş ve köyüne dönünce “Orada gökyüzü yok, bütün şehri camla kaplamışlar” diye anlatmış. Meğerse 19. yüzyıldan kalma kocaman cam bir bina olan Merkez İstasyonu'ndan hiç çıkamamış. İstanbul gibi 24 saat çalkantılı devasa bir metropolden geldiğim için, aynı şaşkınlığı yaşamadım elbette. Ama yine de şaşıracak ve sevecek çok şey buldum.

Glasgow 18. yüzyıldan itibaren “İskoç Aydınlanması”nın parçası olmuş. Glasgow Üniversitesi 15. yüzyılda kurulmuş. Türkiye'de “İngiliz” olarak tanıdığımız birçok bilim insanı ya da sanatçı aslında İskoçyalı, bir çoğu da Glasgowlu. Glasgow sokaklarında, meydanlarında siyasetçi ya da askerden daha çok, ya da en az onlar kadar şair, yazar, düşünür, bilim insanı heykeli görebileceğiniz bir şehir.

Clyde ırmağının İrlanda denizine açılan kıyısında kurulu Glasgow bir dönem dünya deniz trafiğinin en işlek limanlarından biriymiş. 19. yüzyılda, Londra'dan sonra Britanya'nın ikinci büyük şehriymiş. Gemi yapımı, tekstil, kimya, metal sanayiinde çok ilerlemiş. (John Berger Boğaz'da hikayesinde İstanbul'da bindiği eski vapurlardan birinin Glasgow yapımı olduğunu yazar.) Sonraları deniz ticareti nehirlere sığmayan dev tonajlı gemilere kaydıkça doklar ıssızlaşmış, 1950'lerde denizcilik bitmiş. Zaman içinde dünyanın ağır sanayi önderi olarak Almanya ve Japonya yükselmişler, buralarda sanayi zayıflamış. 1980'lere gelindiğinde, Glasgow'da ciddi bir işsizlik krizi hüküm sürmüş ve nüfusu çok azalmış. Şehir bakımsızlaşmış, alkol ve uyuşturucu büyük sorun haline gelmiş. Sonraki yıllarda kalkınma destekleriyle hayata döndürülmüş, bir iş merkezine ve kültür ağırlıklı bir şehre dönüşmüş. Tersane işçilerinin çocukları, torunları beyaz yakalı olmuşlar. Şehrin önemli bir kısmı “gentrification”dan geçmiş, yenilenmiş ve hala yenileniyor. Müreffeh liman şehri döneminin izlerini kimi semtlerde Viktoryen mimari örneği sarı ya da kızıl kumtaşından sıra sıra evlerde, kamu binalarında, köprülerde, kiliselerde görmek mümkün. 

Salgın öncesinde, İstanbul'da göremediğimiz birçok ünlü grubun konser verdiği, müzelerinin dolup taştığı, çok canlı bir tiyatro hayatı olan bir şehirdi. Türkiye'de hayal bile edilemeyecek bir şey yapmışlar: Eski kalabalık cemaat kalmadığı için kullanılmayan birçok dev kilise içinde barı, tiyatrosu, toplantı salonları olan birer kültür merkezine dönüştürülmüş. Elbette her yerde olduğu gibi gelir adaletsizliği sürüyor. Şehrin doğu bölgelerinde Britanya'nın en yoksul kesimlerinin yaşadığını okudum, o semtlere henüz gidemedim. Zaten altı ayda Glasgow'un çok az bir kısmını görebildim. Nişantaşı-Taksim-Beşiktaş arası kadar bir alanı biliyorum. Çünkü geldikten kısa süre sonra salgın kabusu başladı.

İlk geldiğim günlerde İskoç bir arkadaş “Glasgow'da Mutlaka Görmeniz Gereken 111 Şey” adında bir kitap hediye etti. Vakit oldukça, yolum düştükçe sırayla kitabın izlerini takip ediyordum. Derken uzaktan kara bir duman gibi gözüken salgın (Yangın mı var – Galiba ama çok uzak, korkma bir şey olmaz bize) inanılmaz bir hızla hayatı ele geçirdi. Türkiye'den daha önce, martın ilk yarısında hijyen ve sosyalleşme konusunda uyarılar başladı. Derken 23 Mart'ta “lockdown” (temel ihtiyaçlar haricinde her yerin kapalı olduğu, sokağa çıkmanın yasak değil ama kısıtlı olduğu bir karantina) başladı. Eve kapandık, Glasgow benim için birden yatak odası, salon, mutfak, banyo ve bir arka bahçe manzarasından ibaret hale geldi. Dışarıda göze görünmez bir tehlike vardı.

Glasgow'a gelmeden, salgın başlamadan önce de dışa dönük biri değildim. Büyükada'da yaşıyordum. Bir çekim ya da hazırlığı yoksa gün içinde çıkıp yürüdüğüm bir iki saat dışında evde masa başında, yarı münzevi bir hayat sürüyordum. Şikayet de etmiyordum. Ama karantina başlayınca, önce doğal olarak dehşet ve endişe, ardından da dışarıdaki her şeye ama her şeye bir hasret başladı: Eski hayatımı, İstanbul'u, ailemi, arkadaşlarımı, hatta hayatımdan çıkardığım insanları bile özler oldum. Boğaz'ı, vapurları, sevdiğim lokantaları, adayı, ufak evimizi, kedimizi her şeyi özledim. İstanbul 3000 km uzaktaydı, ben Glasgow'daydım ama Glasgow'u da özlüyordum. Alçacık turuncu vagonları, şehir merkezinde bir daire çizen tek hattıyla ilk görüşte lunapark oyuncaklarına benzettiğim metroyu özledim. Ücretsiz gezebileceğiniz zengin müzeleri özledim. Kaldığım eve çok yakın olan 500 yıllık üniversiteyi, üniversitenin 12 katlı dev kütüphanesinde kaybolmayı özledim. (Sadece edebiyat bölümü bile kendi başına bir kütüphane.) Yeşil parkları, ırmak kıyısı yürüyüşlerini özledim. Yol sorduğunuzda üşenmeden işini bırakıp sokağın sonuna kadar yürüyen, oradan yön tarif eden, az buçuk tanıdığım İngilizlere hiç benzemeyen alçakgönüllü İskoçları özledim. Pubları, cafeleri, lokantaları, kalabalıkları, koşturmacayı, şehrin kokusunu özledim. Buranın da ırkçısı, cahili, magandası, trafiği, kötü kokan sokakları, inşaat gürültüsü yok mu, var. Ama insan iyi şeyleri özlüyor işte.

Tabii insan kutuplarda, deniz dibinde ya da bir yanardağ eteğinde bile yaşamaya alışabilen hayvandır. Biz de karantina koşullarına alıştık. Maskelere, el dezenfektanlarına, dışarı çıkınca hiçbir şeye dokunmamaya (hele yüzümüze hiç), insanların uzağından geçmeye hatta kaldırım değiştirmeye, eve dönünce ayakkabıları dışarıda çıkarmaya, kapı kollarını telefonları silmeye, market alışverişini bahçede bekletmeye ya da yıkanabilecekleri yıkamaya, aynılaşan günlere alıştım. 2015'te başka türlü bir sıkışmışlık içindeyken, her gün çizerek “Mahlukat Bahçesi” adını verdiğim bir dizi desen yapmıştım. Burada da “Maskeler” adında bir desen dizisi için her gün çizmeye başladım. İstediğim kadar iyi okuyamıyorum ama desenler, yemek denemeleri, Zoom sohbetleri ile idare etmeyi öğrendim. İki dizi önerisi yazdım ve Glasgow'da geçen bir senaryo yazmaya başladım. Zoom üzerinden senaryo atölyeleri yaptım, öğretmen değilim ama“ders” vermek insana hem çok şey öğretiyor hem de sosyalleşme ihtiyacını biraz karşılıyor.

Evde uzun süre kapalı kalınca özlemin yanında, bir de geçmişin insanın içini cız ettiren anları itildikleri kuytu köşelerden başlarını çıkarıyorlar. Ülkemden geçmişimden bunca uzağa gelmişim, 1+1 bir eve kapanıp kalmışım ama hala 30 - 40 sene önce yaptığım haksızlıkları, kırdığım herkesi tek tek hatırlıyorum. Hepsini bulup özür dilemek istiyorum. Tersi de var: Bana yan bakan, alay eden, omuz silkip geçenler... Kazık atan, canımı yakan, terkeden, paramı vermeyen, beynimde bir inşaat çivisi gibi yer eden bir laf edip sonra susanlar... Hepsinden intikam almak istiyorum. Hayat benim “yeni başlangıç” planlarımla alay eder gibi her şeyi askıya aldırdı, “Sen önce bi dur, bi düşün, eskileri bi tart” dedi sanki. Tabii ki, koskoca hayatın benimle ne derdi olacak, belki de zihnim geleceğin bu kadar belirsiz olduğu bir durumda, dengede kalabilmek için can simidi olarak geçmişe sarılıyor.

Derken hep böyle gitmez dedik, tuhaf bir güven de geldi ve yavaş yavaş sokaklara açıldık. Uzun yürüyüşlere çıkmaya başladım. Önce evin çevresinde bomboş sokaklarda ufak daireler çizdim. Sonra daireler genişledi ve en sevdiğim şeyi sık sık yapmaya başladım: Bilmediğim bir yabancı şehirde kaybolmak. Sabah çok erken çıkıyordum. Sokaklar distopik film dekoru gibi bomboş oluyordu. Her yer kapalı, trafik yok, trafik ışıklarına bakmadan yolları geçiyorum. Bir köprünün üzerine pankart asmışlar “Glasgow Endures” (Glasgow dayanıyor). Kimse reklam vermediği için reklam alanları, reklam olmayan alternatif afişlere kalmış: “Kapitalizm öldürür” diyor kocaman el yapımı bir afiş. “Her çağın kendi faşizmi var” diyor bir başkası. Bir de muhteşem bir bahar bastırmasın mı? Salgın öncesi yağan buz gibi yağmurlara inat, her gün pırıl güneş açmasın mı? Her yerde bahara selam duran tomurcuklanmış ağaçlar. Ama hiç insan yok. Belki uzaktan geçen koşu yapan bir adam. Sabahlığıyla pencerede bebeğini avutan bir kadın. Ben, kendim ve boş şehir. Rüya gibi. Her patikasına kadar iki büyük parkı ve yaşadığım semtin her sokağını, böyle böyle avucumun içi gibi ezberledim. Dört aydır metroya, otobüse binmedim. İki üç saat yürüyüş mesafesinden daha uzak hiçbir yere gitmedim.

Salgın dünyanın birçok ülkesinde hız kesmeden sürüyor. Yeni dalgalara karşı uyarılar kesilmiyor, belirsizlik ve endişe aynı yoğunlukta devam ediyor. Ama bugünlerde İskoçya normale dönüyor gibi. Ölümler neredeyse sıfırlanmış, vakalar çok azalmış. İskoçya Başbakanı Sturgeon düzenli açıklamalar yapıyor, birçok ülkenin tersine müthiş bir açıklıkla bilgi paylaşıyor. Virüsün her an hortlayabileceği biliniyor. Her zaman önlemler teşvik ediliyor, yurt dışı seyahatler önerilmiyor ve “Gerekmiyorsa yola çıkmayın” deniyor. İnsanlar da ikna oluyor ve çoğunlukla kurallara uyuyorlar. Sokağa çıktığınızda önlemlere rağmen yaşayan bir şehir buluyorsunuz. Parklar, marketler, alışveriş caddeleri canlı. Salgın (ve içimize saldığı korku) bir gün elbette tamamen bitecek ama o bahar sabahları uyurgezer gibi içinden geçtiğim kıyamet sonrası haliyle bomboş Glasgow aklımdan çıkmayacak.

Belki yakında Glasgow'u okuyarak ve ilgili ama çekingen bir gözlemci gibi uzaktan izleyerek değil, içine karışarak tanıyabilirim. Belki de Glasgow'da geçen senaryom birgün filme dönüşür. Belki o zaman gerçekten yeniden başlayabilirim.



Express, Güz 2020

Tuesday, 13 October 2020

Bağımsız, zamansız bir şiir arayışı: Ümit Ünal ile “Aşk, Büyü, vs.” üzerine - Bantmag

 

Bağımsız, zamansız bir şiir arayışı: Ümit Ünal ile “Aşk, Büyü, vs.” üzerine

Büyükada dekorunda, sınıf perspektifi üzerinden, lezbiyen bir aşkın ve geçmişle hesaplaşmanın öyküsü…  

Röportaj: Yiğit Atılgan – İllüstrasyon: Saydan Akşit

Büyükada dekorunda, sınıf perspektifi üzerinden, lezbiyen bir aşkın ve geçmişle hesaplaşmanın öyküsü… Ümit Ünal’ın incelikli anlatısıyla buluştuğumuz son filmi Aşk, Büyü, vs., pandemi koşulları altında gerçekleşen 39. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma filmleri arasındaydı ve büyük ödülün sahibi oldu. En İyi Senaryo Ödülü de Ümit Ünal’a giderken, filmin başrol oyuncuları Selen Uçer ve Ece Dizdar, En İyi Kadın Oyuncu ödülünü paylaştılar. Aşk, Büyü, vs. Antalya Film Festivali’nden de En İyi Kadın Oyuncu (Selen Uçer), Behlül Dal Jüri Özel Ödülü ve SİYAD En İyi Film Ödülü ile dönmüştü. Ümit Ünal ile 12 günde çektiği filmini konuştuk ve önümüzdeki günlere dair ne gibi üretimler tasarladığı konusunda tüyolar aldık. 

“Güncel meselelerden, mevcut ortamdan bağımsız, zamansız bir şiir yakalamaya çalışıyorum aynı zamanda, o şiirin işçisiyim. Bazı filmlerde veya kitaplarda, resimlerde onu yakalıyorum, bazısında elimden kaçıveriyor. Bu filmde yakaladığımızı sanıyorum.”

Aşk, Büyü, vs. öykünün tasarlanış aşamasından beri bir ada hikâyesiymiş. Reyhan (Selen Uçer) ile Eren’in (Ece Dizdar) bir adada âşık olup sonra tekrar bir adada bir araya gelmeleri ne ifade ediyor?

Bu bir aşk hikâyesi ama aynı zamanda bir geçmişe dönüş, geçmişle hesaplaşma hikâyesi. Bu tür bir hikâye için dönülen yerin kendi içine kapalı bir ortam olması şarttı. Küçük bir kasaba, bir taşra şehri de olabilirdi belki. 2016 başından itibaren Büyükada’da yaşadım. Hikâye orada şekillendi. Ada hem şehre çok yakın hem de şehirden çok ayrı, kendi atmosferi ve kültürü olan bir yer. Bu hikâye için çok uygun bir dekor oluşturdu. 

Her ne kadar birçok filminizde eşcinsel karakterler var olsa da LGBTİ+ haklarının özellikle saldırı altında olduğu bir dönemde iki kadının aşkı etrafında bir film kurmak sizi ne açıdan heyecanlandırdı? Sinemada bu konunun işlenişine dair nasıl bir izlek geliştiğini düşünüyorsunuz?

Ülkemiz cinsel suçların korkunç yoğunlaştığı, kadınların, LGBTİ+ bireylerin sürekli tehdit altında olduğu bir ülke. Hasta erkeklik, sadece kurbanların hayatını değil, erkekleri de mahvediyor. Herkesin iyiliği için cinsellikle ilgili her şeyin daha görünür olması, açık açık konuşulması, tabu olarak bilinç dışına itilen her şeyin ortaya dökülüp tartışılması şart. Ama bu filmi sadece bir sosyal fayda ya da politik tavır gözeterek yapmadım. İnsanın her işinde bir şekilde yakalamaya çalıştığı bir büyü var. Güncel meselelerden, mevcut ortamdan bağımsız, zamansız bir şiir yakalamaya çalışıyorum aynı zamanda, o şiirin işçisiyim. Bazı filmlerde veya kitaplarda, resimlerde onu yakalıyorum; bazısında elimden kaçıveriyor. Bu filmde yakaladığımızı sanıyorum. Seyredenlerden, seyredecek olanlardan önyargılarını bırakıp o büyüye ortak olabilmelerini isterdim. Filmden sosyal bir anlam, bir mesaj çıkarmak isteyenler de hoş gelirler, hoş bulurlar umarım.

Reyhan ve Eren’in aşkı kendi dinamikleri sebebiyle değil, otorite figürlerinin baskısı sebebiyle sona ermiş. Otorite altında kendini var edememe, var oluşunu tanımlayamama ve başka bir şeye dönüşme olgusu Sofra Sırları’nın Neslihan’ı da dâhil olmak üzere birçok filminizin karakterlerinde görünür. Bu tema sizin için kişisel olarak nereye oturuyor ve filmlerinize nasıl yansıyor?

İlk senaryomdan son filmime kadar hemen her işimde haksızlığa isyan teması ortaya çıkıyor. Teyzem, 9, Nar, Sofra Sırları; şimdi Aşk, Büyü, vs, hepsi otoriteyle derdi olan, haksızlığa uğrayan insanları konu ediniyor. Hepsinde bir itiraz ve isyan var. Bunu, bir kariyer planına göre baştan düşünüp inşa etmedim, yıllar içinde kendiliğinden gelişti. Gerçek hayatta aktif bir politik konumum olmadı, politikaya karışmak için fazla tembel ve çekingenim sanırım ama yaptığım işlerin bu manada politik olduğunu düşünüyorum.

Film, Reyhan ve Eren arasındaki ilişkiyi sınıf perspektifinden işliyor. Karakterlerin birbirlerine ithamları, kabullenişleri hatta geçmişi anımsayışları hep bu kavram üzerinden. Bu çatışmalar sinema üretiminizde nereye oturuyor? Aşk da her şey gibi sınıfsal bir olgu mu?

Elbette içine doğduğumuz ve yetiştiğimiz sınıf hayattaki her şeyimizi belirler. Yaşam kalitemiz, sağlığımız, eğitimimiz, bulduğumuz iş, hatta nasıl öldüğümüz bile sınıfsal ölçütlere bağlı. Aşkı ve cinselliğimizi nasıl yaşadığımız da sınıfsal. Filmde zengin ve güçlü bir aileden gelen Eren çok daha özgür bir cinsel hayat yaşarken, Reyhan’ın hayatı sadece cinsel kimliği yüzünden harcanmış. Bu milyonlarca insan için böyle.

“Filmin eski melodram kalıplarıyla bağı Reyhan’ın bir diyalogda ‘Fakir kız zengin kıza tutulur’ dediğinde yaptığı şaka kadar benim için.” 

Zengin ve yoksulun aşkı teması aslında Yeşilçam’da ve hâlâ yaz dizilerinde sıkça denk geldiğimiz bir tema. Siz bu gelenekten nasıl besleniyorsunuz ve var olan çerçeveleri ne yönlere esnetiyorsunuz?

Filmi birkaç yerde anlatırken “Yeşilçam’ın melodram kalıplarından yola çıktım” gibi laflar ettim ama bunu aslında mecazi manada anlamak gerek. Film evet zengin-fakir aşkını anlatıyor, bir yasak aşk durumu, bir “kötü” erkek kahraman var. Ama her şey bildik melodram evreninin tamamen dışında. Filmin eski melodram kalıplarıyla bağı Reyhan’ın bir diyalogda “Fakir kız zengin kıza tutulur” dediğinde yaptığı şaka kadar benim için. Gerçek bir melodram bu filmdeki gibi gelişmez, böyle bitmez. Ama eskinin “Türk Filmi” hâlâ genlerimizde taşıdığımız bir şey. Filmdeki bazı diyalogları üstünden bir yıl geçip de yeniden seyredince biraz melodramatik buluyorum: “Seni unutabilmek için nefret etmek zorunda kaldım” gibi. 

Filmde bir erkek gözü de var, Reyhan’ın adada birlikte yaşadığı Gökhan (Uygar Özçelik) heyula gibi filmin arkasında geziyor. Öyle ki filmin sonunda krediler akana kadar endişe duygusu izleyicide yok olmuyor. İstanbul Sözleşmesi’nin iptal edilmeye çalışıldığı, erkeklerin şiddetleri ve erkeklikten kaynaklanan her türlü imtiyazlarıyla kadınlar üzerinde baskı kurduğu bir hayattan edindiğimiz ezberler Reyhan ve Eren’in öyküsünü algılayışımızı da etkiliyor. Bu konuda ne düşünürsünüz?

Gökhan bu iki kadın arasındaki büyünün bir anda dışında kalan, dışarıdan izlemek zorunda kalan erkek bakışını temsil etsin istedim. Filmin bir noktasında Gökhan’ı görmeyi de bırakıyoruz, kamera Gökhan’ın gözü oluyor ve seyirci de iki kadını onun gözüyle, uzaktan izliyor sadece. Senaryonun ilk versiyonunda Gökhan, final sahnesinde tam da korkulan, tahmin edilen şeyi yapıyor ve saldırganlaşıyordu. Başta oyuncular, senaryoyu okuyan fikrine değer verdiğim herkes o sahneyi basmakalıp buldu. Yeniden ele aldım ve kimsenin tahmin etmediği açık uçlu bir final yapmayı tercih ettim. Film Reyhan’ın iç çektiği bir anda, bir nefeste, âni bir kesmeyle bitiyor. Bu hâlini çok daha fazla seviyorum. 

Gölgesizler’de bir büyücü, Nar’da bir falcı vardı. Büyü kavramı bu sefer filmin ismine girmiş, çok sert olabilecek bir dramı hafifletmiş, mizahi ve doğal kılmış. Bu olguya bu kadar sık dönmenizin sebebi sizce ne? Edebi ilgileriniz ve ilhamlarınız bu durumda rol oynuyor mu?

Nar üzerine konuşurken her yerde söylerdim: Benim metafizik inançlarım yok. Hatta “eski moda bir pozitivist” olduğum söylenebilir. Ortak görülen rüyalara, hayallere, hayaletlere, büyü ve fal gibi şeylere inanmam. Ama bunlar birçok işimde var. Çünkü bu doğaüstü unsurlar, sadece edebi/sinemasal araçlar olarak ilgimi çekiyor. Filmlerde inanç sorunlarıyla uğraşmak, ya da kahramanları kendi inançlarıyla çarpıştırmak hoşuma gidiyor. Büyüye inanmayan bir karakteri “ya varsa” ikilemine taşımak, inanan diğer karaktere “ya yoksa” diye sordurabilmek hoşuma gidiyor. Aşk da aslında büyü gibi soyut, elle tutulamayan bir şey. Eren’in gelişi gerçekten büyü yüzünden mi, büyü diye bir şey yoksa aşkları ne kadar gerçek? Böyle sorular sordurmak istedim. Hem karakterlere hem seyirciye…

Aşk, Büyü, vs. diyaloglarının hakikiliği ve oyuncularının performansları ile sivrilen, tutumlu bir bütçe içerisinde kısa zamanda çekilmiş bir film. Bu maddi ve zamansal kısıtlar bolca omuz kamerası ve uzun plan kullanımı gibi görsel tercihlerinizi nasıl etkiledi? Elinizde sınırsız kaynak olsa hem öyküye hem de görsel dünyaya dair neleri değiştirirdiniz?

Filmde elde taşınan bir DSLR kamera ve çok az ışıkla çalıştık. Genelde bulunduğumuz mekânın kendi ışıklarını, lambaları güçlendirerek, kullandık. Daha çok, doğal gün ışığından yararlandık. 12 günde çektik. Normalde film ekibi kamyonlarla gelen, her yere yayılan kalabalık bir ordu. Biz her yere yürüyerek giden, görünmez bir ekiptik. Hem çok az kişi olduğumuz için, hem de normal filmlerdeki gibi dev alet edevatımız olmadığı için, çoğu zaman film çektiğimiz fark edilmedi bile. Sokaklarda figürasyon değil gerçek kalabalığı kullandık mesela, vapurda ya da lokanta sahnesinde gerçek insanların arasında çektik. Bütün bunlar filmin gerçeklik duygusunu artıran unsurlar oldu sanırım. Elbette vinç, şaryo, drone gibi araçları ya da güçlü ışıkları, kalabalık figürasyonu kullanacak bir bütçemiz olsa filmin görsel dili daha farklı olurdu. Sofra Sırları ya da Gölgesizler gibi filmlerimi görenler, normal bütçe olduğunda farklı bir dil kurabileceğimi bilir. Ama Aşk, Büyü vs’de yarattığımız doğal havayı, serbest vezin dili çok seviyorum. Filmde gönüllü çalışan, harika bir ekip vardı, hepsine tek tek teşekkür borçluyum. Herkes her şeyi yaptı. Ben yazdım, yönettim. Ezgi Altıner’in son jenerik şarkısı hariç müzikleri yaptım. Jenerik yazılarını yazdım, afişleri tasarladım. Yeri geldi ofisboyluk ve set işçiliği de yaptım. Eksikliğini hissettiğim tek şey, hava görüntüleri belki. Adanın kuş bakışı birkaç görüntüsünü eklemek isterdim. Bir de belki 12 gün yerine 4-5 haftamız olsa, bazı ufak teknik aksaklıklar olmazdı. Onun dışında yaptığımız işten memnunum. Bütçe büyük olunca, yönetmenin işine karışan da çok oluyor, o zaman bu filmdeki özgürlük ve samimiyet duygusu eksik kalıyor.

“Zombi, bir toplumun unuttuğunu sandığı şeylerin kalkıp geri gelişi, kendini zorla hatırlatışıdır.”

Reyhan ve Eren’in ziyaret ettikleri bir evde rastladıkları yarı-kâhin bir adamdan dünya hâlini dinliyoruz. Televizyonda bir zombi filmi açık. Bu imge etrafında örülmüş uzun bir edebi ve sinema literatürü mevcut, zombilerin birer kurbandan ziyade düşman olarak temsil edildiği bu literatür pandemi döneminde emekçi sınıfların kendilerini buldukları durumu anımsatmakta. Bu imge sizin için ne ifade ediyor?

Zombi, bir toplumun unuttuğunu sandığı şeylerin kalkıp geri gelişi, kendini zorla hatırlatışıdır. Eski zombi filmlerinde şimdiye kıyasla çok az sayıda zombi olurdu. Şimdiki filmlerde dünya çapında zombi kıyametleri, yüz binlerce zombi şart. Demek ki, göz yumulan, bastırılan, unutulmak istenen suçlar çok artmış. Zombiler arı oğulu ya da karınca yuvasını andıran şekillerde birbirinin üzerine tırmanan, şekilsiz yığınlar olarak tanımlanıyor. Dünyada böyle hastalıklı, filmdeki deyişle “iflah ve ıslah olmaz” temizlenmesi gereken kalabalıkların varlığına inandırmak istiyorlar bizi. Paylaşım savaşlarında yüzlerce, binlerce insanın bir seferde yok edilişini haklı çıkarmaya çalışıyor, zihnimizi yeni büyük katliamlara hazırlıyorlar. Filmde bunları yarı meczup bir karakter söylüyor, aslında “kehanet”le pek alakası yoktu sahnenin, zaten var olan bir durumu anlatıyordu. Ama pandemi sırasında tüm dünyada yaşanan inanılmaz kâbuslar sahneye farklı bir anlam kattı. 

Pandemi dönemini eski günlerini arayan bir emekçi kenti olan Glasgow’da geçirmişsiniz. Bu dönemi kişisel olarak nasıl geçirdiniz? Dünya hâline dair daha önce fark etmediğiniz ve bu süreçte görünür olan şeyler oldu mu? İzolasyon sanatsal üretiminizi nasıl etkiledi?

Glasgow’a üniversiteden bir arkadaşımın davetiyle, “bir ayağım İstanbul’da olacak” diyerek gelmiştim. Ama salgın yüzünden altı aydır bulunduğum semtten bile nadiren çıktım. Mart başından beri toplu taşıt kullanmadım, dışarıdan yemek yemedim. Yürüme mesafesi dışında bir yere gitmedim. Olağanüstü duruma alışıp, ilk günlerin panik ve endişesi geçtikten sonra bir yapımcı arkadaşla Bana Göre Kıyamet romanımdan bir uyarlama geliştirmeye çalıştık. Henüz akıbeti belirsiz. İlk filmini çekecek bir arkadaşım için yeni bir senaryo yazıyorum. Bir de kendim için Glasgow’da bir Türk kadının macerasını anlatan İngilizce bir uzun metraj yazıyorum, şimdiki büyük hayalim onu buranın olanaklarıyla çekebilmek. Henüz üniversiteden birkaç tanıdık dışında kimseyle bağlantım yok ama umudum var.  Vakit bol olunca sürekli desenler çizdim, çiziyorum. Baharda Istanbul Concept’te yeni bir sergi yapacağız, her şey yolunda giderse. Bir yandan da çevrimiçi atölyeler yaptım. Yüz yüze çok az insan gördüm ama bilgisayar başında, atölye katılımcılarıyla uzun sohbetler ettik. Kendi küçük dünyam çok az değişti ama dışarının hâli internette karşılaştığım, Gramsci’nin ünlü sözünü hatırlatıyor (Zizek’in serbest çevirisiyle): “Eski dünya ölüyor. Yeni dünya doğamıyor. Şimdi canavarlar zamanı.”


https://bantmag.com/bagimsiz-zamansiz-bir-siir-arayisi-umit-unal-ile-ask-buyu-vs-uzerine/