Wednesday, 14 October 2015

Karantina Dergisi - Eylül/Ekim 2015 Sayısından Bir Röportaj

    Büyütmek için üzerine tıklayın.
    Sizi sinemaya yönelten duygu neydi?

    Çocukluğumdan beri hikaye anlatmak ve resim yapmak tutkuyla sevdiğim şeylerdi. Ressam olmayı hayal ederdim. Kısa resimli hikayeler çizmeye, Karagöz figürleri ya da bez kuklalar yapıp oynatmaya bayılırdım. Sinemanın hayatta sevdiğim ne varsa, hepsini birleştiren bir alan olduğunu gördüm ve sinema okumayı istedim. Ama bizi yazmaya-çizmeye, sanat yapmaya iten “duygu” nedir, bilemeyiz, gerçekten bilen sanatçı var mıdır, emin değilim.

    Uzun yıllar senaristlik yaptıktan sonra ilk filminizi 2001 yılında çektiniz. Bu sürecin bu kadar uzun sürmesinde neler etkili oldu? 

    Olaylar sorunsuz aksaydı daha erken yönetmen olabilirdim ama sinemamız 1980'lerin sonunda uzun bir kriz dönemine girdi. Ben de hayatımı sürdürebilmek için reklam yazarlığına başladım. Sinemaya yıllarca ara verdim. O arada peşpeşe ekonomik krizler yaşadı ülke. Senaryolar yazıp hayaller kurmak, reklam filmleri çekmek ve tekniğimi geliştirmek dışında sinemadan uzak kaldım. 

    Senaristlikten yönetmenliğe geçişin size en büyük katkısı ne oldu?

    Senaryo bence bir filmin en temel öğesi. Filmin iskeleti, mimari planı, yol haritası. Senaryoculuktan gelen bir yönetmen ilk tasarım aşamasından itibaren filmin her adımında işe daha hakim olabilir sanırım.

    Senaryolarınız birçok yönetmen tarafından filmleştirildi, peki en çok hangi yönetmeni kendi kurgu dünyanıza yakın hissediyorsunuz?

    Çalıştığım yönetmenlerden Ertem Eğilmez, Atıf Yılmaz ve Halit Refiğ'i ustalarım sayarım. Film yapmayı ve senaryo yazmayı, sette insanları idare etmeyi onların yanında öğrendim. Ama “kendi kurgu dünyam”, ya da yaptığım filmler onların dünyasından, onların filmlerinden çok çok farklı.

    İlk senaryonuz Teyzem’in bir yarışmada ödül alması ile bilinirliği artmıştı. Son dönemde birçok senaryo ve film yarışmaları düzenleniyor. Bu yarışmaların 80’lerdeki kadar etkili olduğunu düşünüyor musunuz? 

    Teyzem'in çekilmesini sağlayan şey aldığı ödül değildi. Film üzerine görüşmeler yapılmıştı, zaten 86 Haziran'ında çekilecekti, Mayıs ayında aldığım ödül onun üzerine tatlı ve büyük bir sürpriz oldu. Ödüller o günlerde senaryonun ticari filme dönüşmesi konusunda etkili değildi, bugün de etkili olabildiğini sanmıyorum. Yine de, ödülün tanıtım sağladığı ve büyük bir moral (ve bazen maddi) katkı yaptığı göz ardı edilemez.

    Bu yıl 22.si düzenlenecek Uluslararası Altın Koza Film Festivali'nin jüri başkanlığını üstleniyorsunuz. Ülkemizde düzenlenen festivaller sinemamıza yeni isimler kazandırmada ne kadar etkili acaba?

    Son 20-25 yılda sinemamızın bir çok önemli yönetmeni, ilk çıkışlarını festivallerde yaptılar. Festivaller, bağımsız sinemacılara yeni filmler yapmak için kaynak yarattı, filmlerini göstermek ve yurt dışına açılabilmek olanağını da festivallerde yakaladılar. Festivallerin etkisi elbette çok büyük.
    Festivallerde uygulanan sansürleri doğru buluyor musunuz?

    Yaş sınırı haricinde hiç bir sansürü doğru ve haklı bulmuyorum.

    Türk sineması 100. yılında birçok filmle izleyenleri mutlu ederken 101. yılında sönük kaldı ve sinemaseverler yabancı yapımlara yöneldi. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz, senaryo üretmekte sıkıntı mı çekiliyor? 

    Ticari sinemanın pazarlama bunalımı ve yaratıcı insanların sıkıntıları çok farklı şeyler. Sebepleri ve çözümleri bambaşka. Karıştırmamak gerek.
    Filmlerinizde kadın karakterlere birçok yönetmene oranla daha farklı yer veriyorsunuz. “Sinema ve kadın” desek, ne söylemek istersiniz bizlere?

    Sadece kadınları değil, “erkek” çoğunluğun dışında kalan herkesi, bu erkek egemen toplumda haksızlığa uğrayan ve kırılan bir çok farklı insanı anlatmaya çalıştım. Erkek yönetmenlerin elinde genelde karikatürize edilen, düşmanlaştırılan, ötekileştirilen, ezilenleri anlatmaya çalıştım, çalışacağım. Bu elbette dünyaya, cinsiyet konularına bakışımla ilgili. 

    Hasan Ali Toptaş'ın "Gölgesizler" romanını filmleştirme fikrinin ortaya çıkışını anlatabilir misiniz? Romanda en çok ne hoşunuza gitmişti? 

    Gölgesizler bana yapımcı Hakan Karahan tarafından teklif edildi. Romanın filmleştirilmesi aslında onun hayaliydi. Ben romanın derinliğinden, katmanlı yapısından ilk başta biraz ürktüm ama yapımcıyla romanın sadece bir tarafını, hikayenin bir katmanını ele almak konusunda anlaştık. Romandaki politik altyapıyı çok beğendim ve o katmanı işleyip uyarladım.

    Ümit Ünal, Hasan Ali Toptaş dışında kimleri okur acaba?

    Herkesi okumaya çalışırım ama tekrar tekrar okuyup hayran olduklarım: Bilge Karasu, Sevim Burak, Leyla Erbil, Sait Faik, Latife Tekin, Orhan Pamuk, Barış Bıçakçı.. şu an fazla düşünmeden aklıma gelenler. (Tabii Türkçe yazanlar içinde.) 

    Sosyal medya sinemamızı ne derece etkiliyor? 

    Sosyal medyaya çok fazla takılan biriyim, internet bağımlısı olduğum bile söylenebilir. Ama yaptığım filmler, yazdığım senaryolar üstünde sosyal medyanın bir etkisi yok, haydi gazeteler, dergiler kadar var diyelim. Bazen de bir arkadaş sohbeti yerine geçebiliyor. Ama bu benim görüşüm başka yönetmen ya da yapımcılar farklı bakıp, daha fazla etkileniyor olabilir.

    Yaptığınız çizimlere çeşitli sosyal medya sayfalarında yer veriyorsunuz, çizime ilginiz ne zaman başladı? 

    İlk cevabımda söylediğim gibi, çocukluğumdan beri birşeyler çizerim, boyarım, kolaj vs yaparım. Resim ve sanat tarihi üzerine de çok okudum. Ama resim üzerine teknik-formel bir eğitim almadım. Çizmekten zevk alabildiğim zaman çiziyorum. Bazen kağıda fırlayan tuhaf mahlukata ben de hayretle bakıyorum.

    Son filminiz Nar’a 2011, son kitabınız  Işık Gölge Oyunları’na ise 2012’de imza attınız. Pekâlâ, yakında yeni bir kitap ya da film çalışması olacak mı? 

    “Sofra Sırları” adında Hülya Avşar'ın oynayacağı bir film için çalışıyoruz. Bakanlık kredisi aldı, ortak yapımcılar bulunuyor, olağanüstü bir durum olmazsa 2016'da Rota-Net yapım şirketi ile çekeceğim. İlerletmeye çalıştığım başka projeler de var.

    İçinize en çok sinen "işte yaptığım en güzel iş" dediğiniz film hangisi?

    “Güzel” elbette izafi bir kavram ama 9, Ara ve Nar filmlerimin hiç bir mazerete sığınmadan arkasında durabilir, her yaptığımın hesabını verebilirim. Diğer filmlerimde de çok çok sevdiğim şeyler var ama aynı zamanda birçok “ah, keşke!” de var. O “keşke”lerin her birinin sebebi farklı, hikayesi uzun. Bir yönetmen her filminde tamamen özgür olamıyor, hayal ettiklerini her zaman hayata geçiremiyor.

    Son olarak Karantina okurlarına ne söylemek istersiniz?
    Ülkemiz ve dünya çok zor günlerden geçiyor. Elbirliğiyle aklımıza, sağlığımıza, hayatımıza mukayyet olmalıyız. Bizi delirtmelerine izin vermeyelim. Sevdiğimiz filmlere, kitaplara, şarkılara, insanlara sahip çıkalım.

Bu söyleşi Ağustos 2015'te yapılıp, Ekim 2015'te yayınlandı.

Wednesday, 7 October 2015

A Portrait From the Catalogue of 22th. Golden Boll International Film Festival - Yeşim Tabak


Click on the photo to enlarge.
Film critic Yeşim Tabak penned this article for the catalogue of the 22th. Golden Boll International Film Festival where I was heading the jury of the National Films Competition.


Film critics love to make generalizations in order to refer to the sociology of a specific period or trends in cinema. This is the very reason why you won’t always find Ümit Ünal mentioned in pieces that summarize the recent history of Turkish cinema under particular movements. Quite simply, we don’t know where to place Ünal. We can’t easily pin him down or class him together with a group of other filmmakers. Although he came into our lives as a Yeşilçam screenwriter in the 1980s, we would be wrong, for example, to describe him as ‘an ambassador of the Yeşilçam tradition’. Similarly, it would be hard to identify him with the spirit of the 1980s. After all, it is the same person who resurfaces at the beginning of the 2000s as the director of 9, a feature both independent and experimental in terms of form, style and production setup. It was also the first Turkish film to be shot entirely in digital format.

Ümit Ünal is like a grown-up (because he can empathize) child in a country of adult children (seemingly serious on the outside but stuck in a narcissistic phase on the inside): he is prepared to experiment, to explore unknown avenues; he is a multitalented artist (who is actively involved in literature and illustration, as well as having dabbled with theatre and music) eager to follow his imagination and content to remain in a ‘state of becoming’ rather than conform to a rigid schema. Despite this eternally youthful outlook, we see even in Teyzem (My Aunt), which he wrote when he was just 21, and in his other best films a screenwriter aware of the complexity of feelings. My Aunt won Ünal a place in the hearts of the Turkish public at the point where art house and commercial cinema overlap. With heart wrenching authenticity, the drama builds a world from tragicomic manifestations of halfway modernization, from individualization thwarted by hypocritical social morality, womanhood disabled by neighbourhood pressures, and the amalgam of ‘best friend / half mother/ lover of sorts’ that defines the aunt-nephew relationship. The film brought to light a wound that we knew was there, but hadn’t named.

The success of My Aunt gave Ünal the chance to gain experience as the writer (or co-writer) of numerous films in the twilight years of the Yeşilçam era during the late 1980s and early 1990s. Even more significantly, it allowed him to work with masters of the older generation, such as Atıf Yılmaz, Şerif Gören and Ertem Eğilmez. The results include Milyarder (The Billionaire), Hayallerim, Aşkım ve Sen (My Dreams, My Love and You), Arkadaşım Şeytan (Devil, My Friend), Piano Piano Bacaksız (Piano Piano Kid), Amerikalı (The American) and Berlin in Berlin.

Yeşilçam’s masters were used to working fast with limited production budgets. They represent a kind of filmmaking that sometimes produced masterpieces, sometimes churned out commercial fare with only sparse pleasing qualities, and alternated between the idealistic artist and the humble labourer. One of the things Ünal gained from working with these masters was the need for practicality regarding the production process. Anyone who has worked on one of his film sets will confirm that when constrained by circumstances Ünal knows how to focus on a solution rather than take it out on his cast and crew. His career is quite unlike most others in the present-day Turkish film industry inasmuch as it follows a zigzagging path that has enabled him to take on different roles (as just screenwriter, just director or ‘auteur’, but also as a TV drama series or commercials director), and projects that are sometimes entirely personal, sometimes manifestly commercial. Another aspect in which Ünal shares common ground with the older generations is his ability to construct a classic narrative where events follow on from one another on the principle of action and reaction. Ümit Ünal is above all a storyteller. Rather than obsessively rework a theme, he produces all kinds of stories that demand very different production setups. If you try asking what is in the pipeline, you will find scores of astonishing projects awaiting the appropriate conditions, some of which may never be made.

Perhaps the most successful of Ünal’s many and varied projects are those films where his auteur presence is strong and the production is defined by a minimal cast and crew, limited locations and a low budget. The most obvious examples that come to mind are 9, in which he digs the dirt on the occasionally romanticized ‘traditional Turkish neighbourhood’, and then Ara and Nar (The Pomegranate), where he explores characters with desirable careers in the city who aspire to the bourgeoisie yet represent a state of ‘inbetweenness’ on the matter of modernization. These three pictures expose a sense of decay fuelled by social morality and anxieties about image; and they are fiercely critical. That said, Ünal’s concern is not to judge or be critical. He accepts his characters with their various flaws; he builds empathy with them, while not necessarily feeling the need to show sympathy. What the director really finds interesting and significant is how the flaws of the different characters interact, how they trigger one another off, and what kind of conundrums they create. Views concerning his other work as a director are various. But each of these films have added colour to Turkish cinema history in respect of the subject matter they deal with.

Gölgesizler (The Shadowless), an adaptation of the eponymous novel by Hasan Ali Toptaş, deals with the relationship between time and place in a surreal structure that roams the boundaries of the mind. The film also presents possibly the most courageous example of contemporary cinema in the formal sense. Understanding or not understanding the picture and liking or not liking it are issues that have been much discussed. Yet whichever way you decide, Ünal has created an atmosphere that is sure to be remembered. In Anlat İstanbul (Istanbul Tales), he adapts western fairy tales to present-day Istanbul and brings together a team of five directors, including himself. This is a film where he has the chance to combine being experimental with high-budget filmmaking and an all-star cast. Inspired by the fantastic B movies of 1970s and 1980s Turkish cinema, Kaptan Feza (Captain Feza) fits into the same unsophisticated B-movie mould itself. On the other hand, with Ses (The Voice), which was written by Uygar Şirin, Ünal successfully raises the bar of the Turkish thriller genre, which has all too often been condemned to cheap populism.

For Sofra Sırları (Secrets of Turkish Cuisine), which he will begin shooting next year, Ünal has cast Hülya Avşar, the diva of Turkish popular culture, in the role of a serial killer. Ünal’s career, like many of his characters, epitomizes different extremes and features many instances of ‘inbetweenness’. But it is also evidence of the very broad perception of the world that can go hand in hand with not being any single, clear-cut thing. Looking back on his 30-year background in cinema, you can’t help but look forward impatiently to his upcoming films.

Altın Koza Film Festivali Katalogundan: Ümit Ünal - Yeşim Tabak


22. Adana Altın Koza Film Festivali'nde 9, Ara, Anlat Istanbul, Nar ve Gölgesizler topluca gösterilecekti. Maalesef, yarışma filmleri dışında tüm gösterimler iptal olunca, benim retrospektif de ancak festival katalogunda kaldı. Yeşim Tabak katalog için bir portre yazısı kaleme almıştı. Yazıyı paylaşıyorum:

Büyütmek için resme tıklayın.

Sinema yazarları, dönemlerin sosyolojisine ve filmlerdeki eğilimlere değinmek adına genellemeler yapmayı sever. Tam da bu yüzden, Türk sinemasının yakın tarihini belirgin akımlar altında özetleyen yazılarda, Ümit Ünalın adını her zaman görmeyiz. Ünalı nereye koyacağımızı bilemeyiz çünkü. Bir grup sinemacıyla aynı çatı altında sabitleyemeyiz kolayca. 80lerde bir Yeşilçam senaristi olarak hayatımıza girmiş olmasına rağmen, Yeşilçam geleneğinin temsilcisidir diyemeyiz örneğin. Ya da birebir 80lerin ruhuyla özdeşleştiremeyiz. 2000lerin başlarında, tamamen dijital çekilmiş ilk Türk filminin, hem biçimi hem de yapım koşulları açısından son derece bağımsız ve deneysel 9un yönetmeni olarak karşımıza çıkan da aynı kişi çünkü.

Çocuk kalmış (dışı pek ciddi görünse de içi narsistik evrede sıkışmış) yetişkinlerin ülkesinde, olgun (zira empati kurabilen) bir çocuk gibidir Ümit Ünal: Sonucun garantili olmadığı yollara girmeye, deneyler yapmaya hazır; hayal gücünün peşinden gitmeye hevesli ve katı bir çerçeveye ayak uydurmak yerine hep oluş halinde, (edebiyat ve illüstrasyonla da uğraşan, ucundan tiyatro ve müziğe bulaşmış) çok yönlü bir sanatçı. Bu daima genç duruşa rağmen, henüz 21 yaşındayken yazdığı Teyzemde bile, ve diğer en iyi filmlerinde, duyguların karmaşasına vakıf bir senaristi görürüz. Ünalı sanat sinemasıyla ticari sinemanın kesiştiği yerden Türk halkının gönlüne yerleştiren Teyzem, teyze-yeğen ilişkisinin en iyi dost / yarı anne / bir nevi sevgili karışımı doğası, mahalle baskısıyla sakatlaştırılan kadınlık, ikiyüzlü toplum ahlakının ket vurduğu bireyleşme ve yarım kalmış modernleşmenin traji-komik tezahürlerinden yürek burkan sahicilikte bir dünya kurmuş; bildiğimiz ama adını koymadığımız bir yarayı görünür kılmıştı.

Teyzemin başarısı, Yeşilçamın son yılları diyebileceğimiz 80ler sonları ile 90lar başlarında birçok filmin senaristi (veya ortak senaristlerinden biri) olarak deneyim kazanma, üstelik Atıf Yılmaz, Şerif Gören, Ertem Eğilmez gibi eski kuşak ustalarla çalışma fırsatı tanıdı Ünala: Milyarder; Hayallerim, Aşkım ve Sen; Arkadaşım Şeytan; Piano Piano Bacaksız; Amerikalı; Berlin in Berlin.

Yeşilçamın ustaları, kısıtlı prodüksiyon koşullarında hızlı çalışmaya alışkındır; kimi zaman başyapıtlar çıkaran, kimi zaman da araya serpiştirilmiş hoşluklarla yetinmiş ticari işler üreten, idealist sanatçı ile mütevazı emekçi arasında gidip gelen bir sinemacılığı temsil ederler. Bu ustalarla çalışmanın Ünal’a kazandırdıklarından biri, film yapım sürecine dair bir pratiklik olmalı. Setinde çalışmış olanlar teyit edeceklerdir ki, Ünal şartlar sıkıştırdığı zaman gerginliğin faturasını ekibine çıkarmak yerine çözüme odaklanmayı bilir. Kariyeri, günümüzün Türk filmciliğinde pek rastlanmayan biçimde farklı görevleri (sadece senarist, sadece yönetmen ya da auteur sinemacı; TV dizisi veya reklam filmi yönetmeni) üstlenebildiği, bazen tamamen kişisel bazen ticari kaygıları ön plana aldığı, zikzaklı bir çizgi ortaya koyar. Ünalın eski kuşaklara yakın durduğu bir diğer yönü de, etki-tepki prensibinde olayların olayları kovaladığı klasik bir öyküleme oluşturmadaki becerisidir. Her şeyden çok bir hikayecidir Ümit Ünal. Bir temanın takıntılı biçimde tekrarı yerine, birbirinden çok farklı prodüksiyon koşulları gerektiren, türlü türlü hikayeler çıkarır önümüze. Sırada hangi proje var? diye sormaya kalkarsanız, uygun koşulları bekleyen, bir kısmı belki de hiçbir zaman gerçekleşme fırsatı bulamayacak, bir sürü şaşırtıcı projesi olduğunu fark edersiniz.

Envai çeşit proje arasında belki de en başarılı oldukları, auteur kimliğiyle karşımıza çıktığı, küçük bir kadro, kısıtlı mekan ve düşük bir bütçeyle kotardığı filmler: Zaman zaman romantize edilen geleneksel Türk mahallesinin kirli çamaşırlarını ortaya çıkardığı 9 ve modernleşme konusundaki arada kalmışlığımızı temsil eden, büyük şehirde cazip meslekleri icra eden, burjuva kesimi oluşturmaya talip karakterleri incelediği Ara ile Nar. Bu üç film de, toplumsal ahlakın ve imajlara dair kaygıların körüklediği bir çürümeyi açığa çıkarır; ciddi eleştiriler getirir. Ancak Ünalın meselesi, eleştirel olmak ya da yargılamak değildir. Ünal, karakterlerini defolarıyla birlikte kabul etmiştir; ille de sempati gösterme ihtiyacı duymadan empati kurmuştur onlarla. Yönetmenin asıl ilginç ve kayda değer bulduğu, farklı karakterlerin defolarının birbiriyle nasıl ilişkiye girdiği, birbirini nasıl tetikleyip ne gibi düğümler yarattığıdır.

9la başlayan yönetmenlik dönemindeki diğer işleri hakkındaki görüşler muhteliftir. Ancak bu filmlerin her biri, ele aldıkları konular itibarıyla Türk sinema tarihine zenginlik katmış çalışmalardır. Hasan Ali Toptaşın romanından uyarladığı Gölgesizler, zaman-mekan ilişkisini gerçeküstü, zihnin sınırlarında gezinen bir yapıda ele alır ve biçimsel anlamda güncel Türk sinemasının belki de en cesur yaklaşımını ortaya koyar. Bu filmi anlamak / anlamamak, beğenmek / beğenmemek üzerine bolca tartışılmıştır. Ancak son kararınız ne olursa olsun, mutlaka hatırlanacak bir atmosfer yaratmıştır Ünal. Batı masallarını günümüz İstanbuluna uyarladığı ve kendisi dahil beş yönetmeni bir araya getirdiği Anlat İstanbulda, büyük bütçeli / yıldız oyunculu sinemacılığa deneysel olma şansını tanımıştır. 70ler ve 80ler Türk sinemasının fantastik B-filmlerinden ilham alan Kaptan Fezada, bizzat B-filmlerin naif çerçevesine girmiştir. Senaryosunu Uygar Şirinin yazdığı Seste ise, sinemamızda çoğu kez ucuz bir popülizme mahkum kalan gerilim türünün çıtasını yükseltmiştir.

Çekimlerine önümüzdeki yıl başlayacağı Sofra Sırlarında, Türkiye popüler kültürünün divası Hülya Avşara, bir seri katili oynatacak. Ünalın, birçok kahramanı gibi arada kalmışlıkları barındıran, farklı uçları temsil eden kariyeri, tek ve net bir şey olmamanın nasıl da zengin bir dünya algısı yaratabileceğinin kanıtı. Otuz yıla varan sinema geçmişine bakınca, sıradaki filmlerini merakla beklememek elde değil.