Tuesday, 10 July 2012

Sekans - Sinema Yazıları Seçkisi 6 - Söyleşi: Ece Özdemir


Dokuz, Ara ve Nar’da hep ‘bastırılanın geri dönüşü’ne tanıklık ediyoruz. Dokuzda sorgu ilerledikçe insanların sakladıkları, bastırdıkları her şeyin geri geldiğini görürüz. Ara’da da tüm karakterlerin sırları, saklıları ve bastırdıkları seyirciyle paylaşılıyor. Nar’da da Deniz-Selma çifti ve kapıcı için benzer bir durum söz konusu. Karakterlerinizdeki bu hali (Freudyen bir önermeden yola çıkarak “uygarlık=bastırma”yı kabul edersek ve karakterlerinizi modernleşmenin birebir etkilediği orta ve orta üst sınıfa ait kıldığınızı düşünürsek) Türkiye’nin yarım yamalak gerçekleşen modernleşme macerasının bir sonucu olarak okuyabilir miyiz?
 
Bu özellikle Ara ve Nar için söylenebilir sanırım. Ara’nın temel dertlerinden birinin bu olduğu bile söylenebilir. Ara, parasal açıdan tuhaf bir zenginleşmenin yaşandığı son 30 yıla, belki daha da önceden başlayarak, 70’lerde çocuk olmuş Türklerin hayatına, yani içinde bulunduğum kuşağın dertlerine tanıklık etme çabasıdır. Tam manasıyla “arada kalmış” bir kuşağı anlatır. Nar’daki Doktor Sema ve Deniz karakterleri çok rahat Ara’nın kahramanlarıyla arkadaş olabilirlerdi. Ama onları hiç bilmedikleri, bilmek de istemedikleri bir dünyanın insanlarıyla, 9’un dünyasından gelmiş gibi duran Asuman ve Mustafa ile aynı mekana hapsettim. 9 artık bitmiş bir dünyayı, çoktan kaybolmuş değerleri zombi gibi yaşatmaya çalışan, bugünün saçma sapan gerçekliğine eski bildikleri kalıplarla karşı koymaya çalışan ama yenilen insanlar üzerinedir.

Meral Özçınar Eşli, sinemanız üzerine yazdığı “Arada Kalmak” kitabında filmlerinizdeki karakterlerin arada kalmışlığından söz ediyor. Doğu ile Batı, geçmiş ile gelecek, gelenek ile modernlik, taşra ile şehir, heteroseksizm ile eşcinsellik (biseksüellik), idealler ile ‘gerçekler’, para ile idealler vs…Karakterleriniz ve elbette filmlerinizdeki bu arada kalmışlığı ve ikilikleri nasıl değerlendiriyorsunuz.

Meral’den önce İstanbul Festivali 30. Yıl kapsamında çıkan “30 Yıl 20 Yönetmen” adlı kitapta Alman gazeteci Daniela Sannwald beni “arada kalmış” biri olarak tarif etmişti. Bu aslında iyi bir tanım mı yoksa küçültücü bir şey mi, bilmem. Arada kalmak benim tecrübeme göre iyi bir şey değil. Ama evet, Susam Sokağı’nın meşhur şarkısındaki gibi “arada kaldım” ben de. Belki gerçekten yukarıda saydığınız neredeyse tüm ikilikleri hayatı boyunca şahsen yaşamış ve yaşayan biri olarak, yaptığım işlerde böyle arada karakterler yaratıyorum. Filmlerim pek çok açıdan “otobiyografik” olarak görülebilir.

Ara ve Nar’da orta sınıf (orta-üst?) ahlakını da görünür kılıyorsunuz. Bu ahlakın hem filmlerinizdeki görünümünü hem de genel olarak Türkiye’deki görünümünü nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Türkiye, mesela İngiltere’nin Victoria döneminde yaşayıp büyük ölçüde atlattığı korkunç bir ahlaki ikiyüzlülük içinde yaşıyor. Sadece cinsel konularda değil, ticari, siyasi, ahlaki, sanatsal her alanda yokmuş gibi yapmayı, her şey yolundaymış gibi yapmayı, çalarken çırparken en dürüst bizmişiz gibi yapmayı, omuzlara basarken en haksever bizmişiz gibi görünmeyi çok iyi biliyoruz. Kısacası –mış gibi yapmak en iyi başardığımız şey. Bunu da sadece orta-üst sınıflarla sınırlı tutmuyorum. Yoksulların içinde de aynı oranda “ahlaksız” insan çok.

Fredric Jameson’ın üçüncü dünya edebiyatı için yaptığı “üçüncü dünyadan gelen tüm metinler zorunlu olarak alegoriktir ve bu metinler ulusal alegorilerdir” genellemesinin izini filmlerinizde sürmek mümkün. Dokuz’daki mahalleyi Türkiye’nin mikrokozmosu olarak değerlendirebiliriz: Karakterler ve eşyalar bazında bile alegoriyi okumak mümkün (Milliyetçi Tunç’un kasap oluşu; Veli’nin asker babasıyla kurduğu ilişkinin Türkiye’nin askerle kurduğu ilişkiye benzemesi; Ender’in çizgili pijamadan nefret etmesinin, taşra-merkez ilişkisine benzemesi; Selda ve Ender’in Gül’ün ‘Fransızlığı’yla kurdukları ilişkinin Türkiye’nin batıyla kurduğu hayranlık-düşmanlık ilişkisini anımsatıyor olması vs….). Ne dersiniz?

9’un Türkiye’nin bir modeli olması, hemen hemen her karakterin belli bir kesimi bir anlayışı temsil ediyor olması, dolayısıyla tüm filmin bir alegori olarak görülmesi elbette katıldığım bir şey. Bu Ara, Nar ve hatta Gölgesizler’de de amaçladığım, bilerek yaptığım bir şeydi. Ama sorunuzun girişindeki alıntıya katılmıyorum. Kendimi hiç bir zaman 3. Dünyalı olarak görmedim. Yaptığım filmlerin dünyanın her yerinde (yeniden yorumlanarak) geçebileceğini, yazar ve yönetmen olarak sadece buraya değil, her yere ait olduğumu düşünüyorum.

Fatih Özgüven sizi 80’lerin çocuğu olarak tanımladı ve karakterleriniz için de benzer bir okumanın yapılabileceğini belirtti. Nasıldır 80’lerin çocuğu olmak? 12 Eylül’le ve etkileriyle ‘hesaplaştığımız’ şu günlerde, 80’lileri nasıl değerlendiriyorsunuz? (Kendinizi apolitik olarak tanımladığınız söyleşileriniz var; arada kalmış bir kuşak olarak tanımladığınız söyleşileriniz var… Oysa ki filmlerinizin apolitik olduğunu söylemek pek mümkün değil) .

Fatih, artık pek görüşmesek de eski arkadaşımdır. Eski arkadaşlar hem sever hem döverler böyle. “80’lerin çocuğu” derken hem belli bir perspektife oturtmaya hem de hafiften bir “eski moda”  dokundurması yapmaya çalışmış sanırım. 80’lere ait olmak, saç kesimlerini, kıyafetlerini, eski Türk filmi sahnelerini, VH1’da yayınlanan eski klipleri falan düşününce; insanın gururla söyleyeceği bir tabir değil. Benim en hayran olduğum yazarlar, yönetmenler 1950’ler, 1960’larda en iyi işlerini vermiş insanlar. Sürrealistler, Kafka, Flaubert vb gibi çok daha eskileri de seviyorum. Ama kendimi illa bir on yılla tanımlamam gerekse bence son yüzyılların en güzel on yılı olan 1960’ların çocuğu olmak isterdim. İçinde büyüdüğüm 80’lerin, tutucu ve bunak bir akraba gibi hafif bir tiksinti ve utanç yaratmak dışında üstümde bir etkisi yok. Hayatımın hiç bir döneminde aktif politikanın içinde yer almadım. Ama filmlerim elbette politiktir, hakkıyla anlatılan bir hikayenin politika dışı olması imkansız.

Türkiye sinemasında eşcinselliğin, biseksüelliğin normalliğini, olağanlığını sizin kadar iyi yansıtabilen başka bir yönetmen olmadığını düşünüyorum. Meseleye bakışınız, heteroseksist çoğunluğun bakışını ve konumlanışını, ahlakını yansıtışınız da çok gerçekçi. Siz ne dersiniz bu konuda?  

30’lu yaşlarımın sonuna kadar hayatım ciddi bir cinsel kimlik arayışıyla, oradan oraya savrularak geçti. Cinsel kimliğimle 40 yaşımdan itibaren barıştım diyebilirim. Filmlerimin de aynı cinsel arayışları konu ediniyor olması doğal. Türk sinemasında eşcinsel karakterler genelde heteroseksüel yönetmen/yazarların elinde şekillenir ve genellikle karikatürize ve kaba hatlı olurlar. Bu maalesef çok iyi niyetlerle yola çıkmış Zenne filminde bile böyle. Ben kendi deneyimlerimden de yola çıkarak “gerçek” eşcinsel karakterler yaratmaya çalışıyorum. Bir karakterin eşcinsel olması onun tek belirleyicisi, tek özelliği olmasın diye uğraşıyorum.  Başka karakter özelliklerinin ve derinliklerinin yanında aynı zamanda eşcinsel olan, sadece cinselliğiyle değil başka çatışma öğeleriyle hikayeye katılan insanlar çizmeye çalışıyorum.

Filmlerinizde metafizik öğelere ve delilere (borderline olanlara) de rastlıyoruz. Metafizik olan ve deliler hep bir yarık açıyor, seyirciyi ve kahramanları gerçeğin alanından hakikatin alanına çekip, onları yüzleşmeye, vicdanlı olmaya çağırıyor gibiler. Bu iki motifi böyle mi okumalıyız? Başka anlamlara da aracılık ediyorlar mı?

Benim metafizik, doğaüstü inançlarım yok. Filmlerimde, hikayelerimde, romanlarımda yer alan tüm bu öğeler kurmacanın içinde kullanmayı çok sevdiğim için oradalar. “Gerçek” hayatta iki insanın aynı hayali göremeyeceğini ya da hayalet diye bir şey olmadığını, gaipten haber vermenin mümkün olmadığını vs. ben de biliyorum. Ama bunlar bir hikayenin parçası olarak, binlerce yıldır hayal kuran, ortak rüya gören, kendine bir gerçek ötesi alem yaratmış insanlığın muhteşem hayalgücüne bir selam yollamak için birer araç bence.

Filmlerinizin diyalog ve diyalogla ilerletilen, oluşturulan öyküler üzerine kurulu olduğunu düşünüyorum. Diyalog Türkiye sinemasının hala (son dönem ‘sanat sineması’ örneklerini de katarsak) üstesinden gelemediği bir sorun. Diyalog sorunundan başlayarak Türkiye sinemasının senaryo konusundaki vasatlığını nasıl değerlendirirsiniz?

İyi senaryo ve diyalog eksikliği sadece Türkiye’nin değil tüm dünyanın sorunu. Ama Türkiye’de ciddi bir dramatik geleneğin olmaması her şeyi daha da zorlaştırıyor. Sanatta her şey aslında gelenekler üzerinden yürür. Sizden önce birileri bir şey yapar. Siz onların üstüne, yanına bir şeyler yapar ve bir adım farklı bir dünya yaratırsınız. Türkiye’de mesela 70’li yıllarda yapılan filmlerle aynı dönemde, herhangi bir gelişkin sinemada yapılan filmlerin dilini karşılaştırınca, ne demek istediğim anlaşılır sanırım. Bu zayıflık filmlerimizin yapılışı kadar algılanışını da etkiliyor. Türkiye’de “sanat” sinemasında fotografik, doğaçlama, belgesele yakın bir tarz en geçerli, en yüceltilen sinema olmuştur. Bu mesela birer başyapıt olan “Umut” için olduğu kadar “Mayıs Sıkıntısı” için de geçerlidir. Dramatik gelenek zayıf olduğu için diyalog yazımı da gelişmemiştir. Hala çok diyaloglu filmlerin “teatral” sanıldığı bir ülkedeyiz. Sorun burada.

Nar’ı “Görkemli görselleri olmayan, sinema dilinde devrim yapmaya uğraşmayan” bir film olarak tanımlıyorsunuz. Dokuz’dan başlayarak sinematografi anlayışınızı tarif etmenizi rica etsek?

Ben ticari ve “sanatsal” sinema arasında gidip gelen filmler yaptım. Büyük bütçeli, ticari seyirciyi ve dağıtım hedefleyen işler de yaptım, 9, Ara ve Nar gibi küçük bütçeli ve “içimden gelen ses”e uyduğum filmler de... 9 sadece söylediğiyle değil, üslubuyla da sert ve aykırı, deneysel denebilecek bir filmdi. Ara için de benzer şeyler söylenebilir. Nar’da söylemek istediğim şeyler belki üslubun önüne geçti denebilir. Tek bir evin içinde geçtiği için “epic” görseller yoktu elbette. Birkaç saat içinde geçtiği için de kurguda yapılacak fazla oyun yoktu. Daha çok hikayenin akışıyla ilgilendim ve ortaya üslup açısından daha yumuşak bir film çıktı. Ama bu bir sonraki filmim de böyle olacak demek değil. Her filmde değişik üsluplar denemeyi ve farklı bir şey yapmayı seviyorum.

Dokuz ve Nar’da açık bir şekilde suçla ilgileniyorsunuz: Suçun ontolojisiyle belki de. Sistemle, toplumla ilişkisine… Nar’da Sema (uzun monoloğunda) Deniz’e, yaşadığı hayatın nasıl kurulduğunu, nelerle kurulduğunu, sürdürüldüğünü hiç düşünmediğine, merak etmediğine dair şeyler söyleyerek, Deniz’i de suçun ortağı kılar. Bu ortaklıkları sorgulamaya başladığımızda mı suçlarla gerçekten yüzleşebileceğiz?

Aslında hepimiz bir şekilde suça bulaşmış durumdayız. Sessiz kalarak, kenarda kalarak, onaylayarak, görmezden gelerek hepimiz küçük büyük suçlara ortak oluyoruz. Nar’ın söylemeye çalıştığı şeylerden biri de buydu zaten. 

Edebiyatla da yakından ilişkili bir yönetmen olarak size Türkiyeli yönetmenlerin Dostoyevski’yle olan ilişkilerini sormak istiyorum. Pek çok ismin (Pirselimoğlu, Ceylan, Dermirkubuz, Kaplanoğlu, Akar vs..) mütemadiyen Dostoyevski’ye göndermede bulunmasını (siz de Ara ve Dokuz’da  doğrudan göndermede bulunuyorsunuz, ki ‘suç’ a, vicdana bakışınız açısından da ilişkilisiniz…) nasıl yorumluyorsunuz? Sinemamızın Dostoyevski’yle derdi ne olabilir

Bir yazarın, bir sanatçının Dostoyevski ile derdi olmalı mutlaka. Ama açıkçası benim üzerimde mesela Kafka kadar etkisi olmadı. Ama 9 ve Ara’daki göndermeler karakterleri tarif etmekle alakalı. 9’daki kitapçı Salim, oğlu Kaya’ya Dostoyevski’nin Ecinniler’ini okutuyor. Bu doğrudan edebi bir göndermeden çok bence Salim’i tarif etmek için bir araç. Ara’da da kavga sahnesinde, “Sen ekmeğe pepe derken ben Dostoyevski okuyordum” diyor baş karakter. Bu da belki de hiç okumayan birinin Dostoyevski ismi ile hava atmaya çalışması, yine karakter tarifi. Hemen peşinden Kierkegaard da diyor zaten.

Nar’ın sonrasında yazdığınız yazıda (Altınportakal yazısı), Nar’a gelene kadar eleştirmenlerin filmlerinizi çok da beğenmediğinden falan bahsediyorsunuz. Kendinizi işleri yeterince görünür olmamış, ihmal edilen bir yönetmen olarak gördüğünüz oluyor mu?

Hayır eleştirmenlerin çok beğendiği başka filmlerim var. O yazıda beğendiklerinde samimi bir şekilde öven, beğenmedikleri zaman filmlerimi yerin dibine batıran dürüst eleştirmenlerden bahsettim. Kendimi ihmal edilen bir yönetmen gibi görmedim. Elbette istediğim filmi istediğim zaman yapan, çok seyirciye ulaşıp çok para kazanan, gittiği her festivalden ödüllerle dönen biri olmayı isterdim, kim istemez? Ama 21 yaşında girdiğim, 1986’dan beri, senaryocu ve yönetmen olarak içinde yaşadığım sinema bana yeterli sevgi ve saygıyı verdi. Festivallerde konuştuğum insanlar, internet üzerinden bana yazanlar, yaptıklarımın boşa olmadığını gayet güzel anlatıyorlar. Sayıları birkaç milyon değil ama söyledikleri yeter.

Bu sayımızın dosya konusu sinema ve aşk. Nar’da Deniz’in Sema’ya duyduğu aşkı anlattığı çok güzel bir monolog var, “her şeyim o benim” diye süren. Teyzem’de Umur’un teyzesine, Dokuz’da Firuz’un Kaya’ya duyduğu aşk da etkileyici. Sinemanın ve sinemamızın aşkı ele alışını nasıl buluyorsunuz? Sevdiğiniz filmler, diyaloglar vs..açısından.  

Aşk insanlığın ölüme, yani sonsuz can sıkıntısına karşı bulduğu tek çare. Filmlerin çoğunda çok kötüye kullanılıyor. Ama iyi bir aşk filmi (mesela Hiroshima Mon Amour, Eternal Sunshine, Dikkat: Şehvet ya da az önce seyrettiğim Weekend) kadar insana iyi gelen şey çok az bulunur.