Thursday, 23 March 2023

Ortadoğu - Ümit Ünal



Yanmış naylon. Bulaşık katran. Çürük tahtalarda paslı çiviler. Dalgaların arasında yosunlara dolanmış bir köpek cesedi. Yüzünün yarısı sadece kemik ve diş. Uzaktan çınlayan, anlamadığın bir dua okuyan bir erkek sesi.

Sidik kokulu yıkıntı duvarda ayıp yazılar, sloganlar. Bir kanlı el izi. Hemen sağında bir kan izi daha. Aynı el mi? Soru sorma! Çocuksun sen. Geç gölgeye! Güneşte burnun kanayacak. Kumsalda kara bir çocuksun. Akdeniz'in doğusundasın. Doğunun ortasındasın. Ortadoğu'dasın.

Poyrazlı günler çok tatsız olur. Dalgalardan denize girilemez, deniz de her zamanki saydam mavi-yeşil değil, çalkantılı bulanık bir sarı renk almıştır.

Deniz kıyısında ne arıyorsun sen, baban seni kasaba yollamadı mı?

"Bir kilo kıyma alacaktım. Yağsız olsun - lütfen." diyorum sahil köyünün kasabına. Kasabın oğlu bu. Asıl kasap, babası, daha neşeli, kalender bir adam. Oğlu haytanın teki. Hep uykudan yeni kalkmış gibi. Herkesten nefret ediyor gibi. Elleri kirli.

Ben o "lütfen"i zor ekledim. Çünkü korkuyorum beni "tanju" sanacak diye. Bu herifle arkadaşlarını uzun saçlı, süzülür gibi yürüyen incecik bir turist adamın arkasından, seslerine kadınsı bir hava vererek "tanjuuu" diye dalga geçerken görmüştüm. Tanju, bir erkek ismi olmanın dışında, tam nedir bilmiyorum henüz ama seziyorum. Bu sırtlan kılıklı adamlara kıs kıs gülerek alay etme hakkı verdiğine göre tehlikeli bir şey.

Bu adamlara "lütfen" fazla. "Yapsana ordan bi kilo kıyma, yağsız olsun ha!" diye konuşabilen biri olmak isterdim. O zaman onlardan olabilirdim. Ama ağzımdan laflar hep özür diler gibi çıkıyor, elimde değil. Lütfenden mütfenden anlamayan, gömleği karnına kadar açık herif yağlı yağlı parçaları atıyor kıyma makinesine.

Göğsü kılsız. Tuhaf bir şekilde bir bukalemun gibi ileriye çıkıntılı. Babam kızacak. Beni kasaba yollarken "Emin başçavuşun oğluyum de, selam söyle, babam yağsız kıyma istiyor de" diye tembihledi. Adam göstere göstere yağları tıkıştırıyor.

Derdim şu: Ben babamın oğlu olduğum için değil, kendim olduğum ve tam bir kilo yağsız kıyma parasını avucumda sıkı sıkı tuttuğum için YAĞSIZ kıyma almak istiyorum.

Babamın selamını söylemedim. Neden birinin selamı olmadan alınamıyor bir şey? Parasıyla değil mi? Sesimi çıkaramıyorum. Kıyma paketleniyor.

Parayı uzatıyorum. "Hayırlı işler"i ağzımın içinden fısıldar gibi söyleyip uzaklaşıyorum.

Yürürken kabarır gibi yapmaya sert bir erkek gibi yürümeye çalışıyorum, arkamdan "tanju" diye düşünmesin. 

Akşam misafir gelecek ve babam çiğköfte yapacak. Babam Urfalı. Ege'nin kıyısında bu sahil köyünde bulduğu iki memleketlisi ve aileleri sık sık misafirimiz olur ya da biz ailecek onların evine gideriz. Kıyma paketini açınca yüzünü buruşturuyor. "Sinameki herif, yağlı vermiş yine. Ben Emin başçavuşun oğluyum demedin mi?"

"Dedim."

Demediğimi biliyor.

"Bununla çikifte olmaz ki."

Babam yirmi yaşından beri İzmir'de yaşadığından, Urfa şivesini bırakmış, İzmirli gibi konuşuyor. Sadece bazı kelimeleri elinde olmadan Urfalı gibi söylüyor. Çiğköfte yerine "çikifte" demesi gibi.

"Geri götür bunu," diye kızıyor, "götür, babam bunu beğenmedi, çok yağlı dedi de, yağsızından çeksin. Dilenci miyiz biz, para verip alıyoruz bunu."

Kim bilir nasıl bir bakışla bakıyorsam yeni verdiği görevi yerine getiremeyeceğimi anlıyor. Mutfak tezgahında bir orduya yetecek kadar taze soğan ve maydonoz ayıklayan anneme bakıyor.

Çocuklarımızın hiçbir zaman tam bizim istediğimiz insanlar olmayacağını anlamak, dünyanın en zor kabul edilen hakikatidir.

Ortadoğu'da hakikat sevilmez. Doğunun ortasında hakikat çok zor dile gelir. Hep saklanır çamurla, kanla, külle, korkuyla. Dünya kurulalı beri böyle.

Babam "Yürü," diyor, kıyma paketini alıp önüme düşüyor. Annem arkamızdan "Bir marul daha alın," diye sesleniyor. Çarşıya doğru yürüyoruz. Babam önde. Konuşmuyor benimle, şimdi bana kazık yememeyi öğretecek, bir yanlış nasıl düzeltilir, bir meseleye nasıl ağırlık konur, bu memlekette ezilmeden nasıl yaşanır, nasıl erkek olunur dersi verecek. Bense sadece yerin dibine girmek ve kıymaydı kasaptı şu berbat öğleden sonraya ait daha ne varsa sonsuza kadar unutmak istiyorum.

Sonra o öğleden sonrayı unutamadan, bunca sene taşımama sebep olan olay oluyor. Önce bir kadının çığlıklarını duyuyoruz. Bir köşeyi dönünce sokağın ortasında bir adamın çok yaşlı bir köylü kadını tekme tokat dövdüğünü görüyoruz. Kendini zor bela evden atmış yaşlı kadın yaralı bir hayvan gibi “Kurtarın, öldürecek beni,” diye haykırıyor. “Vurma oğlum, vurma oğlum” diye yalvarıyor.

Ağzı burnu kan içinde. Serserinin tekine benzeyen yetişkin oğlu camlara çıkan komşulardan, yoldan geçenlerden çekinir gibi “Ana niye böyle yapıyorsun ana?” diye bağırıyor. “Kim dövüyor seni ana? Niye bana böyle yapıyorsun ana?” Sonra patlatıyor yumruğu. Yaşlı kadın yere düşüp sesi kesilirken o ana kadar şaşkınlıktan dona kalmış babam beni bırakıp o tarafa doğru koşturuyor. Bir iki komşu daha bahçelerinden fırlayıp serserinin üstüne ellerinde sopalarla yürüyorlar, küfürler ederek kaçıyor gidiyor adam. Kadının sıyrılıp düşmüş başörtüsünden görünen beyaz-kınalı saçları. Toza bulanmış kanlı yüzü. Çocuk gibi incecik bir sesle inliyor yerde.

Babam kadının içeri taşınmasına yardım ediyor, sağlık ocağına haber uçuyor, bundan sonrası komşulara emanet. Kıyma paketi yere düşmüş saçılmış o arada, kimsenin umuru değil. Bir iki kedi gözlerine inanamaz gibi saldırıyorlar çiğ kıymaya. Babam birazdan küfürler edecek, toprağa bulanmış kıymayı kaldırıp kenara koyacak: Sokak köpekleriyle kedilere pahalı bir şölen. Kasaptan yeniden kıyma alınırken, dövülen kadının hikayesi ana konu olacak. "Oğlu hayırsız, vicdansız keş çıktı," diyecek baba kasap, kendi oğlu çekmiş gitmiş o arada, dükkanda yalnız baba var şimdi. "İçer içer, yazık anasının parasını çalar, kumar mumara da bulaşmış, allah ıslah etsin..."

"Bu da benim oğlan, iyi tanı da bir daha yağsız kıyma deyince yağsız yap," diye lafı araya sıkıştıracak babam. Kasap dertli dertli başını sallayacak: "Ben dükkanda yoktum başçavuşum, kusura bakma, benim oğlan bilmiyor, o çekmiştir kıymayı. Şu dükkan ben gidersem sahipsiz kalacak inan, tekdir kötek fayda etmedi, adam edemedik çocuğu, kime çekti bilmem ki..."

Ben hep bir yabancı gibi, orada değilmişim gibi dinleyeceğim ve seyredeceğim. Onlar gibi konuşmayı hiç öğrenemeyeceğim. Çocuğum ben. Akdeniz'in doğusundayım. Doğunun ortasındayım. Ortadoğu'dayım.


Bu kısa hikaye 31 Ocak 2018'de Bianet'te yayınlandı: 

https://bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/193810-ortadogu

Friday, 3 March 2023

Mutlu'nun Ardından - Sinemasal Dergisi - Mart 2023























Mutlu'nun Ardından

Ümit Ünal


Çocuklukta ve gençlikte, iyi öğretmenlerle karşılaşmak hayatta en büyük şanslardan biridir. Öğretmenlerimizin illa ki okulda bize ders veren konumda olması da gerekmez, insan bazı arkadaşlarından da hayata dair güzel şeyler öğrenir. 2021 Nisan'ında kaybettiğimiz Mutlu Parkan hem üniversitede ders aldığım bir öğretmenim, hem de (ne mutlu ki) arkadaşımdı. Hem derslerinde, hem sohbetlerinde, sofralarda, yürüyüşlerde ondan çok şey öğrendim. 


Akademik bilgi kitaplardan da edinilebilir. Ama bilginin aklınıza gerçekten kazınması iyi bir öğretmenden yüz yüze dinlediğiniz zaman mümkün olur. Brecht'i okuyarak öğrenebilirdik elbette. Ama Mutlu canlandırarak, oynayarak, yaşayarak, anlatırdı Brecht'i. Onu sınıfın önünde Sezuan'ın İyi İnsanı'ndan,  Cesaret Ana'dan alıntılar yaparken hatırlıyorum. Sadece Brecht'in kendi eserlerinden değil, Brecht'ten etkilendiğini düşündüğü çeşitli filmlerden de örnekler verirdi. Losey'in Mr. Klein'ından sahneler oynarken geliyor gözümün önüne, kimi diyaloglar Fransızca olarak: Mr. Klein'ın telefonda diğer Mr. Klein ile kısa konuşması... Filmin kendisini yıllar sonra izlerken Mutlu'nun eli ahize gibi kulağında oynayışı canlanmıştı gözümde.


Brecht'e bir çok açıdan hayran olsam da, "Brechtyen" bir yazar-yönetmen olmadım. Ama bir hikayenin kuruluşunda adım adım açılan ayrıntıların, hikayenin içine gizlenmiş ipuçlarının önemini Mutlu'nun Mr. Klein çözümlemesinden öğrendim. Losey, Brechtyen niyetleri olan bir yönetmen miydi, emin değilim. Önemi de yok, çünkü sanat dediğimiz şey dev, karmaşık bir dünya. İçine girebilmek, anlayabilmek için bir anahtar gerekli. Mutlu için de Brecht ve kuramı sinemayı ve edebiyatı anlamak, çözümlemek için o temel anahtardı, bir yol göstericiydi.


Ondan öğrendiklerim elbette Brecht ya da "Sinema Kuramları" dersinde incelediğimiz diğer büyük isimler, filmlerle sınırlı değildi. 


Çünkü gençken karşılaştığınız iyi öğretmenler size hayatın neye benzediğini de öğretirler. Karşınıza hayatı sevmeyen insanlar çıkarsa yandınız, mutsuzluklarını size de aşılarlar.  Mutlu (onu tanıyabilen öğrencilerinin şansına) hayatı seven bir insandı. Hayatın ayrıntılarından zevk almayı bilir, bunları çevresindeki bizlere de öğretirdi: İdeal cin-tonik ölçüsü, İzmir'de en güzel ballı yoğurt nerede yenir, ikinci el de olsa VW kaplumbağa neden dünyanın en iyi arabasıdır, Atahualpa Yupanqui kimdir, Almanca en uzun ve ilginç kelimeler nelerdir, hangi mevsimde hangi balık yenmeli, bu yemekle kırmızı şarap mı beyaz mı, bu ve benzeri sizin aklınıza gelmeyen sorular ve cevapları Mutlu'daydı. İstanbul'da ilk günlerimde simitçilerden bildiğimiz simit yerine "çatal" almayı da Mutlu'dan öğrendim, çatallar eskisi gibi güzel olmaktan vazgeçene kadar yıllarca sokak simitçilerinden çatal yedim. 


1985 Temmuz'unda, okulu bitirip İstanbul'a yerleşmek üzere ilk gelişimde, Mutlu ve okuldan arkadaşım Mesut'la feribot yolculuğu yapmıştık. "Mutlu, mesut ve ümitli" olarak. Aklımdan hiç çıkmayan bir yolculuk oldu. 


Yaz sabahı çok erken bir saatte, İstanbul'a giden feribotun güvertesinde, Marmara'nın ortasında bir yerdeyken, Mutlu uzakta dev, boz-kahverengi bir sis kubbesini gösterip "Bak orası Istanbul," demişti. Hayatım o kahverengi sisin içinde mi geçecek diye korkuyla bakmıştım. Sonra o dev kubbenin içinde kayboldum, bambaşka dünyalar buldum. 


Mutlu'yla istediğim sıklıkta olmasa da görüşmeyi sürdürdük. Eski öğrencileriyle sohbeti sürdürmeyi, hepimizi sofralarda bir araya getirmeyi çok severdi. Buluşamasak da sık sık telefonla hal hatır sorardık. Herkesin neler yaptığını takip eder, bilirdi. O feribot yolculuğundan sonra aradan 36 yıl geçti ve Istanbul'dan 3000 km uzaktayken, Mutlu'nun ölüm haberi geldi. Önce oturup uzun uzun ağladım. Sonra onun bize öğrettikleriyle, heyecanlı ders anlatışıyla, sohbetiyle, sakin gülüşü ve şakalarıyla aslında hep aklımızda ve aramızda olacağını düşündüm ve kadehimi Mutlu'ya kaldırdım.



 

Mutlu Parkan'ı 2021 Nisan'ında kaybettiğimizde ardından bir yazı yazmış ve okuldan dergide yer vermek üzere arayan arkadaşlara iletmiştim. Yazı bu ay, Sinemasal'ın Brecht sayısında yayınlanmış.