Sofra Sırları‘nı yönetti, Bana Göre Kıyamet kitabını yayımladı ve Kuşlar, Yüzler ve Diğer Şeyler sergisini açtı… Ümit Ünal‘la üretkenliği, esin kaynakları ve eserleri üzerine konuştuk.
Bu sene senin en bereketli yılın oldu sanırım. Kitap, film, sergi… Bunlar hep planlanan şeyler miydi yoksa biraz da rastlantısal mı oldu?
Hepsinin bu kadar kısa bir zaman aralığında göz önüne çıkması rastlantı oldu ama tabii ki bunlar çok uzun süren bir birikimin ve emeğin sonucu. Sofra Sırları on yılı aşkın bir süredir bekleyen bir iş. Sadece son yapımcı şirketle 2014’ten beri çalışıyorduk. Film aslında 2017 yazında bitti ama sinemaya çıkması bu yıla kaldı. Bana Göre Kıyamet üç yıldır beni meşgul eden, çeşitli biçimlerde defalarca yazdığım bir hikaye. Resim yapmak ise hep sürüyor. 2011’den beri uzun metraj çekmiyordum. Bir önceki kitabım da 2012’de yayınlandı. Oysa çalışmaya hep devam ettim, çünkü kendimi ancak bir şeyler yazıp çizerken yaşıyormuş gibi hissediyorum. Elimde bir iş yoksa her şey boş geliyor.
İstersen romanla devam edelim Bana Göre Kıyamet beşinci kitabın. Kitap bana senin 9 filmini hatırlattı. Farklı anlatıcılar tarafından anlatılan bir hikâye olduğu için. Seviyor musun bu tarzı edebiyatta ve sinemada?
Bir hikâyeyi hikâye yapan şey bakış açısıdır. Kimin tarafından anlatıldığı, hikâyenin her şeyini belirler. Çoğunlukla yazar tek bir bakış açısı seçer ve hikâyesini oradan anlatır, üslubunu buna göre kurar. Çoklu anlatıcı tekniği edebiyatta, sinemada ya da tiyatroda çok kullanılan bir teknik çünkü yazara farklı bakış açılarını kullanarak daha oyuncaklı yapılar kurma imkanı veriyor. Yazar gerçeği tek ve düz bir aynadan sunmak yerine, lunaparklardaki aynalar gibi farklı şekillerde bozarak, eğip bükerek sunabiliyor.
Kitapta sinemasal bir anlatım da var. Yazmaya senaryoyla başlamış biri olarak bu edebi tarzını etkiliyor mu yoksa aslında Bana Göre Kıyamet bir film senaryosu olarak mı doğdu kafanda?
Senaryo yazarı ve yönetmen olmam mutlaka diğer alanlarda yaptığım her şeyi etkiliyordur. Bir tür mesleki deformasyon sonucu dünyaya hep sinemacı gözüyle bakıyorum. Elbette, sinema ve edebiyat benzer gibi görünse de çok farklı diller kullanan, hikâyelerini çok farklı araçlarla anlatan sanatlar. Bir yazar ikisi arasında yolculuk edebilir ama roman yazarken, edebi çözümler bulmak, edebi bir dil bulmak zorunda. Bana Göre Kıyamet‘i 2013-14 arasında film senaryosu olarak yazdım. İlk adı da Memleket’ti. O senaryoyu filme dönüştürecek imkânları yaratamadım. Ama hikayede beni çok etkileyen bir yan, bir aciliyet duygusu vardı. Bir an önce birileriyle paylaşmak istiyordum. Bir ara tiyatro oyunu olarak hayal ettim. Sonra da romana dönüştürmek için edebi bir yapı, bir dil kurmaya uğraştım. 9‘da da kullandığım çoklu anlatıcı tekniği bu senaryoda da vardı. Ama romana dönüşürken çok değişti, çok gelişti. Yeni karakterler, olaylar, ayrıntılar girdi. Bir de elbette her karaktere farklı bir dil, üslup bulman gerek, en çok el alan iş o oldu.
“Dünyanın kabuk değiştirdiği dönemlerden geçiyoruz”
Romanda bir yersizlik-yurtsuzluk duygusu hâkim. Karakterler yaşadıkları yere karşı bir aidiyet duygusu kurmuyor ya da kuramıyorlar. Bu duygu günümüzde aslında bir çok insanın hissettiği bir duygu oldu galiba öyle değil mi?
Dünyanın kabuk değiştirdiği çok çalkantılı dönemlerden geçiyoruz. Sınırlar, kurallar yeniden belirleniyor. Bildiğimiz, alıştığımız hayat biçimleri sarsılıyor, bu da insanlarda bir tür zemin kaybına yol açıyor. Ayağımızı sağlam basamıyoruz. Günümüzden, geleceğimizden, nerede durmamız gerektiğinden emin olamıyoruz. Bu elbette ürettiklerimize yansımak zorunda. Son sergimde yer alan bazı resimlerimde de göçmenler, yersiz yurtsuz kalmış insanlar var. Bu elbette kafamı çok meşgul eden bir konuydu. Bana Göre Kıyamet‘te bence anahtar cümlelerden biri, baş karakterlerden birinin diğerine söylediği “Bize her yer gurbet oldu” cümlesi. İkisini yakınlaştıran, yersiz yurtsuzlukta buluştuklarını anlatan bu cümle, hikaye ilk doğduğundan beri değişmedi.
Sofra Sırları aslında çok uzun zaman önce kafanda olan bir hikâye idi değil mi?
Beni tanıyanlar, eski röportajlarımı okuyanlar “Sultan Mutfakta” adlı bir projeden yıllardır sürekli bahsettiğimi hatırlar belki. İlk çekirdeği 2005’te doğdu diyebilirim. Bir ara yapımcıdan yapımcıya dolaşan bir projeydi. Umarım bu yıl çekeceğim, seneye çekeceğim derken, yıllar içinde, onun yerine hep başka filmler çektim, bu arada da Sultan Mutfakta’yı defalarca yazdım.
Senaryonun filme dönüşmesi bu kadar zaman almışken ilk senaryoda çok değişiklik yaptın mı?
Senaryonun ilk hali Londra’daki Türkler arasında geçiyordu. Yarısından çoğu İngilizceydi. Baş karakter 50 yaş üzeri bir kadındı, adı Neslihan değil, Sultan’dı. İlk cinayet farklı bir yöntemle gerçekleşiyordu. Sonuçta temel hikayesi aynı kalsa da, şu an gördüğünüz Sofra Sırları ile Sultan Mutfakta bambaşka iki film gibi. İsmini de bu yüzden değiştirdim. Belki bir gün bir fırsat olur, Londra versiyonunu da çekerim yeniden.
Sofra Sırları ana karakteri kadın olan ve finalinde de kadınların kazandığı bir film. Kadınların erkek egemen toplumdan aldıkları bir intikam gibi.
Aslında senaryodaki tüm kadınlar kazanmıyor. Sadece Neslihan erkek ya da kadın “kötülerin” arasından sıyrılıp kendi hayatını kuruyor, gibi. Film elbette dünyanın en büyük azınlığı olan kadınların tarafından bakıyor, erkek eliyle bunca kadın cinayeti işlenen bu ülkede olayları tersine çeviriyor biraz. Ama temel tema bence kadın-erkek çatışmasından çok, açgözlülük. Neslihan, çevresini saran açgözlü, ikiyüzlü, yalancı erkek ya da kadınlar arasında tek temiz kalmış insan. Aslında aldığı intikam bir kadının erkek egemen dünyadan aldığı intikam değil sadece, dürüst tokgözlü bir insanın kendisini aptal yerine koyan ttüm sahtekarlardan aldığı intikam. Ben böyle düşünerek yazdım en azından.
Bana Göre Kıyamet’te de ana karakterler kadın. Sosyal statüleri farklı olmasına rağmen karşımıza çıkan kadınlar güçlü kadınlar. Sofra Sırları’ndaki Neslihan , Bana Göre Kıyamet’te Bahar ve Maya. Son dönem ana karakterlerin hep kadınlar.
İlk senaryom Teyzem‘den itibaren kadınların hikâyeleri ilgimi çekti ve yazdığım çoğu şeyin merkezinde hep kadınlar oldu. Sadece son dönemle ilgili bir durum değil yani. Aslında hiçbir zaman, “kadın hikâyesi” yazayım diye yola çıkmıyorum. Kendi dertlerimi, dünyayla ilgili meselelerimi kadınların gözünden anlatmayı seviyorum. Teyzem‘in sonundaki “-m” eki, aslında bu konuyu özetleyen bir şey olabilir. Bu iyelik eki “-m”, Teyzem‘den Nar‘a, Sofra Sırları‘ndan Bana Göre Kıyamet‘e işlerimde yarattığım tüm kadın karakterlerin sonuna konabilir.
“Yaptıkça öğreniyorum,keşfediyorum…”
Resimlerinden de konuşmak istiyorum. Önce Mahlukat Bahçesi ardından da Kuşlar, Yüzler ve Diğer Şeyler…. Arka arkaya iki sergi birden. Resim hayatına yeni mi girdi, yoksa azar azar biriktiriyor muydun?
Çocuk yaştan beri bir şeyler çiziyorum. Okul arkadaşlarım hatırlar, üniversitedeyken okulun kantininde ufak bir sergi açmıştım. Bir çok eski arkadaşımın evinde yıllar içinde hediye ettiğim çizimler, resimler vardır. Ama sergiler oluşturabilecek işler üretmem son 4-5 yılın eseri. İlk sergim Mahlukat Bahçesi 2016 baharındaydı. Açıkçası öncesinde resim konusunda utangaçtım, bu konuda eğitim almadığım için kendimi ressam bile saymıyordum kendimi hep geri çektim. Ama ilk sergi de, Kuşlar, Yüzler ve Diğer Şeyler de umduğumun çok üstünde ilgi gördü, bu da bana cesaret verdi. Şimdi daha büyük boyutlu, tuval üzerine işler denemeyi planlıyorum.
Mahlukat Bahçesi‘ndeki resimlerin içimizde yaşayan canavarların dışa vurumu gibi .
Ayrıca eklediğin küçük metinlerle her resim farklı bir fantastik dünyaya götürüyor. Resim ve metin birlikteliği sana daha rahat bir alan mı sağladı?
Mahlukat Bahçesi‘nin karikatüre yakın duran bir üslubu vardı. Sosyal medyada ya da sokakta kulağıma çalınan lafları alıp, o lafları eden, kafası bir hayvan ya da nesneye dönüşmüş insan vücutlu bir mahluk hayal ediyordum. Ama o serinin oluşması bir buçuk yılı buldu. O süreç içinde çok acılı, sarsıcı dönemler de oldu. Neşeli, umursamaz, esprili mahluklar çizerken kendimi parçalanmış bedenler, dehşetten susup kalmış ya da kendi kafasını yemiş mahluklar çizerken buldum. Mahlukat Bahçesi o bir buçuk yılın resimsel bir günlüğü gibi oldu biraz.
Kuşlar Yüzler ve Diğer Şeyler üç ayrı parçadan oluşan bir bütün. Birbirlerinden farklı olmalarına rağmen birbirlerinin dünyasının tamamlayıcısı gibiler.
Sergide yer alan Storyboards serisini Mahlukat Bahçesi’nden hemen sonra çizmeye başlamıştım. O karikatürize üsluba karşılık daha resimsel bir dil oluşturmaya çabalıyordum. Dediğim gibi akademik bir resim eğitimim yok. Resim benim için kâğıt üzerinde her şeyi deneyebileceğim bir macera alanı. Tıpkı edebiyat ve sinema arasında gidip geldiğim gibi resimde de farklı resimsel üsluplar, diller arasında yolculuk etmeyi heyecan verici buluyorum. Yaptıkça öğreniyorum, keşfediyorum, işlerim izleyiciyle buluşup iyi tepkiler alınca çok mutlu oluyorum. Ama elbette üslupları farklı olsa da, anlattığım şeyler, işlediğim temalar bir şekilde birbirine yakın.
Başta da konuştuğumuz gibi farklı dallarda işlerin üst üste geldi. Sinema, edebiyat, resim. Sanatın farklı dallarında üretimde olmak bir dağınıklık yaratıyor mu yoksa aslında bir yandan hepsi birbirinin içinden geçip birbirinden besleniyor mu?
Hayatın hikâye edilmemiş, boş hali bana yetmiyor. Kafam sürekli hikayeler uyduruyor. Hikâyelerimi elimde ne olanak varsa onunla anlatmaya çalışıyorum. Film çekebilirsem filmle, çekemezsem yazıyla ya da resimle. Bugün Muazzez İlmiye Çığ’ın bir röportajını okudum. “Sıkılınca ne yaparsınız?” sorusuna, “Başka bir şey yaparım” diye cevap vermiş. Benimki de biraz öyle. Durmuyorum. Daldan dala atlıyorum. Farklı dallarda yaptığım işlerin hepsi birbirinden besleniyor. Bana Göre Kıyamet‘i yazarken aynı zamanda resimler daha doğrusu dijital kolajlar da yapıyordum. Bunlar tam manasıyla kitabı “illustre” eden, kitaptaki sahneleri ya da karakterleri tarif eden işler değildi ama kitapla eş zamanlı çıktıkları için, hikâyenin atmosferini, ruhunu anlamaya yardımcı olacaklarını düşündüm ve kitapta yer almaları için yayıneviyle konuştum. Yazarak, çizerek, sinemayla hikâye anlatmaktan daha çok sevdiğim ve becerebildiğim başka bir işim, ilgi alanım yok, hayatımın en önemli kısmı bu.
Uzun yıllardır yaşadığın Cihangir’den çıkıp adaya yerleştin ve ada insanı oldun. Sence ada hayatı üretkenliğini nasıl etkiledi?
1985’te İzmir’den İstanbul’a geldim. Kısa bir Boğaz dönemi dışında son 33 yılın çoğu Cihangir’in çeşitli sokaklarında geçti. Ama son yıllarda şehirden sıkılmıştım, ağaç görmek, kuş sesi duymak, gece çıkıp deniz kıyısında yürümek gibi şeyleri çok özlemiştim. Merkezden kaçmak istiyordum. Sinema yaptığın zaman İstanbul’dan çok uzağa da gidemiyorsun, bir şekilde buraya bağlı kalman şart. Ada o açıdan iyi bir çözüm oldu. Tabii adı üzerinde, ada, ister istemez bir tür yalıtılmışlığı beraberinde getiriyor. Vapur saatlerine bağlısın, lodosa, sise bağlısın. İki yılı aşkın bir süredir yarı münzevi bir hayat sürüyorum denebilir. Uzun yürüyüşler ve bazen arkadaş sohbetleri haricinde adada yapılacak büyük etkinlikler yok. Daha çok boş vaktin var, dolayısıyla kendini daha çok yazarken, okurken, çizerken, film seyrederken buluyorsun. Şehirden ve boşa zaman öldürdüğün bir çok şeyden hayli hayli kopuyorsun. Böyle yaşamak herkesin hoşuna gider mi bilmem, çok sıkıcı bulanlar da olabilir ama hayatımın bu döneminde bana çok iyi geldi.
Bu röportaj 27 Mayıs 2018'de Sanat Atak'ta yayınlandı.