"İnsan çevresindeki her şeyi yiyen, kullanan, tüketen asalak bir canavar. Tabii ki, canavar olduğumuzun bilincine varacak kadar akıllıyız. Kaderimizi öngörecek kadar birikimliyiz. Yaptıklarımızdan suçluluk duyacak kadar duyarlıyız. Bilim ve sanat canavarlığımızla baş etmenin yolları ama çoğunluğun canavarlığı karşısında bilimin de sanatın da çaresiz kaldığı noktalar çok fazla."
Biz sizden yepyeni bir film
beklerken, sürpriz bir sergi ile karşımıza çıktınız… Gerçi
“Işık Gölge Oyunları” adlı kitabınızda ressamlığın
çocukluk hayaliniz olduğunu öğrenmiştik. Hem çizimlere başlama
hem de serginin doğuş hikayesi de oldukça ilginç, sizden
dinleyebilir miyiz bir kez daha?
Kendimce bir şeyler çizmek, desenler
yapmak her zaman sevdiğim bir yan uğraştı. Son bir buçuk iki
yıldır da daha yoğun ilgilenmeye başladım. Bir arkadaşıma
hediye olarak fil kafalı bir adam çizmiştim, arkadaşım o deseni
çok beğenince birden bir seri desen akın etti. Peşpeşe hayvan ya
da bitki ya da nesne kafalı insanlar çizmeye başladım. Sonra
bunları Instagram üzerinden sosyal medyada paylaşmaya başladım.
Aylar süren paylaşımlar sonucu ufak bir “hayran” kitlesi bile
oluştu. Daha sonra beni Instagram'da “keşfeden” Zeki Coşkun
aracılığı ile Istanbul Concept'in kurucusu Işık Gençoğlu ile
tanıştım. Sergi fikri çok çabuk gelişti ve Kanyon'daki Joint
Idea'da sergi açıldı.
Sergiye bütünüyle baktığımız
zaman, sizin sinemacı tarafınızdan bağımsız düşünmek
nerdeyse imkansız. Her bir resmin ayrı bir öyküsü var, öykülere
dair minik ipuçları alacağımız notlar yazılı… Bu çizimler
sizin anılarınız mı yoksa hayalleriniz mi?
Daha çok hayallerim elbette. Bazı
sözler sokakta yürürken, metroda-vapurda giderken kulağıma
çalınan cümleler. Bazısı gündelik hayatta çok karşımıza
çıkan bildik klişeler. Bazı mahluklarım da hiç konuşmuyor,
sessizce, sadece görsel olarak var oluyorlar. Bu desenler bir tür
günlük oldu benim için. Yaklaşık bir yıla yayılan bir süreçte,
ruh halim değiştikçe desenler de değişti, ilk çizdiklerim daha
güünç ve espriliyken, sonlara doğru daha trajik, yer yer ürkütücü
bir hal aldılar.
Ben aşk nedir bilmedim, romanlarda
filmlerde olur aşk – meşk. Bütün olay alışveriş, ne aldın
ne verdin, kazık yedin mi? Olay bu…” yazıyor mesela bir
tanesinde. Bu bana Ara adlı filminizi hatırlattı.
Günlük hayata bir senarist gözüyle
yaklaşıyorum. Kulaklarım hep açık, duyduğum ilginç lafları
bir şekilde zihnime not alıyorum. Daha sonra bunların bazısı
senaryolarda diyaloglara dönüşüyor. Bazısı da mahlukatın
ağzından çıkan sözler oluyor işte. Ama sonuçta hepsi benim
süzgecimden geçtiği için daha önceki işlerimde yansımış
temaların tekrarı, ya da akrabalık kaçınılmaz elbette.
Geçenlerde Ankara Film
Festivali’nde Wir Monster diye bir film izlemiştim. Bir şekilde
film ve sizin çizimleriniz kafamda bir köprü oluşturdu. Sanırım
insanlık olarak giderek canavarlaşıyoruz ve gerçek canavarlar
daha masum kalıyor.
İnsanın canavarlaşması yeni bir
olay değil. İnsan yeryüzünde belirmeye başladığı andan
itibaren bir canavardı zaten. Canavar olduğumuz için diğer bir
çok türün önüne geçtik ve onların soyunu kurutup, yüz küsur
bin senedir ayakta kaldık. İnsan çevresindeki her şeyi yiyen,
kullanan, tüketen asalak bir canavar. Tabii ki, canavar olduğumuzun
bilincine varacak kadar akıllıyız. Kaderimizi öngörecek kadar
birikimliyiz. Yaptıklarımızdan suçluluk duyacak kadar duyarlıyız.
Bilim ve sanat canavarlığımızla baş etmenin yolları ama
çoğunluğun canavarlığı karşısında bilimin de sanatın da de
çaresiz kaldığı noktalar çok fazla. Dünyayı ve bir tür olarak
kendimizi mahvedene kadar canavar kalacağız.
Bundan sonra sizi daha çok çizim
ve yeni sergilerle görmemiz mümkün olacak mı? Bu aralar mesela
yazmak mı yoksa çizmek mi sizi daha çok mutlu ediyor?
Açıkçası yazmanın kendisi hiç
mutlu etmedi. Bir kitap ya da senaryo bitirmek, yazdığın şeyi
elinde tutmak elbette mutluluk verici ama yazma süreci bir tür
ruhsal işkence. Çizmek öyle değil. Çizmenin kendisi de neredeyse
fiziksel bir zevk, tedavi edici bir süreç. O yüzden devam
edeceğim, ediyorum. Bu günlerde yeni bir seri üzerinde
uğraşıyorum. Seneye belki onlar sergilenir. Şu an bilemiyorum
tabii.
Çizimlerinizin instagramda
keşfedilmesi çok ironik bir taraftan da çok güzel tabii. Sosyal
medyayı aktif bir şekilde kullanıyorsunuz. Serra Yılmaz biraz
daha hızlı sanırım. İkinizi de keyifle takip ediyorum. Sosyal
medya hayatınızın neresinde duruyor? Sizi besleyen ya da yoran
tarafları neler?
Evime ilk internet bağlandığından
beri (2004) sosyal medya hayatımda çok yoğun yer almaya başladı.
Sadece orada tanıdığım ve sohbet ettiğim insanlar var mesela.
İşlerimi, işlerimle ilgili haberleri orada paylaşmak da çok
hoşuma gidiyor ve gerçekten belli bir etki-tepki doğuruyor.
Ayrıca gündemi neredeyse tamamen sosyal medyadan takip ediyorum.
Bazen tuhaf saldırgan tipler, ya da magazin malzemesi arayanlar
sıkıcı olabiliyor. Ama internet bağlantısı olmayan bir yere
gittiğimde huzursuz olacak ölçüde bağımlıyım maalesef,
azaltmaya çalışıyorum.
Sizinle çeşitli zamanlarda
yaptığımız röportajlarda (Ara, Nar) bir şekilde sektörün
dertlerini hep konuşmuşuzdur. Ben her şeyden önce bir sinemasever
olarak sizin gibi yaratıcı ve üretken bir yönetmenin filmlerinden
mahrum kaldığım için üzüntü duyuyorum. Film çekmeye bu kadar
uzun süre ara vermenizin sebepleri neler?
2011'den beri uzun metraj çekmedim
evet. Arada bir dizi projesi oldu: Çıplak Gerçek. Bir takım
projeler gündeme geldi, iki senaryo yazdım ama şu anki piyasa
koşullarında hemen filme dönüşemediler. Onların da zamanı
gelir. Bu yıl Sofra Sırları adında bir film çekeceğim.
Yanlış hatırlamıyorsam bir dönem
Cihangir’de oturuyordunuz. (Röportaj için buluştuğumuzda
elinizde market alışverişi yaptığınız poşetler vardı.) Daha
sonra Ada’ya taşınma fikri nasıl gelişti. Ruhu, dokusu, hayat
akışı birbirinden çok farklı bu iki yerin sizin için ne ifade
ediyor?
Cihangir'de çok uzun süre yaşadım.
25 yıl kadar. Artık yeter, değişiklik zamanıydı. Adalar çok
ayrı bir dünya. İstanbul'a ilk geldiğimden beri sık sık ziyaret
ettiğim, bazen kısa süreli kaçış bazen de çalışmak için
kaldığım yerler. Hem İstanbul'a çok yakın hem de başka şehir
gibi. Burada yaşamayı hep istedim bu yıla kısmetmiş.
Biraz geçmişe gidecek olursak,
Yeşilçam’ın usta-çırak ilişkisi geleneğinden geliyorsunuz.
Çok kıymetli yönetmenlerle çalıştınız. Yeşilçam dönemini
ve günümüz sektörünü kıyaslamanız gerekse nasıl bir yorumda
bulunursunuz?
Yeşilçam bugünün ölçülerine göre
daha küçük ve yerel bir sektördü. Bir parça “kendi yağında
kavrulan”, kendisine sanatçıdan çok “zanaatkar” diyen
insanların yaptığı, eski tip usta-çırak ilişkilerinin egemen
olduğu bir yerdi. Bugün artık sinemada Yeşilçam yok. Yeşilçam
zihniyeti belki bir parça TV dizileri dünyasında yaşıyor ama
sinemada Yeşilçam öldü. Sinema dünyasında tüm üretim
ilişkileri çok daha farklı. Bugünün Türkiye sineması teknik
olarak dünya standartlarına daha yakın. İçerik olarak aynı
düzeyi yakalamak her zaman mümkün olmasa da, bugünün en kötü
filmi bile diyelim 1970'lere göre çok daha iyi teknik koşulllarla
ve bütçelerle çekiliyor. Bugün eskiye göre genç bir sinemacının
önünde daha fazla seçenek var. Ana akım yapısının içine girip
kaybolmadan kendi sinemanı yaratmak, bağımsız kalmak mümkün.
Filmlerinizde kadına bakış açınız
her zaman çok belirgin olmuştur. Güçlü kadın karakterler, erkek
yönetmenlerin Türkiye’de pek ön plana çıkarmadığı bir konu.
Son zamanlarda Türk sinemasında güçlü kadın hikayelerinin
anlatılmaya başlandığını görüyoruz. Kadın-erkek yönetmen
demişken, yakın zamanda bu konu ile ilgili de bir esprili bir haber
çalışması yapıldı. Nasıl buluyorsunuz son dönemdeki yerli
filmleri? İçlerinden birkaç tanesini seçmenizi istesem mesela
sizi etkileyen, hangi filmleri, yönetmenleri ve performansları
söylersiniz?
Kadın karakterler yazdığım ilk
senaryodan beri işlerimde öne çıktı. Ama sadece kadınlar değil,
bir manada ülkemizin erkek egemen bakış açısının dışında
kalan herkes ilgimi çekti ve hikayelerime, senaryolarıma,
filmlerime konu oldu. Son birkaç yılda etkilendiğim Türk
filmlerini sayarsam: Vavien, Kozmos, Abluka, Sarmaşık diyebilirim.
Geçtiğimiz yıllarda bir film
festivalinde bazı sorunlar yaşamıştınız. Sizden sonra da
festivaller de benzer sorunlar oldu. Mesela bir festivalde ödül
alan bir oyuncu konuşmasını yaparken yayın kesildi. Bu yüzden
pek çok festival canlı yayın yapmadan artık söyleyeceklerini
kapalı kapılar ardında söylüyor. Tüm bunların sizin
festivallere bakışınızı ya da genel olarak sektöre bakışınızı
değiştirdi mi?
O zaman da değişik yazı ve
röportajlarda defalarca belirttiğim gibi, benim festivallerin
kendisiyle değil o günlerdeki yönetimleriyle ve seçim
şekilleriyle sorunlarım oldu, bunları dile getirdim. Yoksa bir
yönetmenin, hele bağımsız bir yönetmenin geçmişi yıllarca
öncesine uzanan film festivalleriyle kişisel sorunu olamaz. “Bundan
sonra festivale katılmıyorum” diyemez. Çünkü sonuçta
festivaller hepimiz için filmlerimizi seyirciyle ilk kez
buluşturduğumuz ortak alanlar. Yönetimler, yanlış anlayışlar
değişir, festivallerin ismi kalır.
Son dönem de bir de tekelleşme
sorunu başladı. Bir grup sinemacı buna karşı bir belgesel çekti,
imza kampanyası başlatıldı. Sizin bu konu ile ilgili görüşünüz
nedir?
Dağıtımda bir tekel sorunu olduğu
çok açık. Ama açıkçası kısa vadede çözülebilecek kolay bir
sorun gibi görünmüyor bence. Dağıtım tekeli haricinde filmlerin
yaratım/finansman sürecine dair ciddi sorunlar da var. Ama bunları
konuşmak bu söyleşinin sınırlarını aşar.
Son olarak yeni bir Ümit Ünal
filmi ne zaman izleyebileceğiz diye sormak istiyorum. Çekmeyi
planladığınız bir hikayeniz var mı?
Daha önce söylediğim gibi, Sofra
Sırları adında bir filme başlıyorum. Bakanlık kredisi aldı.
Bir yıl kadar başrol oyuncularından birinin zamanlama sorunu
yüzünden bekledik. Oyuncu değişti. Bu yaz çekeceğiz. Onun
dışında başka projeler de var, hazır iki senaryom filme
dönüşmeyi bekliyor.